Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '11

 
Kategori
Anılar
 

Cesur yürekli kadının ölümü - 1

Cesur yürekli kadının ölümü - 1
 

CESUR YÜREKLİ KADIN


Başlarken,

Bu yazımda, Kırşehir İli, Mucur İlçesinin Asmakaradam Köyü’ndeki cesur yürekli yaşlı bir çınarının ölümü üzerine Köyün altmışlı yıllarındaki kas, kol gücüne dayanan ve çok zor olan çalışma şartlarını anlatmaya çalıştım. Aslında bu anılarımla o yıllardaki Köyümdeki çalışma şartlarını anlatmakla kalmadım; Mucur İlçesi dahil, Mucur’a bağlı Karkın, Altınyazı (Aflak), Pınarkaya (Kabaca), Karacaali, Aksaklı, Kepez, Babur, Avcı, Aydoğmuş, Büyükkayapa, Küçükkayapa, Çatalarkaç, Karaarkaç, Küçükkavak, Palangıç, Susuz, Karakuyu, Devepınarı, Rahmalar, Yeşilyurt, Yürücek,Acıöz, Kurugöl, Obruk, Tataryeğenağa, Geycek, Güzyurdu, Kıran, Küçükburunağıl, Kızıldağyeniyapan, Dalakçı, Gümüşgümbet, Seyfe,Yazıkınık, Budak, Şatıroğlu, Dağçifliği, İnanç  Bayramuşağı, Bazlamaç, Kızılağıl, Medetsiz  köyleri ile Hacıbektaş’ın İlçesinin köyleri olan Mikail, Kisecik (Büyük Kayı),Çivril, Aşıklar, Çiğdem, Yeniyapan, Büyükburunağıl, Başköy,  Karaova, Hasanlar, Sadık köyleri gibi adlarını saydığım ve sayamadığım  tüm yöre köylerinin de atmışlı yıllarındaki çalışma şartlarını genç nesillere aktarmış oldum. Çünkü köylerin adları ve bağlı olduğu ilçeler farklı da olsa o yıllardaki çalışma şartları hep aynı idi.

O yılların çalışma şartlarını genç nesillere aktarmaya çalışmakla iyi mi yaptım, bilmiyorum. İyi bildiğim tek şey var. Adlarını saydığım köy kökenli bu günkü genç nesiller, o çileli insanların soyundan olan nesillerdir. Arzum o dur ki bugünkü nesiller,  nerede yaşarlarsa yaşasınlar, ne iş yaparlarsa yapsınlar, atalarının yaşadıkları o toprakları, köylerini hiç ama hiç unutmasınlar. Buldukları her fırsatta yollarını ata yurtlarına düşürerek o altmışlı yıllarda kadınlı, erkekli çok çileli yaşamış ve şimdiden toprak olmuş büyüklerimizin, atalarımızın mezarlarına uğrasınlar, mezar taşlarına ellerini sürsünler. Manevi huzurlarında bir “Fatiha” okusunlar, o onlara yeter. 

Çeşme /İzmir, 15 Mayıs 2011

Mehmet TURAN 

                                          Cesur Yürekli Kadının Ölümü 

                                                                   Anılar – 1

Kırşehir İli, Mucur İlçesinin Asmakaradam Köyü’nde yaşamış olan Meryem Bacı (Meryem Dündar),  yiğit yürekli bir kadındı. Ondaki yürek, bir köyün torunu, topunu bir eşeğin sırtına şelek edebilecek kadar cesur bir yürekti.  Kendisi, hani bizim oralarda derler ya : “Kemiğini hiç kimseye kemirtmeyen”  cinsten yaman bir kadındı.

Köy kökenli şimdiki nesil, yokluk görmeden büyüyorlar. Çok rahatlar. Köy ve köyümün insanları, altmışlı, yetmişli yıllarda çok yoksuldu. Tarım ilkeldi. Köyün tarlalarında ayrık otu kulaç atar, ekin yerine pıtrak biterdi.

