Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Aralık '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Cennet bahçelerinden bir bahçe, Cehennem çukurlarından bir çukur-I

Cennet bahçelerinden bir bahçe, Cehennem çukurlarından bir çukur-I
 

Geçtiğimiz Ağustos ayında çocuklarımıza; yıllık izine çıkamamanın hesabını lokal gezilerle vermeye karar vermiştik. Tatil deyince öyle hemen uzaklar niye aklımıza geliyordu ki. Kendi kendimize teselliyi de bulmuştuk: Bu yıl tatil yerine çevre gezileri yapacaktık..

İnsan kendi çevresini pek gezmiyor nedense. “Buralar zaten bizim; nasıl olsa bir yere gitmiyorlar, ne zaman olsa gezeriz” psikoloji olabilir belki de. Bir baktım da şöyle; “elin turisti” gelmiş gezmiş memleketimin dört bir köşesini bana anlatır ne var ne yok. Bense burnumun dibindeki tarihi ve doğal güzelliklerin birçoğunu görmemişim (Görmedim derken kısmen de olsa bir kısmını gördüm ama onlar kadar duyarlı değiliz bu konuya).

“Cennet-cehenneme gidelim önce” dedim ürkek bir sesle. Tedirgin olurken sanırım “Yine mi orası?” karşılığını bekliyordum onlardan. Hanımın “Çocuklar daha orasını görmemişti” demesiyle resmen sarsıldım. 7 yıldır Silifke bölgesinde oturmamıza rağmen demek çocukları bölgemizdeki bu meşhur yere götürmemiştim. “Hadi yaa!” sözleri döküldü dudaklarımdan gayri-ihtiyari. Biz çocukluğumuzda sık sık gidip gördüğümüz için sanki yakın zamanda da gitmişiz gibi hissediyordum. “Yıllar ne çabuk geçiyor” diye düşünmekten kendimi alamadım.

Hoş ben deniz kenarında olduğum halde 2 yıldır denize de giremedim. Gerekçem de komik: Zamanım yok!.. Halkımız taa Orta Anadolu’dan gelip denizine giriyor, gezilecek yerleri geziyor, biz içindeyken uzak kalıyoruz iyi mi!

Neyse çoluk çocuk toparlandık çıktık yola. Bizim kısaca Cennet-Cehennem dediğimiz bölge; Mersin’in Silifke ilçesinin doğu kısmına düşmekte olan Narlıkuyu Beldesi civarında bulunmakta ve Silifke’ye 23 kilometre uzaklıktadır. Burada iki adet çukur bulunmaktadır. Birisi merdivenle inilebilen Cennet Çöküğü ve diğeri de inişi olup (paraşütle) çıkışı olmayan Cehennem Çukuru’dur. Antikitede Cennet Çöküğü’ndeki mağaradan cennete gidileceğine inanıyorlarmış; hatta bu yüzden ölülerini de buraya bırakıyorlarmış. Mağaraya Cennet isminin bu nedenle verildiği rivayet edilmektedir.

Önce Cennet Çöküğü’nü görmek üzere oraya yönlendik. Hemen merdivenlerin başlangıcına bir gişe konmuş. Eskisine göre bir değişiklik gözüme çarptı; bir kez bilet alıyorsunuz ve o biletle Cennet Çöküğü’nü geziyorsunuz; bileti teslim etmeden Cehennem Çukuru bölgesine giriyorsunuz ve bileti orada teslim ediyorsunuz. Bileti Cehennem Çukuru bölgesinden alıyorsanız da tersini yapıyor ve Cennet Çöküğü bölgesine girerken teslim ediyorsunuz. Böylece iki kere bilet alma eziyetinden kurtuluyorsunuz. Bürokrasinin azaltılması yönünden güzel bir adım.. Bir başka güzel adım da tatile çıkıp da kumda çırpınmak istemeyenler (yani tatilde kültürel bir gezi yapmak isteyenler) için abonman usulü kartlar çıkarılmış; bir kere alıp tüm sezon müze ve tarihi yerlere para ödemeden girilebiliyormuş. Gişenin üzerinde ilanı görmesem haberim dahi olmayacaktı bu durumdan..

Burada tutup çukurların oluşumlarını, ebatlarını falan anlatacak değilim. Onları değişik kaynaklardan bulabilirsiniz. Yine de yeri geldikçe bazı rakamları vermek zorunda kalabilirim.

Neyse geçelim giriş kapısından Cennet Çöküğü’nün merdivenlerine.. “Hadi iniyoruz dedik”, hanım ilk muhalefet şerhini koydu :”Ben inmem oraya”. Biliyordu; inmesi kolay çıkması zordu.Dile kolay 452 basamaklı (hiç üşenmeden oturup saymışlar) bir merdiven ve 135 metrelik bir derinlik; kabus gibi.. “Cennet kolay değildir” dedik, zor da olsa ikna ettik kendisini.

