Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Aralık '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Cennet bahçelerinden bir bahçe, Cehennem çukurlarından bir çukur-2

Cennet bahçelerinden bir bahçe, Cehennem çukurlarından bir çukur-2
 

Cehennem Çukuru’nun üstten görünüşü. Taş atılan alanlar da görülmektedir. (Ağustos 2008)


Cenneti gördükten sonra cehenneme kimse razı olmaz sanırım. Cennet Çöküğü’nde başlayan gezimiz Cehennem Çukuru ile devam edecek. Kervenımız son olarak “suuu, suuu” avazeleri arasında Cennet’in kapısından çıkmıştı. Hemen karşımızdaki kafeteryayı görünce sevinmedik dersek yalan olur. Biraz moladan sonra Cehennem Çukuru’na doğru hareket ettik. Bölgeyi demir korumalara almaları iyi olmuş. Çoluk çocuk için tehlikeli oluyordu çukurun kenarları.

Cehennem çukurunun kapısından girerken bir kadının sesi duyuluyordu: “Ne yapayım orada. Daha önce gördüm, bildiğin çukur işte, kaç kere bakacağım”. Yanında geldiği kişiye söylüyordu bunları. Evet bildiği çukurdu işte.. öbür taraftaki bildiği taş, bu taraftaki bildiği ağaç, şu taraftaki bildiği kale vesaire. Biz her şeyi biliriz zaten. Biliriz de bildiklerimiz hiçbir şeye yaramaz nedense..

xxx

Turistlerle her yerde karşılaşırız. Özellikle uzakdoğulu olanların hemen hemen hepsi elinde kamera ile dolaşır; en kötü ihtimalle ise fotoğraf makinası.. İçimizden “Çektin de boyun mu uzadı?” diye geçirsek de gıptayla bakarız genellikle onlara. Kamerayla çekince ne oluyor diye bakarsak farkın şu olduğunu görürüz: Kaydeden milletler geleceğe büyük bir arşiv bilgisi ile girerken, kaydetmeyenler dedikodu ve kulaktan dolma bilgilerle bir yerlere varmaya çalışır. Evliya Çelebi’lerin torunları olarak bir yerlerde yanlış yapıyoruz ama farkında değiliz henüz.. Yazılan kitapların ağırlığınca ilim adamlarına altın verilen devirlerimiz -bilinç olarak- yeniden mümkün olacak mı acaba?

İnşallah biz de bu çukurlara bakıp “Hımm, oldukça da derinmiş” demekten öte; tefekkür alemlerine dalıp baktığını gören, en azından görmek için bakanlardan olmak için gayret göstermeye başlarız. Atalarımızla övünüp “bunu zaten biz icat etmiştik” sözleri yerine, onlar gibi icat edenlerden olmalı değil miyiz?

Elimizde doğa harikası bir oluşum var: Cennet Çöküğü, Cehennem Çukuru ve Astım Mağarası’ndan oluşan bu üçlü için yapabildiğimiz tek şey etrafını çevirip girenlerden bilet kesmekten ibaret. Şimdi biz burasının tanıtımı ve değerlendirilmesi için bir atraksiyon yapalım desek akla gelecek tek fikir “festival yapalım” olur. Yaparız bir festival, çalarız davulu zurnayı, yeriz sıkma-börek ve çiğ köfteyi oldu mu size tanıtım..

Oldu mu?.. Olmadı beyler olmadı! Yiyip içtikten ve eğlendikten sonra yapılan bu eylemlerin nerede yapıldığı kimsenin umurunda olmuyor. “Şurada bir festival yapılmıştı, yaa ne güzel bir yerdi orası, hadi bir daha gidelim” diyene ben hiç rastlamadım. Siz rastladıysanaız bilemiyorum. Artık tanıtım mentalitesine bir çekidüzen verme zamanımız geldi sanırım. Bu yüzyıl artık kültürel ve teknolojik imkanların kullanıldığı bir yüzyıl olacak. “Tüketici gençlik” artık yerini “farklılık isteyen gençlik” e bırakıyor.

Bakın size bir örnek vereceğim : Silifke-Konya karayolunun 9.km sinde (Konya yönüne giderken) sağ tarafta bir anıt durur; adı Frederick Barbarossa Anıtı. Nedir, niye yapılmıştır pek bilmeyiz. Dikmişler bir taş bakıp bakıp geçeriz. O anıtın oraya niçin dikildiğini kimden öğrendim dersiniz? Bir italyan yazardan : Adı Umberto Eco.. Yazarın “Baudolino” adlı bir tarihsel romanı var, onu okumuştum..