Şimdiden tamamı toprak olmuş dedelerimizin, babalarımızın sırtlarında güneşin soldurduğu,  boyun yakaları yamalı, dirsekleri aşınmış mintanları bulunurdu. Pazara giderken eli yüzü düzgün, yaması olmayan giyecek pantolon bulamazlardı. Bazen birbirinden ödünç pantolon, ceket alarak pazara gittikleri olurdu. Günlük giydikleri pantolonun bir ipliğini çeksen birkaç yaması yere düşerdi.  O yıllarda bizler çocuktuk. Kalın kaşlarının altında boncuk siyahî ışıltılı gözleriyle bakan Halil Emminin (Halil Yavuz’un) şapkası dokuz yamalıydı.

Bunları niçin anlatıyorum? Meryem Bacı da diğer köylülerim gibi o dönemleri yaşadı. Yoksulluk, yokluk dönemleri oldu. Ancak kendisi ekmeğini taştan çıkaracak cinsten dirayetli bir kadındı. Çaresizlik nedir bilmezdi. Evde pişirecek hiçbir şey bulamazsa bıçağı eline alır; yazıda, yabanda, kuzukulağı, madımak toplar, kıyar içine bir avuç bulgur atar, yine çocuklarının önüne sıcak yemek koyardı.

Meryem Bacı, çok önceden rahmetli olmuş Ömer Emminin (Ömer Dündar’ın) hanımıydı.Geycek Köyü’nden, dağın öteki yamacından Asmakaradam Köyü düzüne gelin gelmişti. Becerikli bir kadındı. İşini, aşını iyi bilirdi. Okuması, yazması olmayan Köyün maharetli ebesiydi. Aynı zamanda düğünlerin “Mengen Aşçısı” ayarında aranan baş aşçısıydı. Onun zamanında Dünyaya yeni gelen çocukların çoğu, ilk çığlıklarını Meryem Bacının kolları arasında atmış, göbekleri de onun eliyle bağlanmıştır. Çocuklarının mutlulukları için düğün, dernek kurmuş olan köylülerim; Meryem Bacının kazanında pişmiş, tadı, tuzu yerinde lezzetli yemekleri misafirlerine ikram etmişlerdir.

Meryem Bacı, ihtiyarlığının nihai sınırına, son demine kadar yaşadı. Ayakta, sağlıklı bir ömür sürdürdü. Eski topraktı. Rahmetli olmuş diğer eski topraklar gibi Meryem Bacı da yaşı, çağı gereği doğal beslendi. Sağlamdı, iyi yaş yaşadı. Nasip oldu, torunlarının çocukları ile onlardan doğanları gördü. Şimdilerden düşünüyorum da; insanları maddi ve manevi olarak çok sıkan, yıpratan, büyük şehirlerin acımasız, gürültülü, stresli yaşantısında, sinirleri geren, rekabetçi dünyasında, böylesi bir ömürü yaşamak ya çok zordur.  Ya da çok az insana nasip olacak olan bir ömürdür.

Dün sabahın erken saatleriydi. Büyük şehirlerin uğuldayan gürültüsünden, koşuşturan insan kalabalığından uzakta; Ege Denizinin kıyısı Ege’nin turistik, şirin bir ilçesi olan Çeşme’deydim. Yazlıkçılar henüz yazlıklarına gelmediklerinden Mayıs ayında Çeşme’nin kuzeyindeki tatil siteleri bomboştu. Her tarafta sakinlik ve sessizlik vardı. Yürüyüşe çıkmıştım. Ege’nin öteki kıyısı, Çeşme'nin karşısındaki Sakız Adasının camlarına güneş ilk ışıklarını vurmuş, kırılan ışıklarını bu tarafa yansıyor,  Ada önündeki beyaz bir gemi rotasını İzmir’e doğru kırmış salına salına gidiyordu.  Bir önceki gün sert esen rüzgâr, o sabah hiç esmeyecek gibi susmuştu. Bütün gün hırçın dalgalarıyla kıyıları döven deniz,  sabahtan, Sakız Adası ile Çeşme arasına masmavi çarşafını sermiş, bir aşağı, bir yukarı tatlı bir şekilde salınıyordu. Cam gibi berrak su, sert kayalıkların, taşlıkların arasında bir ileri bir geri giderek beyaz köpükler oluşturuyordu. Sabahın erken saatinde kıyılarla oynaşan deniz’in dayanılmaz bir çekiciliği vardı. Bu kıyısından denize atlayıp, bağırına kulaç vura vura Sakız Adası kıyılarına çıkmak geliyordu insanın içinden…

