Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Aralık '08

 
Kategori
Felsefe
 

Okumak üzerine..

Okumak üzerine..
 

Okumak.. Uygarlıklar eski çağlardan beri bu kelime üzerine inşa edilmiş, gelişimlerini bu kelime üzerinden yapagelmişlerdir. Yazmadan önce okumayı öğrenmiştir insanoğlu.. Tabi ki okumayı dar bir anlamda düşünürsek yazı olmazsa neyi okuyacağız sorusu ortaya çıkar ve kafamız karışır.

Burada okuma üzerine bi parantez açıp kısa bir not düşmek istiyorum: “Yazmak güzeldir; yazar da haklı olarak kendini bir sanatçı olarak görür. Ama bu ona; anlamsız kelimeler ve örgülerden kurulu metinler oluşturup kendini anlaşılmaz kılarak diğer insanlara karşı üstünlük taslama hakkını asla vermez. Yazmak, anlaşılmak içindir. Anlaşılmak için sanatını katletmek de doğru değildir ama yazan ile okuyanın ortak bir paydada buluşacağı metinler ortaya koymak daha faydalı olsa gerektir. Yazan ile okuyan arasındaki düşünce tarzları ve kültür yapıları aynılık göstermeyeceği için yazar yeri geldiğinde anlaşılmayacağını tahmin ettiği kelime ve cümle kümelerini bizzat kendisi çevirmelidir. Bu eylemin onu küçültmesi söz konusu olmadığı gibi bilakis anlaşılabilir kılacağı için kıymetini artıracaktır. Kibir dağları arasında piknik yapan yazarlar daha çoook “vatandaş niçin kitap almıyor, yazdıklarımız niçin okunmuyor” şeklinde feryad-ı figan edecekler, anlamsız gözlerle birbirine bakacaklar, yine de niçin anlaşılamadıklarını anlayamayacaklardır”.

Yazı olmazsa neyi okuyacağız sorusuna geri dönersek Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne başvuru yapmak ihtiyacı hâsıl olmaktadır. Sözlük der ki “okumak” tek bir anlamdan ibaret değildir. Şöyle ki: Bir anlamı, “Yazıya geçirilmiş bir metne bakarak bunu sessizce çözümleyip anlamak veya aynı zamanda seslere çevirmek”. Bunu daha çok başkasına okumak şeklinde kullanıyoruz. Bir başka anlamı ise “Yazılmış bir metnin iletmek istediği şeyleri öğrenmek”. Kendi kendimize gazete ve kitap okurken bu anlamını kullanıyoruz. “Okumuyoruz kardeşim” derken de bu anlamını kastediyoruz. Diğer anlamlarını da “Bir konuyu öğrenmek için okulda, bir öğretmenin yanında veya yazılı şeyler üzerinde çalışmak, öğrenim görmek”, “Şarkı, türkü, şiir vb.ini sesli olarak veya ezgi ile söylemek”, “Hastalığı iyi edeceğini ileri sürerek okuyup üflemek, üfürükçülük etmek”, “Bazı belirtilerle bir anlamı, gizli bir duyguyu anlamak, kavramak”, “Sövmek, küfretmek”, “Bir yere çağırmak, davet etmek, okuntu göndermek” ve “Bir şeyin anlamını çözmek” olarak sayabiliriz. Bu son maddeyi, yani “Bir şeyin anlamını çözmek” maddesini “okuma yapmak” şeklinde de anlayabiliriz sanırım. Bazı yazı ve eserlerin akademik olarak anlamının deşifre edilmesi sanırım bu kategoriye giriyor.

