Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Kasım '12

 
Kategori
Öykü
 

Carmen, Ne Yaptılar Sana

Carmen, Ne Yaptılar Sana
 

                                                                                          “gülerdin içimize aylar doğardı

 

                                                                                           Attilâ İlhan ( Sana Ne Yaptılar , 1977)

 

 

Yetmiş yaşında mıyım, yoksa doksan mı? Belki de seksenimi biraz geçmişimdir. Saymaları çoktan unuttum, hatırlamak da istemem yılları, tarihleri. Bundan otuz yıl mı önceydi yoksa yirmi yıl mı oldu, cezaevi kapılarında seni bekleyişlerim, karşılayışlarım, tanıyamayışlarım. O sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi? Kapısında seni beklediğim cezaevi çoktan ışıltılı bir otele dönüştürülmüş, yıllar önce okumuştum gazeteden.

 

Yağmur bardaktan boşanırcasına dökülüyordu. Bekliyordum. Tarihi çeşmenin devasa saçağının altına sığınmıştım. Yağmurla birlikte yaşantımız akıyordu, yerdeki su birikintilerinden yansıyordun, sol gamzene doğru kayan gülüşünle. "Ah," diyordum içimden. "Tanrı bile seni bu kulvar için ödüllendirmiş." Islak sarı kirpiklerinin altından bana sitemli bir aldırmazlıkla bakıyordun, sanki yağmuru ben yağdırıyormuşum gibi. Omuzlarına dökülen saçların da ıslak buğday başakları olmuş, taşıyamadığı damlaları, alnına, yüzüne yanaklarına, boynuna ve sırtına, belinin ortasına inci taneleri gibi süzüyordu saçak altına geldiğinde. Karanfil çiçekli bir basma entari vardı üzerinde. Görür görmez seni kollarımda ısıtmak isteği önlenemez bir tutkuya dönüşmüşken, soğuk tokalaşman hayallerimi tuzla buza çevirmişti. Belki de o yüzden söylemiştim, dediklerim bir iltifat değil de, kayıtsızlığına karşı serzeniş de olabilirdi pekâlâ. Öylece ıslak bir sessizlikle dikilmiş, parolayı söylememi bekliyordun sanırım. Ben Carlos, deyince sol gamzene doğru kayan gülüşünle bakmıştın yüzüme, “Carmen” diye tamamlamıştın. O zaman mı söyledim, yoksa daha önce mi? Aradan bunca yıl geçtikten sonra, ne önemi var ki. Önemli olan, yaşananlar değil de hatırda kalanlar mı? Yaşam deyince sadece eyleme dönüşenler, gerçekten yaşananlar mı anılacak hep? Ya hayallerimiz, bir yazı masasının başında ya da bir pencere camının ardında kurduğumuz küçük dünyalarda geçirdiğimiz, bir amiral gemisinin peşinden umuttan sallarımızı sürüklediğimiz zamanlar, yaşama dair değiller mi hiç? O küçük dünyalarda, umut ederek beklediğimiz zamanları yok mu sayacağız sırf yaşanamadılar ya da gerçekleşemediler diye? Ya yaşandılar da hiç yaşanmamışçasına unutuldularsa? Varsın, altmışından sonra paslanan belleklerin yarattığı akıl oyunları desinler, varsın senin gülüşün gibi, benim belleğim de geçmişi çarpıtıyor olsun. Kime ne! Mahkemede şahit mi olacağım, onca yıl gitmedikten, hep kaçtıktan, hep saklandıktan sonra.

 

"Haydi, çabuk olalım." demiştin. Taçlandırılışınla ilgili biraz da densiz sayılabilecek methiyeme yanıt vermemiştin.

"Bunları sağanak diner dinmez yapıştırmalıyız." diyerek bir torba dolusu mürekkep kokulu bildiriyi elime tutuşturmuştun. Hayır, bu çıktığın gün olamaz, çok daha önceydi. İlk karşılaşmamız mıydı?