Roma-Germen imparatoru Frederick Barborossa, zamanın Papa’sının çağrısına uyarak; Kudüs’ü ele geçirerek Kudüs Krallığı’nı yıkan Selahaddin Eyyubi’ nin üzerine yürümek üzere III. Haçlı Seferi’ni başlatır. Bu amaçla Anadolu’yu geçen Barbarosa Silifke yakınlarında o zaman adı Calycadnus Nehri olan Göksu’yu geçerken boğularak ölür. 1971 yılında Alman Büyükelçiliği Barbarossa’nın boğulduğu yere bir anıt taş yaptırır.(Düşünün bir kere; adamlar Haçlı Seferi’ne gelen elemanlarının anıtını yaptırıyor, hem de bizim topraklara, fütursuzca.. Biz ise hala atalarımıza küfür ediyoruz.)

Eco, Baudolino’da Barbarossa’nın bu macerasını ilk başlarda tarihsel bir süreçte verir; ama romanın ilerlerleyen bölümlerinde -tabir yerindeyse- roman kahramanı cozutarak olayı bilim-kurgu filmine çevirir. Bir çeşit tarih-mizah denemesi olan roman sayesinde ben bir zamanlar bir haçlı ordusunun yaşadığım yerlerden geçtiğini, hatta imparatorlarının bu topraklarda can verdiğini öğreniyorum. Kimden öğreniyorum? Bir İtalyan yazardan..

Anadolu üzerindeki değerlerimizi kültürel ve sanatsal organizasyonlarla –ki bu sadece halk oyunları ve yemek kültürü değil- tanıtmalıyız. Ama tanıtacaksak önce kendimiz tanımalıyız. Anadolu deyince aklımıza onyıllar geliyorsa bırakalım bu işi, nasıl olsa yapamayız. Anadolu tarihi denince onbinlerce yıldan bahsetmeliyiz ve de bu yıllara sahip çıkmalıyız. Bu topraklar üzerinde ne olup bitmişse bizim tarihimizdir ve o tarihi yazanların mirasçısı da bizleriz.

Örneğin Cennet-Cehennem bölgesinin bir mitolojik tarihi var. Bununla ilgili belgesel tarzı filmler, bilim-kurgu tarzı filmler yapılabilir. Romanlar, tarih kitapları yazılabilir. İlla mitolojik tarih ile ilgili olması gerekmiyor. Hayal gücümüzü de kullanmalıyız. Başka memleketlerden gelip bize ait yerlerin filmlerini yapıp kitaplarını yazmalarını beklemeyelim. Eloğlu geldi bizim adını sadece tarih kitaplarında andığımız Truva’nın filmini yaptı; bize de kala kala filmde figüranlık yapan tahta atı meydanlara dikmek kaldı. Onca yıl doğru düzgün bir tahta at bile yapamadı onca sanatçı da gittik yabancılardan aldık. Truva üzerine bir sürü de kitap yazıldığını bilirim. Bunları biz yazmadık. Adamlar kendi topraklarının içinde kalmadığı halde yine de atalarının tarihine sahip çıkıyor; sahip çıkmasa da ününden faydalanıp paraya çevirebiliyor. Biz ise ister sınırlarımız içinde kalsın isterse dışında nerdeyse kendimize ait tüm değerleri dışlıyoruz.

Burada yeri gelmişken bölgenin mitolojik tarihinden biraz bahsedeyim: Güya Olimposlu tanrılar ile Titanlar savaşa tutuşurlar ve titanlar bu savaşta yenilirler.Titanlar Toprak ana Gaia’nın torunlarıdır. Doğal olarak Gaia torunlarını imha eden Zeus’tan intikam almak istemektedir. Amacına ulaşmak için Tartaros’la birleşip yüz başlı ejderha Typhon’u dünyaya getirir. Typhon, Astım Mağarası’nda yaşamaktadır. Zeus savaştığı Typhon’u yener ve onu Etna Yanardağı’nın altına kapatmadan önce bir süre Cehennem Çukuru’nda hapseder. Typhon burada Ekidna adlı yarısı kadın yarısı yılan olan bir yaratıkla çiftleşmeyi başararak üç başlı, kuyruğu yılan olan, sivri dişlerinden zehir akıtan korkunç bir yaratık olan Cerberus’un (Cehennem Köpeği) doğumuna neden olur. Yine mitolojiye göre Cerberus, Styx Irmağı’nın bekçisidir ve bu ırmak bu dünya ile öte dünya arasında sınır oluşturur; Cerberus sadece ölülerin öbür tarafa geçmesine izin verir. İşte Cennet Çöküğü’ndeki mağarada sesi duyulan yeraltı ırmağının bu Styx Irmağı olduğu söylenir.