Okumak her zaman öyle harflere, kelimelere, cümlelere bakarak olmaz. Bir insanın aklı okunur, yüzü okunur, duruşu okunur, tavır ve davranışları okunur. Bir ağacın, bir taşın durduğu yer, rengi, özellikleri okunacak bir materyaldir. Bir kitabın, gazetenin, bir yazı parçasının bilinç altına vermek istediği mesaj da bir okuma materyalidir. Yani okuma öyle sadece bir kağıt parçasına sıkıştırılacak kadar dar anlamlı bir olay değildir. İnsana bahşedilmiş ne kadar duyu varsa hepsinin fonksiyonları bir okuma aracıdır. Bu fonksiyonlar beyinde analiz edilir mutlaka ve sese yazıya dökülmese de insanın önüne bir roman yazar bırakır. Haa, kimisi önüne bırakılan bu “kağıt parçalarını!” kağıt olarak görür, kimisi de yeryüzünün en harikulade eserine bakıyormuşçasına kendinden geçer.

Evet; okumak önce başlamıştır yazıdan. İnsanoğlu tabiatı okumuştur ilkönce; yaşadığı ortamı tanımış ve o ortam içindeki konumunu çözmüştür. Sonra birbirlerini okumuştur; tanımış hemcinslerini, çizmiştir çizgilerini..Bununla yetinmeyecekti bu meraklı varlık; yaşadığı küreyi de aşarak kainatı okumaya başlayacaktır. Kimisi diğerlerinden farklı olarak maddi alemi aşıp “gökler ötesini” okumaya başlayacaktır, kimisi de “gaybı” okumaya çalışacaktır. Ama “orada dur” denecektir ve bir daha çizilecektir çizgileri: Okuyabildiğin kadar “okuma yapabilirsin”.

Kainatın Efendisi’ne (s.a.v) “Oku” dendiğinde “Ben okuma bilmem” demişti. Bunun üzerine kendisine nasıl okuması gerektiği öğretilmişti. Okuyacağı sadece bir “Kitap” değildi; “kainatı ve gökler ötesini” okumak öğretilmişti ona. O hem “Okuyan” hem de “Okumayı Öğreten” oldu. Okurken yüksek sesle okudu, okumayı öğretirken anlaşılır olmak için elinden geleni yaptı. Okuyabilenin de okuyamayanın da rehberi oldu.(Buradaki okuma derin manasıyla kullanılmıştır).

Yazar; “okuduklarını” yazarken, okuyucuların arasında “okuma bilenlerin” de “okuma bilmeyenlerin” de olabileceğini düşünecek ve ona göre yazacak.. Kendisi de okumayı öğrenecek, iyi okuyacak. Okuma bilmiyorsa anlatacak bir şey de yoktur.

Bugünlerde kitap fuarları gündeme geldi peşpeşe.. Malum okumamaktan şikayet ediyoruz; belki fırsat olur bu fuarlar dedik. Kitap okumayan biz, gazete okumayan biz, dergi okumayan biz, hatta tabelaları dahi okumayan yine biziz. Bu kadar “okumayan” kelimesi bir araya geldikten sonra siz diyeceksiniz ki “okumayanın ne işi var fuarda”. Yok öyle değil işte.. Okumasak da iyi gezeriz biz. Bilmesek de iyi akıl veririz, görmesek de iyi tarif ederiz. Kitapla dergiyle işimiz olmasa da kitap fuarları tıklım tıklımdır. Hatta bakın büyük fuarlara en çok gezilen yerler sanayi yedek parçalarının olduğu pavyonlardır. Herkes fabrikatör değil ya canım.. Bir de harıl harıl broşür toplarız fuarlarda; sonra da eve götürür çöpe atarız. Okuyacak değildik ya..Kısaca meraklıyız, ama merakımızı iyi kanalize edemiyor ve faydalı işlerde kullanmıyoruz.