 

Belki de güneşli bir gündü. Evet, güneşli olması daha olası. Yakıcı bir sıcak vardı, hatırlıyorum. Beyaz mintanım terle yıkanıyordu her dakika. Çeşme saçağının geniş gölgesinde durmak bile para etmiyordu. Mintanı çıkarıp atmak geliyordu içimden. Elimde bir tane kırmızı karanfille bekliyordum seni. Koklanmaktan neredeyse kokusunun tükendiği anda, artık gelmeyecek diye düşündüğüm anda, sezdirmeden arkamdan dolanmışsın. Gözlerimi kapattığında ellerinin yumuşaklığını duyumsamadan önce, belki de sadece bir

saniye için, sonun geldi işte şair, çözdüler, senin kimliğini de çözdüler, diye düşünmüştüm. O tatlı gülüşünle, kuşlar kadar neşeyle şakımaya başladın. Gözlerin umudun coşkusuyla parıldıyordu. Parolayı o anda mı bekliyordun? "Ben Carmen yani gerçekte Leyla" demiştin. Yasaları çiğnemiştin. Ben sana Carlos mu demiştim yoksa Dimiri' yi de söylemiş miydim? Sahile iniyorduk el ele, fenerin oralara doğru, yokuşlarda koşarak. Kırmızı üzerine beyaz puanlı bir kloş elbise vardı üzerinde. Yürüyüşünün yeliyle savruluyordu eteklerin...

 

Aşıklar gibi davranın, demişlerdi hücrede. Hiç rol yapmayı bilmez ki bu şair, demişti dördüncü eleman. Oysa başarmıştım, şair başarmıştı. Bildirileri duvarlara yapıştırmıştık fire vermeden. Sabah şafağında çok uzaklardaki fabrikalara gitmek için yola çıkan fukaralar göreceklerdi, okuyacaklardı, kavrayacaklardı. Elli belki de kırk yıl öncesinde tabii böyle düşünüyordum. Böyle önemli bir görev her şeye değer, diyordum. Akıl fukaralığı gibi devasız dertleri farkında olmadığım zamanlarmış...Bugün iyi oynadın oğlum, demiştim, gece boyunca, uyku tutmayan şafağa kadar, döne döne yaşamıştım o anları yeniden. Palabıyıklı bekçiler düdük çala çala yaklaşırken, duvar diplerine sinerek aşkı arayan gençleri oynamıştık bildirilerle birlikte. Oynamış mıydık yoksa yaşamış mıydık? Dudakların yaşamdı sanki, alev alev yanıyorlardı. Sonra geldiğin gibi ansızın saçlarını savurarak karışıvermiştin karanlıklara. Oysa yasaları çiğneyip, seni kaldığın kapıya kadar geçirmek vardı aklımda. Sonra gün ışırken, lavanta kokulu çarşaflar içinde dalmıştım has uykulara, seni görmeye rüyalarda. Ne yapıyordun, hatırlayamıyorum şimdi.

 

"Okula geç kalıyorsun. " diye sarsarak uyandırmıştı biri. Karım mıydı? Karım horultumu ya da huzursuz adam sendromu yaşatan sol bacağımı bahane edip ayrı yatıyordu o zamanlarda, sadece ayrı yataklarda da değil, ayrı odalarda. Karım olamaz. Biraz zorlayınca hatırlıyorum sanki. Yoksa yaşanmışlıkları değiştiriyor muyum? Ne yattığımla, ne kalktığımla ilgilenmezdi karım. O değildir. Hem o zaman evli miydim? Anacığım henüz gitmemişti öte dünyalara değil mi? Anacığımdı! Anacığımın kırışıklarla, çatlaklarla dolu eli alnımın üzerinde, tenimi dalayan bir çalı gibi gezinirken uyanmıştım. Kahvaltı bile etmeden kendimi tozlu sokaklara atmıştım. Sana bir gelin getireceğim müjdesi, dudaklarımın ucuna kadar gelmişti de tutmuştum kendimi. Karım henüz yoktu galiba. O zaman mı kaçmıştı annesinin evine, diye o arkadaşa, onu da anımsayamıyorum. Ne önemi var ki, şimdi aradan elli ya da kırk yıl geçtikten sonra üzerinden. Hem sonra o kırmızı elbiseli kız, karım olduysa eğer, başkasına kaçan kimdi? Yine karıştırıyorum. Yoksa sadece olmasını çılgınca istediğim hayali şeyleri mi hatırlıyorum, hiç yaşanmamışları. Çıkaramıyorum. Olsun, hatırlamak bir şeydir, yaşananı ya da hayallerde olanı hatırlamanın bir farkı yok artık, seksenlere gelmişken, hepsi geride kalmışken. Hem hayallerde olan da tıpkı yaşanan gibi zamanı tüketen değil miydi bir zamanlar?