Kaldığım yere döndüm, duşumu aldım, günlük tıraşımı oluyordum. Telefonum çaldı. Arayan kardeşimdi. Kötü haber tez yayılır derler ya. Meryem Bacının rahmetli olduğunu bana duyurdu. Bende ani bir kırılganlık oldu. Birden içimden acı bir burukluk hissettim. Olduğum yerde donup kaldım. Kendi kendime: “Köyümüm yaşlı bir çınarı daha ebediyete, sonsuzluğa doğru akıp gitti.” dedim. 

Kardeşim, Meryem bacının cenazesine katılıp katılamayacağımı sordu. Beni Ankara’da biliyormuş. Ben, on gündür İzmir’ deyim. Birkaç günlüğüne de Çeşme’ ye geldim. Görevim ve işim icabı bir hafta daha İzmir’ de kalmam gerekiyor. Ankara’ da olsaydım mutlaka köye giderdim. Cenazesine katılır, Köyümün en yaşlı çınarı olan Meryem Bacıma, son insani görevimi yerine getirmiş olurdum. Olmadı, nasip değilmiş.

Ölüm, alsan alınmaz, satsan satılmaz. Ölüm, her canlının, herkesin yanı başındadır. Ancak gel gör ki ölümün zamanı belli değildir. Her yerde, her zaman kapımızı çalabilir. Dünyanın temeli böyle kurulmuştur. Bir hak olan ölümün de hayırlısını dilemek lazım. Üç gün yatak, dördüncü gün toprak olacak olan bir ölüm…

Meryem Bacının mekânı cennet olsun. Allah kalanlarına uzun ömürler versin.

Yüzlerini güneşin esmerleştirdiği ağabeylerimize altmışlı yılların ortası ve sonraki yıllarda Almanya’nın yolu gözükmüştü. O yıllar, karaşın yiğitler  ekmek parası için birkaç yıl kalmayı düşündükleri ancak uzun yıllar sürecek olan acı gurbet yolculuğuna çıkmaya başladıkları yıllardı.

İşte o altmışlı yılların ortası ile yetmişli yılların başı olan o yıllarda, rahmetli Meryem Bacılar ile diğer köylülerim orta yaş ve üzeri yaşlarını yaşarlarken, bizim kuşaklar o yıllarda yedi, sekiz yaşlarında olan çocuklardık. Bizler, o yaşlarda ve daha sonraki yıllarda kuzu, koyun güttük. At, öküz çobanlığı yaptık. Aslında çocuklar olarak bizler, o yıllarda, zorun kolayını yaptık.Oysa Meryem Bacılar, analarımız olan onlar, o nesiller hiç dur, durak bilmezlerdi. 

Onların yazı, yaban işleri karların kalktığı baharının ilk ılık günlerinde başlardı. Ölüm uykusundan uyanan toprağın kabarıp, gevşediği bir zamanda;  kar suyundan hölleşen ve burcu burcu kokan toprağın  o güzel kokusunu etrafına yaydığı zamanda başlar, son güz ayının son günlerine, gökyüzünün boz bulanık kar bulutlarıyla kaplandığı o günlere kadar devam ederdi.

İşlerin en yoğunlaştığı zaman da yaz aylarıydı. Bu aylarda yapılan ve yapılacak olan işlerin yoğunluğu o kadar çok fazla olurdu ki; o merhametli, sıcak yürekli insanlar başlarını kaşıyacak zaman bulamazlardı. Çoğu zaman böylesi günlerde akşamın geç vakitlerinde tarladan eve dönerler, yorgunluktan yemeklerini zor yerlerdi. Yemeğin hemen sonrası geriye çekilirler, daha yemek sofrası ortadayken, geriye çekilip oturdukları yerde uyuyup kalırlardı. Bozkırın kuru, soğuk rüzgârlarının o nasırlı ellerini karattığı, boz bulanık sarı sıcağının gül yüzlerini sarattığı, alınları güneş yanığı yiğit analarımız olan onlar; yatıp kalktığı yerleri, nasıl yatıp, nasıl kalktıklarını bilemezlerdi. Gündüzleri geceye, geceleri gündüze karışırdı.