Şimdi bunca laftan sonra vatandaşımız fuara gelmeye karar vermiş. Biz onu nasıl kazanacağımızı hesap etmeliyiz. Okumayanı okur haline getirmektir marifet. Ölmek üzere olan hasta muamelesi yapacağız gerekirse ki potansiyel müşteri olabilsin. Öyle mi yapıyoruz? Hayır.. Kapıdan girerken para istiyoruz; senin burada ne işin var der gibi.. Şimdi kendinizi o vatandaşın yerine koyun. Okumayı sevmiyorsunuz ve duyduğunuz için bir bakayım dediniz, veya alacak durumunuz yok da ola ki ucuz bir şey bulur muyum diye umuyorsunuz. Dayandınız kapıya bir bakayım diye; cebinizdeki parayı istiyorlar. Ben olsam geri dönerim. “Adam” hem bana kitaplarını gösterecek reklamını yapacak, hem de benden para alacak. Dünya tersine mi döndü nedir? Promosyon vermeleri gerekirken vatandaşın cebindeki parayı istiyorlar. Beyler o parayı siz yayınevlerinden, onlar da yazarlardan alacak.. Bu “Moskova Sirki” değil(sirkin adı spontane geldi aklıma, Moskova ile bir alıp veremediğim yok), “Kitap Fuarı”.. Vatandaşa sirke gelmiş izleyici muamelesi yaparsanız o da parasını verir, izler ve gider. Haa, “Ben sirkteki hayvanları satmıyorum, gösteri ücreti bana yeter” diyorsanız o da sizin bileceğiniz iş.Ama hiç olmazsa yazarları kandırmayın “kitaplarınızın tanıtımını” yapacağız diye.. Bu tanıtım değil, halkı okumamaya teşvikten başka bir şey değil. Halka promosyon olarak kitaplarınızın içindeki bölümlerden birini kitapçık olarak dağıtsanız belki eve gidince onu okur da kitaplarınız hakkında bir bilgi sahibi olur; amacınız kitap satışını artırmaksa eğer.. Sanki “biz göbeğini kaşıyan adamları istemiyoruz, bizim işimiz havasla” der gibi yayıncılarımız. Hoş havas geçinenlerin de ne kadar havasa yaraşır olduğu da şüpheli ya.

Yıllar önce giriş ücreti şokunu bir de “araba fuarında” yaşamıştım. Orada da giriş ücreti talep etmişlerdi. Misafir olarak gittiğim için girmek zorunda kaldım. Yoksa “arabanız da sizin olsun, fuarınız da “ der çeker giderdim. Hem bana arabalarının reklamını yapmaya çalışıyorlar, hem de bana fuarın sponsorluğunu yaptırmaya çalışıyorlar. Bu nasıl bir zihniyettir. Bu da herhalde “parası olan nasılsa gider bayiden alır, bu fuarı hiçbir zaman bunları almayacak olan göz tiryakileri için açıyoruz. Bakıp yutkunsunlar diye..” felsefesinin bir ürünü galiba.. Neticede bu tür organizasyonlarda tanıtım değil, avamı aşağılama tavırları ağır basmaktadır.

Kitap fiyatlarının tespiti de sanki yukarıda bahsettiğimiz avam-havas ayrımını doğrular nitelikte. Eğer bir kitap hak ettiğinden yüksek bir fiyata satılmaya çalışılıyor ise bu; “bizi öyle herkes okumasın, parası olanlar bize yeter” demektir. Ve bu düşüncede olanların da kitaplar satılmıyor deme hakları bulunmuyor. Sen fiyatları yüksek tutarsan korsan da çıkar, harami de.. Ben eğer bir kitabı bilgisayarın yazıcısından çıktı alarak kendim ciltlediğimde (korsan ciltleme yapmıyorum, maliyet hesabı yapıyorum) piyasada satılan değerinden çok daha ucuza mâl edebiliyorsam kusura bakmayın ama o kitabı siz satamazsınız. Anlaşılan o ki yayıncılarımız “kitap nasıl satılır” ı okumamışlar..

Bütün yayıncılar aynı konumda değil elbette.. Halkı daha çok düşünenler de var ve onlar kitaplarını daha ulaşılabilir konumlarda tutup daha insaflı fiyatlarla satabiliyorlar. Gençlere “Okumak, okumayı öğretir” felsefesini ancak onlara daha ulaşılabilir olduğumuzda öğretiriz. Onlara ayrıca şunu da telkin etmeliyiz: Ne kadar okurlarsa o kadar çok bilirler.