 

Arabamın frenini açarak pencereye iyice yaklaşıyorum. Keşke şu eski giyotin pencereyi kaldırıp açacak birisi olsaydı yanımda. Gözlerimi sokak lambasının aydınlattığı köşeye dikiyorum. Görmeden bakıyorum dalgın. Camların kiriyle karışan loş gölgeler ve mavi ışıklar, yüreğimi ürpertiyor. Uzaklarda yükselen altmış katlı gökdelen inşaatından yayılan puslu mavi ışıklar, ruhumu basıyor, basıyor, basıyor. İçim daralıyor. Bu yalnızlar rıhtımındaki evlerin camlarını silip süpüren en son yağmur ne zaman yağmıştı? Hiç yağmasın istiyorum, camlar kirle iyice kararsın, görmeyeyim gece mavisi devlerin alanlarımızdan yükselişini.

 

Yağmur yağmıştı. Yağmurla birlikte yaşantımız akıyordu, yerdeki su birikintilerinden yansıyordun, tüm güzelliğinle. O sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi? Otuz belki de kırk yıl önceydi. Bütün gün beklemiştim seni. Islak sıçanlara dönmüştüm. Akşam yavaş yavaş

inerken, o ağır demir kapı son kez aralanmıştı. Artık umudum kalmamıştı. Gün boyu kapıdan çıkan her kadının ardından seslenmekten yorulmuştum. Seni kimse tanımıyordu.

 

Akşam karanlığı iniyorken, omuzları düşük gölgen süzülmüştü ağır kapı aralığının loş kuytularından. Kapı, ardından tok bir sesle kapanmıştı. Öylece durmuş devasa kapının önünde, şaşkın ve amaçsız bakınan minicik bir gölge. Kıpırdadın, yavaş yavaş yürümeye başladın. Bir bıçağın ağzında yürür gibiydin.

 

Sormaya bile gerek duymuyordum Leylâ'yı sana. Yaklaştın. Yanımdan geçerken gözlerim ister istemez ilişti sana. İçeride ömür boyu kalmış da ölmesi için salıverilmiş bir kürek mahkumunu andırıyordun ölgün ışıkta. Yorgun, bitmiş, tükenmiş…Yine de "Merhaba" dedim sana. Kibarlık olsun diye, belki de acıdığımdan. Başını çevirdin benden yana. İşte o anda gülümsemenden tanır gibi oldum seni. Sol gamzene doğru akan o çarpık gülüşünden başka tanıtacak bir şeyin kalmamıştı... Gözlerinde karanlığı dar hücrelerin...Görünmez dağların arkasından, eski gülümsemeni beyhude aradım...gülerdin içimize aylar doğardı. Seni o halde görünce özgürlüğümden nasıl da utandım. Söyleyecek söz bulamadığımdan,

" Onlar mı kesti , sen mi kısalttın?" diye mırıldandım.

"Neyi?” diye sormuştun hayretle.

"Saçların uzundu omuzlarına akardı " demiştim.

"Bu sizi niye ilgilendiriyor Beyefendi?" demiştin. Beyefendi mi yoksa Beyim mi demiştin? Hangisiydi?

"Beni tanımadın mı?" demiştim.

"Sizi tanımam mı gerekiyor?" diye sormuştun. Belki de buna benzer sözcükler çıkmıştı ağzından, belki de hiç konuşmamıştın.