Çökük iki kısımdan oluşmakta; 70 metreye kadar inen ağız kısmı ve oradan 135.metreye kadar devam eden mağara kısmı. Merdivenlerden inerken ilk başlarda sadece ağız kısmını görüyoruz. Biraz bakımsız görünmekle birlikte yine de yeşil düz bir alan.. İnerken en çok hoşuma giden şey merdiveni çıkanların yüz ifadeleri. Kırmızı kırmızı yüzler, terden sırılsıklam olmuş saçlar, “Sakın inmeyin, çıkmak çok zor” şeklinde çığlıklar.. Kızım çıkanların ah-vahlarını duyup gülerek beni dürtüyordu.

Hatta bir ara birisinin “Burası İstanbul’da olsaydı kesin asansör yaparlardı” yorumunu duyduk. “Ne kadar da kolaycıyız” diye düşünmekten kendimi alamadım. 2 katlı alışveriş merkezlerinde üst kata yürüyen merdivenle çıkan, hastanelerde hastalar için kullanılan asansörleri kaçak olarak kullanan da bizler değil miyiz? Bakkala ekmek almaya arabayla giden, hatta bakkal evin altındaysa sepet sarkıtanlar da bizleriz. Sonra da zayıflamak için diyet yapan, sağlıklı yaşam yürüyüşü yapan da biziz. Keşke yerleşim yerlerine biraz daha yakın olsaydı da sportif amaçlı cennet iniş-çıkışları yapılabilseydi.

Hanıma takılmadan edemedim inerken: “Buraya günde 3 kez çıkıp insen ne kilo kalır, ne de diyete ihtiyaç”. Şaka bir yana mevcut derinlik yürüme mesafesi olarak kalp, tansiyon, solunum problemi olanlar için epeyce tehlikeli.. Ya hiç inmesinler ya da sık sık dinlenerek çıkmayı denesinler.

Merdiveni eskisine göre daha iyi buldum. Düzenlemeler yapılmış. Rivayetlere göre merdiven basamakları Roma döneminde yapılmış. Aşağılara doğru indikçe nem artıyor ve merdivenler de kayganlaşıyor; yürürken dikkatli olmak şart..

Çöküğün ağız kısmı sona erdiğinde mağaranın girişinde karşımıza üstü açık bir kilise çıkıyor. Kilisenin giriş kapısının üzerindeki kitabede; kilisenin V.yüzyılda Paulus adlı bir dindar tarafından Hz. Meryem’e ithafen yapıldığı yazıyormuş. “muş” diyorum, inanın ki kaç defa gittim ama kitabeyi görmedim. Bu arada dikkatimden dolayı kendimi tebrik ettim! Bazı kaynaklar kilisenin çatısının olmamasını; -kaya çıkıntılarının kilisenin tam üzerine gelmesi nedeniyle- gereksiz görülmesine bağlamakla birlikte ben pek inanamıyorum bu gerekçeye. Sonuçta çatı sadece yağmurdan korunmak için kullanılmaz. Bana kalırsa çatı daha sonra kimvurduya gitmiş. Neyse tarihi çarpıtmayayım en iyisi.

Mağara yazın serin, kışın ise ılık oluyor. Doğal olarak yazın klima ve kışın soba derdi yok. Onun için kiliseye oraya yapanları kutlamak gerekir; isabetli bir tercih.. Ayrıca nem ve loş ışık da mistik bir hava veriyor. Zamanında kilisede bulunanların ne kadar huzurlu olduğunu söylemeye bile gerek yok. Bir şey daha dikkatimi çekti; o da kilisenin güvenliği. Bilinçli yapılıp yapılmadığını bilmiyorum ama kilise ışıkla karanlığın kesiştiği yere inşa edilmiş. Yukardan bakıldığında mağaranın koyu karanlığına karışıyor bina, mağaranın dibinden bakıldığında ise yeşille ışığın güzelliğine boğulmuş muhteşem bir manzara ile karşılaşılıyor. Yukarıdan bakılınca aşağıyı görmek zor ama aşağıdan bakıldığında yukarıdaki her şey ayan beyan ortada..

Bu tür ortamlar bireysel tekamül hedefleyenlere göre uygun olsa da bizim dinimizin yapısına pek uygun değil. Biz de bu tür ortamlar sürekli barınmak için değil, olgunlaşmaya zemin hazırlamak için kullanılan bir sıçrama tahtası olarak tercih edilir. Esas olan toplumu inşa etmektir bizde; birey olarak kendimizi kurtarmak değil..

Kilisenin içine girildiğinde sizi ilk olarak duvarlara kazınmış yazılar karşılamakta.. İnsanlarımız isimleri duvarlara kazıyarak kendilerini ölümsüzleştirmişler (!). Hatırlanmanın bin bir yöntemi varken biz yine her zamanki gibi en kolayını seçmişiz.