Kitap okurları arasında bir “okuyanlar ve imha edenler”, bir de “okuyup biriktirenler” vardır. Okuyup imha edenler okuduğu kitabı bir daha görmez. O kitaba fazla para da vermez, çünkü onu sahiplenme duygusu zayıftır. Peşini takip etmeyeceği, benim demeyeceği bir şeye niçin bir servet yatırsın. O ucuz kitapları bulur, tüketir ve atar. Haa, yok mu çok para verip tüketenler? Var.. Yalnız iki elin parmaklarını geçmez. Okuyup biriktirenler ise güncel ve popüler kitaplara fazla para vermezler. Çünkü siyasal ve psikolojik atmosfer gereği yazılmış kitaplardır ve devri geçti mi sonraki dönemde okuyanlar için hiçbir anlamı olmaz. Belki istisna olarak yakın tarih kitabı olarak bir anlamı olabilir. Klasik kitaplar ise hiç eskimezler, gerçek okur da bunu bildiği için ona ayrı bir kıymet verir, paraya da kıyar..

Neticede güncel ve popüler olanların daha ucuz satılıp sürümünün bu yolla artırılmasını bekleriz. Çünkü devri geçti mi bir daha satamazsınız. Gördüğümüz uygulama ise tam tersi.. Bu tip kitaplar astronomik fiyatlarla çıkıyor ve çok az bir okuyucuya ulaşıyor. Yayıncı belki az olsun öz olsun taktiği uyguluyor olabilir, ama bu yazarın sırtına kazmayla vurmaya benzer.. Hem okunma oranı azalır, hem de halk irrite olduğundan o yazardan soğur. Bu güne kadar bu taktik tutmuştu; ama artık rekabeti seven ve sürümü ön planda tutan yayıncılar giderek çoğaldı. Ve yazarlar da –eğer biraz stratejiden anlıyorlarsa- bu yayınevlerini tercih edeceklerdir. Bu rekabet ortamı sanırım eskilere tekel döneminin bittiğini hatırlatacaktır.

Okumanın getirisinin olmadığı, okuma şartlarının kötü olduğu bir ortamda gençlerin bilgi sahibi olmasını ve okuma yapma şansının olmasını beklemek biraz hayal olur. Bunun acı sonuçlarını maalesef görüyoruz. Gençlerin gerek görsel, gerek yazılı ve gerekse “klavyesel” ortamlarda konuşurken, yorum yaparken, tartışırken gösterdiği “kifayetsizlik” ve buna rağmen gösterdiği “bilinçaltı narsism” durumunu endişe ile takip etmekteyiz. Toplumumuz –ki buna kendimizi de dahil etmemiz gerekir- okumadan yazmanın, öğrenmeden bilmenin mümkün olduğunu, hatta bazıları okumanın ve öğrenmenin gereksiz olduğunu dahi iddia edebilmektedir. Henüz ergenlik dönemindeki bir genç, kulaktan dolma iki satır bir şey öğrendiğinde yıllarca o yollarda dirsek çürüten, beynini patlatan emekçilere kafa tutmaya kalkmakta, adeta satranç tahtasını rakibinin kafasına geçirince oyunu kazanabileceğini düşünmektedir. Bilgisizlik bir yana tartışma ortamlarında –ki buna fikir teatisi demek daha hoş geliyor bana- edep ve adaba yakışmayan tavırlar gençliğimiz için bir zehirli sarmaşıktan farksız… Kolaya alışmışız bir kere.. Vazgeçemeyiz..(Daha sonra münazara adabı konusunda da bir yazı yazsak iyi olacak galiba).