Hikaye bu.. Şimdi bu hikayeden neler çıkmaz ki.. Senaryo hazır, set hazır.. Geriye sadece filmi çevirmek kalıyor. Filmi çeviremedin bari bir kitap yaz be kardeşim. (“Aklına estikçe milleti fırçalıyorsun, sen niye yazmıyorsun” dediğinizi duyar gibiyim. Bilin ki bir yerde fırça atıyorsam onun yarısı kendimedir, kendimi o topluluğun dışında görmem hiçbir zaman).

Bu arada mitolojik hikayede Toprak Ana Gaia’nın adı geçti. Bizde Gayya Çukuru veya Gayya Kuyusu denilen bir tabir var. Hatta Kur’an-ı Kerim’de de geçiyor cehennemde bir vadi ismi olarak. İkisinin arasında bir anlam bağı var mı (yerden bahsetmiyorum, kelimenin etimolojisini kastediyorum) bilemiyorum. İsimlerin kökenlerini incelemek lazım. Neticede şunu biliyoruz ki bizim dinimiz insanoğlunun yeryüzünü şereflendirdiğinden beri var ve zaman zaman bu hanif din deforme edilip bazı uygarlıkların inançlarına ilham kaynağı olmuş olabilir. Hatta inandıkları şeyler bizzat bu inancın saptırılmış hali olabilir. Neyse bu derin bir inceleme konusu ve biraz da beni aşar..

Film çevirin derken birşeyi unuttum. Şimdi bizimkiler film seti falan kurarken bir yere Yunan veya Roma bayrağı falan asarlarsa kriz de çıkabilir. Ola ki vatandaşlarımız “İstemezük biz öyle film milm, astırmayız elalemin bayrağını oraya buraya” derlerse seyreyleyin cümbüşü. Bir de öyle bir huyumuz var; her türlü dalavereyi çeviririz, memleketin kaynaklarını acımadan telef ederiz, vatanın deyim yerindeyse canına okuruz, ama en ufak birşeyde de cama pencereye bayrak asıp kurtarıveririz vatanı.. Kolay iş değil mi?

xxx

Neyse dönelim şimdi gezimize.. Cehennem Çukurunun kapısından geçtik, ilerliyoruz. Cennet Çöküğü ile arasında 75 metra mesafe var. Çukurun derinliği ise 128 metre. İnişi olup çıkışı olmayan çukur dememin sebebi silindir şeklinde olmasıdır. Çukurun üzerine küçük bir balkon yapılmış ve çukura sadece buradan bakabiliyorsunuz. Diğer yerler tel örgülerle kapatılmış. Yani kahramanlık yapıp “Hey bakın çukurun yanına nasıl yaklaştım, yeterince cesurum değil mi?” edebiyatı yapmayı ve olası faciaları engellemişler. Balkondan aşağı bakıp da ürpermemek elde değil. Dile kolay, 128 metre..

Çukurun dibinin fotoğrafını çekeyim dedim; ama elimdeki cep telefonunun dili olsa herhalde “İmdaat! Boğuluyorum” diye çığlık atardı. Elimizde varımız yoğumuz bir telefonumuz var –ki daha taksiti bitmemiş- onu da bu gayya kuyusuna kaptırırsak bir daha oradan alma şansımız yok demişiz, ve sıkmışız var gücümüzle düşmesin diye..

Her nedense Cehennem Çukuru’nun dibi bana Cennet Çöküğü’nden daha yeşil geldi. İnsanoğlunun elinin değmediği belli oluyordu. Bazı kısımlarıysa insanın eli yetişmese de menzili dahilindeydi. Malumunuz olduğu üzere ışık sesten hızlı olduğundan aşağıya attığınız taşın yere düştüğünü gördükten sonra sesi biraz geç geliyor. Millet olarak fizik dersini çok sevdiğimizden; serbest atış, akustik gibi konulara da meyilimiz vardır. O yüzden etraftaki bulduğumuz tüm taş parçalarını sevabına toplayıp çukura atmışızdır. Hem bilimsel bir çalışmaya imza atmanın mutluluğunu tatmış, hem de etraftaki fazlalık taşları insanlar takılıp düşmesin diye imha etmişizdir. Hatta bazı hızını alamayanlarımız serbest atıştan sıkılıp eğik atışı da merak etmişizdir. Bu merakımızı da denizi, trenleri ve polis panzerlerini taşlayarak gidermişizdir. (İnşallah bu cümledeki özneyi mecazdan ve cazdan anlamayan birileri alıp bu adam tren ve panzerleri taşlamış, caiz mi diye yaygarayı basmaz. Öyle ya memleket dilini kaybedenler ve izanını kaybedenlerle doldu taştı. Bilinçli dil provakatörlerini ise hiç saymıyorum; onlarla daha sonraki yazılarımızda hesaplaşacağız).