O nesiller, her sabah derin uykularından bir önceki günün yorgunluğunu henüz üzerlerinden atamamış olarak uyanırlardı. Çok erken, sabahın alaca karanlığında yataklarından kalkarlardı. Hiçbir zaman sabah güneşini üzerilerine doğdurmazlardı. Her sabah uyku mahmurluğundan ayılmak için yüzlerine soğuk su serperler, kovandaki arılar gibi hemen işe başlarlardı.

Babalarımız eşeği ahırdan çıkarıp üzerine minder ve heybesini atıncaya kadar, evimizin, ocağımızın orta direği olan analarımız, Meryem Bacılar akşamdan suladıkları yumuşacık olmuş yufka ekmeği çiftlerler, büküm yaparlardı. O anda evde ne katık varsa, her ne varsa onlardan öğle vaktinde babalarımızın yemesi için azık bohçası hazırlarlardı. Bir yandan da tuzsuz tereyağı ya da sütün kaymağının içine yatırıldığı yumuşacık yufka ekmekten bir dürümü, sabahın bu erken zamanında yemeleri için babalarımızın eline tutuştururlardı. Hazırladıkları azık bohçasını, çalışılacak alet ve edevatı heybenin bir gözüne, heybenin diğer bir gözüne de su dolu bir testi yerleştirirler, güneşin daha doğmadığı sabahın ilk saatlerinde babalarımızı bağa, bahçeye, çifte, çubuğa gönderirlerdi.

Babalarımızı işe göndermelerinden sonra sıra çocukları uyandırmaya gelirdi. Çocukların ayağa dikilmesi ile birlikte odanın sedirlerinde serili olan yün yatakları, yorganları ağır döşekleri toplayıp, katlayıp yüklüklere üst üste kayarlardı. O yazı, yaban işinin olmadığı uzun kış gecelerinde kirkit seslerinin susmadığı ıstarlar kurarak, nakış nakış işledikleri, kok boya yün iplikten ilmek ilmek dokudukları, güzel motiflerle bezenmiş kalıp gibi duran dikdörtgen yastıkları, sedirlerin duvarlarına dayarlar, önlerine minderlerini sererlerdi.

Hiç zaman kaybetmezlerdi, çoğu gün de haşlanmış yumurta ve yeşil soğandan ya da pekmezin ekşisinden oluşan, eşlerine yaptıkları gibi çocuklarının da azıklarını hazırlarlar, bütün gün yufka ekmeği yumuşacık tutan, tımar edilip, işlenmiş keçi derisinden yapılmış “dağarcık” içine yerleştirirler, dağarcıkları çocuklarının bellerine bağlarlardı. Sabahın bu erken saatinde ekmek içine tuzsuz tereyağı ya da sütün kaymağının yatırarak yumuşacık yufkadan dürüm dürerek çocuklarının eline tutuştururlar, onları da öküz, at, kuzu, koyun gütmeye gönderirlerdi.  

Cesur yürekli Meryem Bacılar ve mert analarımız olan onlar her gün, bütün gün ayakta olurlardı. Yeni doğmuş güneş daha ilk ışıklarını gökyüzünün derinliklerine gönderdiği sabahın erken saatlerinde inekleri sağarlar, sağdıkları inekleri sığır çobanının önüne katarlardı. Aynı süt sağma işini bu kez de ineklerin eve geldiği, akşamleyin, gün batımına yakın olan bir vakitte, güneşin batı tarafından yeryüzüne iyice yaklaşıp kocaman ateş topuna döndüğü,  akşam ufkunu koyu gül kırmızısına çevirdiği bir vakitte yaparlardı.