"Bir çay içer misin yoksa kahve mi?" diye sormayı başarmıştım hayal kırıklığımı derinlere iterek.

"Ah bir bilseniz, canım nasıl da çay çekti. " demiştin. "Hem sonra saçlarım hiç uzun olmadı benim, bilesiniz."

Donup kalmıştım öylece. Sadece bize ait olanı değil, kendinle ilgili olanı da unutturmuşlardı sana.

"Yokuşun sonundaki artistin kahvesinde soluklanmak ister misin?" diye davetimi yapmıştım. Bekledim, bir şeyler söylemeni, bir şeyler hatırlamanı bekledim, eskiye dair. Ses etmedin.

Kuşlar gibi şakıyarak, sarmaş dolaş inmeye alışık olduğumuz bir yanında saray duvarlarının, sur gibi yükseldiği daracık yokuşta, ilerleyen ayrık iki gölge olduk.

Ansızın seni arzuladım çılgıncasına, sarılmayı, öpmeyi istedim. Anladım ki

"Demirlerin soğukluğu soluk dudaklarındayapışıp kalmıştı. Çıkarmaya cesaret edemedim, hayallerimdeyse…Ah hayallerimde…

 

Kahve sakindi. Tarihi ahşap binanın, en yaşlı, en hüzünlü ve en unutkan masasına oturmuştuk. Orada vermiştim, karanfili hani ilk gençliğimizde, bir muhteşem akşam alacasında. Hatırlamanı bekledim. Ellerin titriyordu. Kibrit istedin. Kibritim yoktu, sigaram da.

"Artık içmiyorum lanet sigarayı." dedim. Ciğerimdeki lekeden söz etmedim. Bahçeye yavaş yavaş inen geceyle birlikte büzülüp, taç yapraklarını kapatan sarı zambaklara dikmiştin, çevresi kırışmış gözlerini.

"Demek sonunda sigaraya başladın" dedim. Gözlerini bana çevirdin. Sarı-beyaz kirpiklerinin altından ıslak bir sitemle baktın bana.

"Neler yaptılar sana, oralarda neler yaşattılar?" diye yazgımızla savaşan Don Kişot olmaya çalıştım, beceriksizce.

 

"böyle bir kız değildin sen eskiden

sana ne yaptılar sana ne yaptılar

kirpiklerin ıslanıyor durup dururken"

 

diye sessizce mi düşündüm yoksa söyledim mi ya da kağıtlara o anda mı yazdım, hiç bilemeyeceğim.

Çok değişmişsin birden tanıyamadım. O zaman mı sana evlenme teklif ettim yoksa zaten evli miydik, hiç hatırlayamıyorum. Üzerinden kaç yıl geçti? Değer miydi? Soramadım, söyleyemedim. Söylesem de anlayamazdın. Sen o en başlangıçtaki saflığınla duruyordun yaşamda. Belki de yaşama tutunma nedenindi saflığın. Buruşuk paketindeki gelincikleri zincirleme tüketmiş, çaycıdan dilendiğim sarma sigarayı, büyük bir hırsla, fosurdatarak içiyordun. Ellerin de titriyordu. Ne kadar da kırışmışlardı... Aradan öyle çok zaman geçti ki şimdi sen de yoksun, acaba o kahve, artistin kahvesi, sana bir kırmızı karanfil dolusu aşkımı sunduğum kahve, hâlâ oralarda duruyor mu yerinde ya sarı zambaklar?

emel dinseven 14 6 2011

Not: Attila İlhan'ın "Sana Ne Yaptılar, 1977" şiiri üzerine kurguladığım bu öyküde, şiirden alınan dizelerin İtalik-BOLD yazıldığını belirtmek isterim...

Bu öykü Çağdaş Yaşam Dergisi 'nin Kasım 2012 sayısında yayımlanmıştır. emel dinseven

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 566
: 1338
Kayıt tarihi
: 11.07.06
 
 

Edebiyatla ilgileniyorum. Ayrıca amatörce belgesel film çalışmaları yapıyorum ve kültürel etkinlikle..