Anlayacağınız Cehennem ÇUkuru’nun güzelim yeşil bitki örtüsünün bir kısmı bilimsel deneylerin kurbanı olarak taş yığınlarının altında kalmış. Birtakım kişilerin bu çukurla ilgili olur olmaz yorumlarını okuyorum; çukurun derinliğinden başka bir özelliği yokmuş.. Bakmak var bakıyormuş gibi yapmak var.. Görüş alanı niyete göre genişleyip daralır. Biz eğer oraya çukurun derinliğini ölçmeye gitmişsek sarkıtırız hayali bir şakül, ölçer gideriz ipini sonra. Gerçi onun için gelip ölçmeye de gerek yok, hazır ölçülmüşü var. Oysa hep o “elin adamı” diyerek belki de bilinçaltında aşağılamaya çalıştığımız turistler; gezdikleri yerlerin özelliklerini okuyup, inceleyip, neyi göreceklerini, onlara nasıl bakmaları gerektiğini çalışıp öyle geliyorlar. Sonra da bize anlatıyorlar iyi mi?..

xxx

Baktım Cehennem Çukuru’nun dibine.. Taş yığınlarının kaplamadığı bölgelerdeki yeşil bitki örtüsü hayranlık uyandırıcı.. İnsanlardan fellik fellik kaçan bu ağaç ve bitkiler; onlara hiçbir zararı dokunmamasına rağmen taşlanmaktan kurtulamamış. Yeryüzüne kendilerinin çıkma umudu olmamasına rağmen iştahla büyüyüp tohum salmış toprağa, filiz vermişler.. Ve evlatlarını belki bir kuşun gagasında uçarak, belki bir hortumun içinde savrularak, belki de bir yer altı nehrinin akıntılarında yüzerek kendi ulaşamadığı topraklara ulaştırmaya çalışıyorlar. Bağırıyorlar mütemadiyen yukarıdaki anlamsız anlamsız bakan göz çiftlerine sessizce : “Sakın çıkamayacağınız kadar alçalmayın! Hasbelkader kendinizi bir çukurda bulur da çıkmaya umudunuz olmazsa sırtınıza basıp çıkabilecek nesiller yetiştirin”. Sonra başlarınını eğerler önlerine; mırıldanırlar ürkek ürkek : “Yerin dibine de geçseniz sizin bir değeriniz var, ve bakılmaya değer bulunabilirsiniz. İnsan seylapları ardı arkası kesilmeden sizi ziyarete gelebilir. Yaratılmaya değer bulunmuşsanız, değerlisinizdir”. Ardından çukurun dibine yuvarlanmış (atılmış) taşlar konuşmaya başlar : “Çok söylemişti yukardaki arkadaşlar; gelin birlik olalım, ya bir kalede yıkılmaz bir sur, ya da bir yolda geleceğe döşenmiş umutlar olalım diye. Ayrı düştük, gözden de düştük.. Kibire kapıldık zelil olduk. Siz siz olun birlikten beraberlikten ayrılmayın. Yoksa yeriniz gayya kuyuları olur, layıkınız da odur. Yerdeki taşların sözü bitince çukurun duvarlarını oluşturan kayalara verdiler sözü bu sefer.. “Biz böyle değildik eskiden. Birbirine sımsıkı bağlı dev bir kütle idik. Bazılarımızı koruyamadık, kaptırdık yer altı nehirlerine. Nehirler doymak bilmez bir tamahla aldıkça daha çok aldı bizim gafletimizi görerek. Sonunda altımızı oydular, direncimizi kırdılar; çöktük olduğumuz yere..Bilseydik böyle yıkılacağımızı kaptırırmıydık can kardeşlerimizi”.

Çukur dertliydi.. Konuştukça açılıyordu fertleri.. Hemen ayrılma ihtiyacı hissettim o ortamdan. Yoksa bana roman yazdıracaklardı. Demek ki bu çukur bildiğimiz çukur değilmiş. Ve çukurun derinliğinden başka özelliği olmadığını söyleyenlere de çukura bir daha bakmalarını tavsiye ediyorum. Bakmaktan öte bir de konuşmayı denesinler onunla.