Gençlerde bu zaafiyeti görüyoruz da yaşlısında yok mu? Avamda var da havas geçinende yok mu?.. Bu hastalık bizim ruhumuza işlemiş bir kere. Biz mühendisten iyi matematiği, imamdan iyi dini, doktordan iyi sağlığı, öğretmenden iyi eğitimi biliriz. Biliriz de bunu kullanmak için eğitimini görmek zor gelir bize. “Hayat okulu” tabirini öğünmek için kullanan bir milletiz biz.. Okuyanları dünkü çocuk olarak görüp, “ben bu işin kitabını yazdım” edalarıyla kılını kıpırdatmadan kahvehane köşelerinde (eskiden kıraathane denirmiş, şimdi kıratla bir alakaları kalmamış) ahkam kesip herkese işini öğreten, iş sorumluluk almaya gelince de “diplomayı bana mı verdiler, maaşı sen alıyorsun” diye kıvıran, hiçbir şey yapamazsa oturduğu yerde “hükümeti devirenler!” bu toplumda diplomalı insanlardan daha sözü dinlenir hale gelmişse şapkamızı önümüze koyup bir düşünelim. Öyle bir düşünelim ki –bu konuda adı çıkan- hindiler dahi kıskansın bizi.

Böyle bir ortamda, yani böyle bir (yalın anlamıyla) okuma ve (derin anlamıyla) “okuma” zafiyetinin olduğu ortamda bunu suiistimal edecek insanlar bulunmaz mı? Bulunur elbet.. Bulunur ki bunlar; dilimizi bizden çok daha iyi bildiği halde, işine gelmediği için, can sıkıntısından, hasetten, tek yeteneği o olduğundan (sıfatları istediğimiz kadar uzatabiliriz) var gücüyle memleketi ihyaya çalışan insanların sözlerinin arasından ters anlamlara gelebilecek bölümleri çıkarıp, sonra evirip-çevirip istediği gibi yorumlayarak onları alaşağı edebileceğini düşünen (hatta geçmişte bunu başaran) , rakipleri destan yazarken kendileri bu destanların içinden (atasözleri tecrübelerin sonucunda toplum tarafından üretildiği halde) atasözü üretmeye çalışan insanlardır. Ve memleketin o tür insanlarla bir yere varamayacağı aşikardır. Ben “bilinçli dil provokatörleri” diyorum onlara. Doğru olmayan bir şey söylediklerinde sakın doğrusunu bilmediklerini düşünmeyin! Bilmekteler, fakat kendilerini havas gördüklerinden avam olarak gördükleri kişilerin doğruyu bilme ihtimalini göz önüne getirmediklerinden kendilerini küçük düşürmektedirler. “Ayaklar baş olamazdı” onlara göre..

Son zamanlarda; daha önceleri “ağzı var dili yok” sınıfına giren (daha doğrusu öyle görülen), entelektüel geçinenlerin havasa dahil etmeye elinin varmadığı “okumuş” aydınlarımızın, hem konuştukları dile hakim olduklarını gösterip hem de provokatörlerin nasıl bir oyunun içinde olduğunu göstermeleri dengeleri değiştirmiş gibi..

Yazınsal ve düşünsel ortamın durumu böyleyken bir daha dönüp bakalım gençliğe.. Onlar Türk dilini mükemmel bir biçimde öğrenmeyi ve bunu aktif olarak kullanmayı hak ediyor. Onları deforme olmuş üzüm salkımları arasında karartmayalım. Konuşması kolay, ama anlaması o kadar kolay olamayabilen dilimizi iyi öğretelim.

Unutmayalım biz birbirimizi anlamazsak, birileri gelip bizi bize anlatmaya kalkıyor. Biz de onlara inanıyor birbirimize giriyoruz. Dış düşmanlarımızı artık tanıyor olmalıyız. Dış düşman derken “bütün dünya bize düşman”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” gibi tekerlemeleri de artık bir kenara bırakmalıyız. Sonuçta dünya bir menfaatler zinciri içinde dönüyor ve her ülke menfaatleri uğruna herşeyi yapıyor. Bizim yapacağımız uyanık olup kendimizi korumaktır. Ama bir de dahili bedhahlar var.. Ve bunlar öyle kolay bulunur cinsten değillerdir.. “Şunlardır” diyenlere de kulak asmayın derim.