Süt sağma işi sabah, akşam sağılan ineklerle kalmazdı. Tüm yaz, öğle ile ikindi arası bir vakitte koyunları, keçileri de sağarlardı. O yıllarda köyde bir, iki sürü davar yaylıma çıkardı. Köyün en fakirinin kapısında bile çobanın sürüsüne katılan yirmi, otuz kadar sağmal koyun, keçi bulunurdu. Her gün, baharın yaza geçtiği o aylarda,  analarımız olan onlar;  çalıştıkları bağda, bahçede, tarlada, bir göçlük uzakta olan o yerlerden yollara düşerler, sarı sıcağın altında yayak yapıldak koşarcasına soluk soluğa eve gelirler koyunları, keçileri sağarlardı. Sağılmış bir yandan da öğleden ikindi vaktine kadar tuz yalamış, dinlenmiş olan koyunları, keçileri köyün sürüsünün yürümesiyle  birlikte çobanın önüne katarak yaylıma gönderirlerdi.

Bunlarla da kalmazlardı. Zaman geçirmeksizin hemen tandır kurarlardı. Temeklerde süpürdükleri kurumuş “kerme” kırıntıları ile koyunların, keçilerin “kık” lardan oluşan saçmaları tandıra saçarlar, yarı dumanlı koyu kırmızı far ateşten, o günün helkeler dolusu birikmiş sütünü pişirirlerdi. Teleme peynir yaparlar, yoğurt çalarlardı.  Bir sonraki günün sabahı da, daha sabahın ilk serinliğinde cıngıllar dolusu yoğurttan turfan ile topaç üstünde saatler sürecek olan yayık yayarak tereyağı alırlardı. Yayık sonrası evin içinde kekik kokusuna benzer burcu, burcu kokan tereyağı kokusu ile kovalar dolusu ayrandan yayılan taze ayran kokusu birbirine karışırdı. Tereyağdaki ayranın gitmesi için analarımız olan onlar; yağı bir tencerede  yıkarlar, suyunu süzdürüp, tuzlayıp ağaç kaşıklarla topraktan yapılmış cerelere ya da çanaklara basarak kara kışa katık alırlardı. 

Diğer bozkır köylerinde olduğu gibi köydeki insanların ekim, dikim yapmak için toprakla en çok uğraşıp, cebelleştikleri aylar bahar ayları olurdu. Bu ayların yağışlı geçen günleri hariç günün hiçbirini mecbur kalmadıkça asla ve asla boş geçirmezlerdi. Havaların yeni ılımaya, toprağın tava gelmeye başladığı o günlerinde hasatı bol ürün almak arzusuyla bütün güçlerini ve günlerini toprağa vererek çalışmaya başlarlar, kar soğuğu kapıya dayanıncaya kadar da nasırlaşmış ellerini topraktan hiç çekmezlerdi.

Daha Mart ayının ilk günlerinde tarlaya yazlık yulaf, sonraki günlerde de nohut, mercimek ekerlerdi. Yine Mart ayı içinde bağlardaki asmaların gözlerini açarlardı. Babalarımız toprağın suyu asmalara yürümeye başladığı bir zamanda bağ budarlardı. O yıl üzüm verecek kalemleri asmaların üzerinde bıraktıktan sonra önceki yıldan kalan tüm dallarını bağ bıçkılarıyla kesip atarlardı. Babalarımızın ardından da Meryem Bacılar, analarımız olan onlar, kesilen dalları tek tek toplayıp asma çubuklarından kucaklar dolusu şelekler yaparlardı. Top top şelekleri pekmez zamanı bağ tandırında yakmak için bir araya toplayıp, üst üste yığarlardı.

Bağ tırmanlarındaki kaysı ağaçlarının baharın ilk ılık günlerine dayanamayıp diğer ağaçlardan önce çiçeklerini  açıp,gururlu bir şekilde bembeyaz gelinliklerini giyerek o  dayanılmaz güzellikleri, kokuları ile bal arılarını kendine çektiği o  günlerde, işte, o günlerde; Meryem Bacılar, analarımız olan onlar,  erkek ırgatlar gibi toprağa bel atarlardı. Tüm asma çubuklarının aralarını, bir iki dönümlük bağı babalarımızla birlikte bellerlerdi.