Xxx

Gelelim bölgenin tanıtımı için yapılabilecek atraksiyonlara.. Film meselesinden daha önce bahsetmiştim. Bizim de bir ejderha filmimiz olsun. İskoçya’daki Loch Ness Canavarı’nı hatırlarsanız; gündemi epey meşgul etmişti. Gerçi biz de Van Gölü Canavarı’nı denemiştik. Tutmadı ama olsundu.. Bir de Ejderha Typhon’u deneyelim. Filmi yapamıyorsak canavarımız olsun; ya tutarsa… (Şaka yapıyorum. Anlatmak istediğim elalemin tanıtım için, gündemde kalmak için neler yapabildiği.. Yoksa yalan ile abâd olunmaz.)

Bizim (Cehennem Köpeği) Cerberus’u Harry Potter serisinin bir filminde kullanmışlardı sanırım. “Bizim” diyorum sahiplenmek lazım, bütün değerlerimizi kaptırmayalım. “Yok, bize öyle mitoloji falan ters” diyorsak efsaneyi modifiye eder kendimize uygun hale de getirebiliriz. Hayal gücünün sınırı var mı sizce? Yoksa sorun hayal edemememizde mi?

Belgeselcilerimiz nerededir? Cehennem Çukuru’nun zeminindeki bitki ve hayvan gruplarının yaşamı bir belgesele konu olamaz mı? “Tamam; kitap yazma işini üzerim alıyorum” desem, ben de anlamam ki mitolojiden. Herkes bildiği işi yapmalı ama, kimse de o işi yapmıyorsa birisi yapmalı o işi.

Büyük şehirlerde gökdelenlerin merdivenlerinden en üst kata çıkma rekorları denenir. Biz de Cennet Çöküğü’nün merdivenlerinde deneyelim aynı şeyi. Hatta bunu rutin yarışlara da dönüştürebiliriz. Aykırılıksa aykırılık işte.. Hodri meydan… Paraşütle Cehennem Çukuru’na inme aktivasyonlarını deneyebiliriz. Hatta burayı rutin paraşüt kursları vermekte de kullanabiliriz. “Geri nasıl çıkacaklar yukarı” dediğinizi duyar gibiyim. Dağcılık kurslarıyla birleştiririz, geri de tırmanarak çıkarlar. Nasıl fikir ama? Neyse o kadar zor olmasın geri çıkmak. Biraz yardımcı olalım; Cennet Çöküğü’nden biraz daha deniz seviyesine meyilli olarak Cehennem Çukuru’na bir tüp geçit açarız, zemine doğru kalan kısa mesafeyi de dikey bir merdivenle hallederiz. Hem paraşütçüleri kurtarır hem de Cehennem Çukuru’nun manzarasını daha yakından seyretmiş oluruz.

Anlattıklarım size “Zihni Sinir” projeleri gibi gelebilir. Neticede tefekkürün önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Fırsatları marjinal gibi görünenler, hatta bazen ütopik düşünenler yakalamıştır. Benden söylemesi..

Xxx

“Bildiğimiz çukur” a da baktıktan sonra geri dönüş yolu gözüktü. Çocuklar bölgedeki üçüncü oluşum olan Astım Mağarası’na da gitmek istedilerse de vakit epey geç olmuştu. “Oraya ayrıca gelelim” dedik ve ayrılıyorduk ki karşımıza bir “turistik deve” çıktı. Yok espri değil gerçek deve.. Bir müteşebbisimiz “deve turları” düzenliyor orada. Hatta söylediğine göre deve eski yerli filmlerde de oynamış. Kadrolu yani.. Bizim kıza bir tur attırdık devenin sırtında ve oradan ayrıldık. Deve ise köşesine çökmüş etrafı süzüyordu; sanatçı yönünün farkında olduğunu ise zannetmiyorum.


(*) Devam edecek..

(**) Bu serinin bir üçüncüsü daha olacak; Astım (Dilek) Mağarası.. Orayı henüz gezmediğimizden dolayı, gezdikten sonra yazacağım. “Gezmedim ama aslında orası şöyledir, böyledir” gibi sözler ne korkunçtur.

05.11.2008

 
Toplam blog
: 32
: 859
Kayıt tarihi
: 04.12.08
 
 

Hayatı yaşanabilir kılan bilgidir... Vakit buldukça yazmaya çalışıyorum. Yazılamayan, kaydedileme..