Bu konuda yeri geldiği için bir hadis-i şerife atıfta bulunmak istiyorum. Hz. Peygamber (s.a.v)’in anlatımıyla olay şöyle vuku bulur: Bir gün birer çocuğu olan, biri büyük biri küçük iki kadının yanına gelen bir kurt çocuklardan birini kapıp kaçar. İkisi de geride kalan çocuğun kendisine ait olduğunu iddia eder. Anlaşmazlık çözülemeyince Hz. Davud’a dava için müracaatta bulunurlar. Hz. Davud büyük olan kadın lehine hüküm verir; diğeri de hükme razı olmaz. Bunun üzerine Hz. Davud bir bıçak isteyerek; çocuğu ikiye böleceğini ve birer parçasını onlara vereceğini söyler. Bunu duyan küçük olan kadın hakkından feragat eder. Bunun üzerine Hz. Davud çocuğu küçük olan kadına verir.

Şimdi bu hikayeden ne anlıyoruz? Hani bazı filmlerde karşılaşırız ya; birbirinin kopyası olan iki adam karşı karşıya gelir kavga ederler. Sonunda biri yener, ama dostları kazananın iyi adam mı kötü adam mı olduğunu anlayamazlar. Bizim gençliğin de konumu öyle şu anda. Meydanda birçok toplumsal aktör boy göstermekte ve çoğu da diğerlerini “dahili bedhah” olarak lanse etmektedirler. Gençliğimiz kime inanacak dersiniz? İşte size bir ipucu: Yukarıdaki Hz. Davud kıssası.. Eğer memleketin krizlere girmesini, birbirine girmesini kim istemiyor; ortalığı kim karıştırmıyor, kim “Aman haa! Evladımız için, memleketimiz için sineye çekelim”diyorsa, hoş bir ezgideki tabirle “yapraklar üşüse de çiçekler üşümesin” mantığıyla hareket ediyorsa biz hakkını ona teslim etmeliyiz.

Gençliğimiz şunu unutmasın: (Kitap) okumayan (derin) okuyamaz. “Derin yazanlarla” başa çıkmak için “derin okuyanları” yetiştirmeliyiz. Biz bunu geçmişinde başaran ve bu potansiyeli hala taşıyan bir milletiz. Bunu yaparken de “Bilinçli dil provakatörleri” boş durmayacak ve her kelimeyi, her cümleyi, her olayı, kısaca her fırsatı değerlendirmeye çalışacak; kendine ait olan her sıfatın sanki “öteki” olarak gördüklerine aitmiş gibi lansmanını yapacak tır.

Son olarak yine bir hadis-i şerife atıfta bulunmak istiyorum.. “Siz de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduklarınız da hiç şüphesiz ki cehennem odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz (XXI/98)” ayet-i kerimesi indiğinde Hz. Peygamber, Abdullah b.el Ziba’ra ile münazarada bulunmuştur ve Abdullah b.el Ziba’ra şöyle bir itirazda bulunur: Melekler ve Hz.İsa da insanlar tarafından tapılan varlıklardır, onların da azap göreceklerine mi inanıyorsunuz? Hz. Peygamber (s.a.v) ona şöyle cevap verir : Seni kavmin lisanında bilgisiz yapan nedir? Bilmiyor musun, “mâ” harfi arapçada akıl edemeyen nesneler için kullanılır. (Abdullah b.el Ziba’ra bu hadiseden sonra müslüman olup daha önce müslümanları yerdiğinden dolayı özür dilemiştir).

Evet.. Örneğimizde de gördüğümüz gibi hiçbir şey değişmedi: O zaman da anlamak istemeyen anlamıyordu(!), şimdi de öyle.. Bu olay şu an bulunduğumuz atmosfere ne çok benziyor değil mi?

Okuyun.. Okuyun.. Çok okursanız okumayı öğreneceksiniz..

11.11.2008 saat 03.01

 
Toplam blog
: 32
: 859
Kayıt tarihi
: 04.12.08
 
 

Hayatı yaşanabilir kılan bilgidir... Vakit buldukça yazmaya çalışıyorum. Yazılamayan, kaydedileme..