Orta Anadolu bozkırındaki köylerin çift sürme zamanı hiç şaşmazdı. O nesiller, öküzle, atla çift sürme işine Nisan ayının ortalarında başlarlar, Mayıs ayının sonlarına doğru bitirirlerdi. Havaların yağışlı gittiği bazı senelerde çift sürme işi, Haziran ayı ortalarına doğru da sarktığı olurdu.  Babalarımız  çift sürmeye başlamadan önce her gün yaptıkları  ilk iş, çifte koştukları atların ya da öküzlerin karınlarını doyurmak olurdu. Daha tan yerinin sökmediği o gecenin karanlığında öküzleri ya da atları ahırdan çıkarıp, yaylıma götürürlerdi. Suyunun geçtiği ark kenarı yeşil çayırlardan, ekin tarlalarının tırman otlarından  öküzlerin ya da atların karınlarını doyururlar, sonra vakit geçirmeksizin, sabahın erken serinliğinde, güneşin ufukta kulağını daha yeni göstereceği  bir vakitte onları  çifte koşarlardı. O sırada tarlaya yeni gelmiş olan henüz bıyığı yeni terlemiş  nemli toprağın aynasına  yapıştığı ağır demir pulluğu dönek başlarında kaldırıp, çevirmekte çok zorlanan dal boylu oğluyla birlikte soluklanarak  tarlayı evlek evlek öğle sıcakları bastırıncaya kadar  sürerlerdi..

Meryem Bacılar, analarımız olan onlarda boş durmazlardı.  Bel ellerinde çoğu zaman tek başlarına “Ilıman Özünde” bulunan bostan tarlasına giderler, alt üst, ters yüz ederek toprağa kıska sokarlar, patates gözesi açıp, kapatıp karık karık fasulye, domates, salatalık, biber, havuç, turp ekerler, karıkların kelilerine mısır, çetene atarlar, bir karış toprağı boş bırakmazlar, her karışını değerlendirirlerdi. Nisan ayı içindeki bostan ekme işi bir iki hafta sürerdi.

Daha sonraki haftalarda da bostan ektikleri karıkları çapalarlar, otunu alırlardı. Yağmur bulutlarının çekildiği, gökyüzünün cam gibi berraklaştığı, sıcakların toprağın nemini alıp; yer yer, damar damar çatlattığı, güneşin köksüz bozkır bitkisini kavurup kurutmaya başladığı o günlerde de başlarındaki bürgüyü geriye atarak, baldırlarını yukarı toplarlar, ayaklarının yalın ederler, erkekler gibi bel omuzlarında “Ilıman Özünün” akarsuyunu ta bendinde tutarlardı.  Arkların savaklarını kapata kapata bostana su getirirler, her hafta arklardan karıklara su verirlerdi.

Bostanın gürleşmesi için daha önceden eşeklerle seklemler dolusu olarak bostan tarlasının taşınmış bir kenara yığılmış olan kül, gübür karışımından oluşan gübreyi suyunu yeni çekmiş nemli karıklara saçarlardı. Her sulamadan sonra da aynı şeyi yapmaya, bostan dal, fidan olup çiçeğe duruncaya kadar gübrelemeye devam ederlerdi. Analarımızın ellerinden yetişen bostanın dadına doyum olmazdı.

Onların dur durakları olmazdı. Atmışlı yetmişli yıllarda bu gün olduğu gibi köy evlerinin avlularında, evin mutfağında akan şebeke suyu yoktu. Her ev su ihtiyacını evden bir, iki kilometre uzakta bulunan çeşmelerden karşılardı. O yıllarda, çeşmeden eve su taşıma işini yiğit yürekli Meryem Bacılar, sevgide çatal yürekli, merhametli annelerimiz yaparlardı. Bir, iki yaş arayla boy boy beş, altı çocuk doğurmuş anneler olarak onlar; ev horantasının, koyunun, kuzunun, tavuğun, cücüğün içmesi için, yemek yapıp, bulaşık yıkamak için sabah, akşam, yaz, kış, sıcak, soğuk demezler yıl on iki ay, gün üç yüz altmış beş gün çeşmeden eve su taşırlardı. Su taşıma işini çoğu zamanda iki testi sırtlarında, bir testi ellerinde masum küçük elleriyle annesinin eteğine tutunmuş, annesin yanında küçük adımlarla tıpıl tıpıl yürüyen küçük çocuklarıyla birlikte soluklana soluklana yaparlardı. Anneler olarak onlar, onca işleri arasında ancak suyolunda yürürken çocuklarıyla konuşma, onları sevme fırsatını bulurlardı. Her yere oturup, her soluklanmalarında, çocuklarını bağırlarına basarak, onlara olan sevgilerini daha içten yaşarlardı. İşte o zaman çocuklarda annelerinin sıcaklığını daha yakından hissederdi.