Taş merdivenin basamaklarının henüz üçte ikisini inmiştik. Basamakların üçte biri mağara kısmındaydı. Kilise civarında dinlenen aile efradıma “Hadi devam ediyoruz” dedim. Hanım bu sefer muhalefet şerhi yerine aktif muhalefet yaptı : “Kesinlikle inemem”. Haklıydı yolun üçte ikisi bitmişti bitmesine ama kalan üçte birisi kaygan merdivenler ve çamurlaşmış bir patikadan ibaretti. Onu kilisenin yanında bırakıp çocuklarla devam ettik.

Gerçekten de nemden dolayı merdiven basamakları çamurlaşmıştı ve ayaklarımız sabuna basmış gibi kayıyordu. Mağaranın zemin kısmına güç de olsa ulaşmıştık. Bir süre ışıklandırılmış patikadan ilerledik. Mağaranın sonuna geldiğimizde hayal kırıklığına uğradım. Mağaranın nihayet bulduğu alanda bizim çocukluğumuzda küçük bir gölcük vardı ve mağara duvarından da gürül gürül su sesi gelirdi. Daha sonraları gölcük kuruduysa da yer altı ırmağının ürperten sesi yine de gelirdi. Bu sefer ne gölcük vardı, ne de su sesi. Suya ait tek alamet kuru bir toprak havuzcuktu.

Her ne kadar bizim copy-past’çı (her bulduğunu kendi görmüş veya yaşamış gibi kopyalayıp siteden siteye yapıştıranlara deniyor) internet gençliği yazdığı yazılarında ırmağın sesinden mest olduğunu falan yazıyorsa da muhtemelen ya o mağarayı hiç görmemiş ya da 30 yıl öncesinden bahsediyordur. Bir de gençlerden bazıları bizim kayıp ırmağı “mitolojik yer altı deresi” yapıp ona doğaüstü bir anlam da yüklemişler. Yaptıkları hatayı ”mitolojide adı geçen yer altı deresi” olarak biz düzeltelim ve devam edelim yolculuğa.

Mağaranın dibinden ağzına doğru baktığımızda manzara çok etkileyiciydi. Sisli bir ortamın içinden muhteşem bir ışık yoğunluğuna bakıyorsunuz ve orada mağara ağzında duran taş yapı çok daha kasvetli duruyor. Neyse her inişin bir de çıkışı vardı ve inerken hoplaya zıplaya geldiğimiz patika şimdi korkunç bir şekilde sünmüştü yukarıya doğru. Ne yapalım mecburen çıkacaktık. Bizim oğlan tutturdu ille “mağaranın diğer tarafından tırmanacağım” diye. “Oğlum, etme tutma” dediysem de razı edemedim. Işıklandırılmış patikayı bırakıp diğer yöndeki çamur dağlarının üzerinden; kayıp düşmemek için mağara duvarlarına tutunarak zar zor ilerleyerek çıktık tekrar kilisenin yanına.

Henüz yolun çok az bir kısmını çıkmamıza rağmen nefese kalmıştık. Biraz dinlendik ve fotoğraf faslından sonra kervan çölde yola koyuldu tekrar. Biliyorduk ki zirveye çıkınca çölü geçmiş kadar olacaktık.

Dikkatimden kaçmayan bir şey daha vardı; eskiden ağaçlara bez, mendil, ip vesaire bağlardı halkımız. Son zamanlarda bunları göremez olduk. İnsanlarımız doğruyu mu buldu, yoksa devlet “çaput toplama timleri” mi kurdu merak ediyorum doğrusu. Ağaçlara bez bağlama da çok ilginç bir alışkanlığımız doğrusu. Bazen yaptıklarımızın akılla, izanla açıklanır tarafı olmuyor.

İnerken etrafı seyrederek süzülen bizim kervandakiler; çıkışta “suuu, suuu” haykırışları ile etrafını görecek hali olmadan ağııır ağııır ilerlediler ve zirvede çıkış kapısını görünce çölde vaha görmüşçesine sevindiler. Bir büyük eziyet hitam bulmuştu. Geçmiş olsun dedik birbirimize.

Her ne kadar yorucu olsa da gerçekten gezmeye değer bir yer olduğu kanaatindeyim. Fırsat buldukça tarihi ve doğal güzelliklerimizi gezmemiz gerekiyor. Topraklarımız üzerinden ne kadar çok uygarlık geçtiğini tahmin bile edemiyoruz. Madem sonsuza kadar bu topraklarda yaşamak gibi bir idealimiz var; o halde bu uygarlıkların mirasçısıyız demektir. Mirasçısı olduğumuz kültürlerin büyüklüğü ve çeşitliliği bizim en büyük zenginliğimizdir. Bu da bize potansiyel bir güç ve büyüklük sağlıyor.

(*) Devam edecek…

3.11.2008

 
Toplam blog
: 32
: 859
Kayıt tarihi
: 04.12.08
 
 

Hayatı yaşanabilir kılan bilgidir... Vakit buldukça yazmaya çalışıyorum. Yazılamayan, kaydedileme..