Annelerimiz olan onlar, Meryem Bacılar bir o tarafa, bir bu tarafa koşturarak diğer işlerini yaparlarken bir yandan da istisnasız her sabah ve akşam evin ırgatlarına (horantasına) yemek yapıp, yer sofrası hazırlarlardı. Onların günlük iş kaygısından gündüzleri geceye, geceleri gündüze karışırdı. Günlerin ve zamanın nasıl geçtiğini bilmezlerdi. Onların yaptıkları, o yıllarda biz çocukların yaptığı çobanlık gibi zorun kolayı değildi. Çok çaba, emek, güç isteyen zorun çok daha zoru olan, en zor işlerdi.

Onların yaptıkları işler, nasıl zorun en zoru olmasın ki? Daha ekinlere girilmeden, tırpanla ekinler biçilmeye başlamadan önce, nohut ve mercimeğin yolunması, koca bir tarla dolusu nohut ya da mercimeğin olgunlaşmaya yüz tutması birlikte ala çağlı, yolunup bitirilmesi gerekir. Zira nohut, mercimek ala çağlılık zamanı geçer, tarlada kurursa, yolunurken çıtır çıtır kırılır, taneleri tarlaya saçılır, bütün emekleri ellerine gelebilirdi. Onun için nohut ve mercimeğin ala çağlık zamanını geçirmemek lazım. Bu iş için büyüklü, küçüklü, çoluk, çocuk ailenin tüm fertleri ve yardıma gelen komşularla birlikte tarlaya giderler, tarlanın ta başına bir sıra dahilinde yan yana dizilirlerdi.  Çömütük bir vaziyette,  yoruldukça da dizlerini yere, taşa, toprağa vererek sarı sıcağın altında koyu yeşile boyanmış, çamurlaşmış elleriyle büyük bir tarla nohut ya da mercimeği kökleriyle birlikte avuç avuç yollar, yolunmuş olan nohut ya da mercimekleri arkalarına demet demet yığarlardı.  Demetlerden oluşan öbekler tarlanın tüm yüzeyini kaplardı.

Birkaç gün sonra da birbirinin içine girmiş vaziyette tarlada kurumuş olan öbekleri dirgen ya da anadutla toplayarak at arabası salları ya da kağnılara vurup, harman yerine taşırlardı. Nohut ya da mercimek harmanı dökerlerdi.  Ekin harmanlarına göre daha küçük olan mercimek ve nohut harmanını azar azar yanlara yayarak harmanın tümünü döven sürerek, bazen de sopalarla döverek nohut ya da mercimeği samanı, kesmiği ile karışık bir hale getirirlerdi. Sonra da poyraz rüzgârından savurarak kendi samandan, kesmiğinden ayırırlardı.

Bu işlerden sonra çok geçmez Haziran’ın ortalarında ya da yirmisine doğru diğer ekinlerden önce olgunlaşıp, yeşilden altın sarısına dönüşmüş arpalara girerek tırpanla arpa biçmeye başlarlardı. Arpalara girilmenin haftasına kalmaz ya da haftayı birkaç gün geçer bir zamanda firiklikten çıkıp sarmaya başlamış olan buğdaylarda girerlerdi.Tarla tarla ekinlere Temmuz’un sonuna kadar tırpan çalmaya devem ederlerdi.

Babalarımız sırtlarında tozdan, terden, tuzdan kemikleşmiş işlikleri ile sarı sıcağın altında, ayaklarında ağır töngü ile her bir tarlada sararmış arpalara, buğdaylara, çavdarlara, yulaflara tırpan çalıp,   bir yandan da ip gibi düzgün desteleri sıralarken;  şefkatli, merhametli, yiğit analarımız olan onlar da babalarımızın yanı başında, o bunaltıcı sıcağın altında, ekin destelerini yığınlara taşırlardı. Daha sonra ağır bir tırmığın kadak mıhtan uzun dişleri taşa, ot köküne takıldı  demezler toz toprak içinde kolları kürek kemiğinden sökülürcesine, koca tarlaların tüm yüzeyini taralardı.  Tırmıkla tarlaya düşmüş olan ekinleri toplarlardı.

Kağnıları, arabaları yığınlara yanaştırırlar, yığınlar dolusu sapları kağnı veyahut araba sallarına vururlardı. Analarımız olan onların çok çalışmaktan; avuç içi, avuç ayaları patlar, ayak topukları çatlar, yarılır, elleri, ayakları nasırlaşır, nasırdan kabuk bağlardı. Ayaklarında soğukkuyu kara lastik ayakkabı, çoğu zamanda yalın ayak, sap yüklü salların, kağnıların yanı başında yürüyerek sapları harman yerine taşırlardı. Harman yerinde kağnıların üzerine çıkıp, dirgenlerle sapları harmana dökerlerdi.

Tarlada; kağnı ya da at arabası salına ekin yükleme işi de arpalara girilmesi ile birlikte başlar, Temmuz ayının son haftasına kadar devam ederdi. O yıllarda kağnı ya da at arabası salına sap vurma işi, zorun en zoru olan işlerden birisiydi.  

 

*****  

 

Anılarımı burada keserek bir açıklama yapmak istiyorum. Bu satırları yazan bir kişi olarak ön gençlik çağımı köyümde geçirdim. On sekiz yaşıma kadar köyde kaldım. Gençliğimi yaşadığım yıllarda tarlalarda at arabası salına sap vurup, harman yerine getirip, harman dökme işlerini çok yaptım. Bu işlerin zorluğunu en iyi bilenlerden biriside benim .   

Köyümün en yaşlı çınarı ve cesur yürekli kadını olan Meryem Bacının ölümü üzerine bu anılarımı yazarken bir yandan da o günleri, o çileli günleri düşündüm. Yazı, yabana daha kuşluk vakti olan o erken saatlerde sıcaklar çökerdi. Temmuz’un sarı sıcağı tepeden vurup, her şeyi cayır cayır yakarken; göz ufkuna sıcağın sisi oturur, hava cam kesilirdi. Kavuran sıcaktan algılamalarınız değişir, kendinizi sanki çölde hissedersiniz.  O çölde, hangi yöne bakarsanız bakın her tarafta suların oluşturduğu serap denizi görünür, güneş ışıkları serap denizine vurmuş, yansımış gibi hava parıl parıl parlardı. Yazının yabanın kurdu, kuşu sıcaktan bunalır, taş, toprak altı, delik, dirsek demezler gölgelik bir yer ararlardı.

Böylesi bir sıcağın altında,  bıyığı daha yeni terlemiş biri için avuç içlerine zor sığan kalın saplı, hantal bir anadut ile içi dolu başaklardan dolayı ağırlaşmış ekin destelerini yığından söküp, iki üç adam boyu kaldırıp, at arabası salına ya da kağnıya üst üste yerleştirmesi ne çok zor olurdu. Ağır ekin destelerini yığından söküp yukarı kaldırırken, insanın vücudu kasılır, taş kesilirdi. Göbeği patlayacak gibi olurdu. 

Bu şekilde devam eden yükleme işini sonlandırıp bitirinceye kadar insanın vücudu su keser, sırılsıklam olurdu. Yüzlerdeki ve alındaki, ter aşağı doğru kayar, çene altına birikerek su damlacıkları oluştururdu. Yüzünüzdeki çenenizdeki teri elinizle sildiğinizde elinizde bulunan toprağın tozu ince bir çamura dönüşürdü.

Güneşin tepeye dikildiği, her şeyi cayır cayır kavurduğu işte o saatlerde, çalışmak daha da zorlaşırdı, zorun zoru olurdu. Vücut bitkin düşerdi. Vücudun hararetinden taslar dolusu su içersiniz bile yarım saat sonra taslar dolusu suyu siz hiç içmemişsiniz sanki içen siz değil missiniz gibi dudaklarınız buruşur, diliniz damağınız kurumaya başlar, ağzınızdan yutkunmaya tükürük bulamazsınız. Kağnı ya da araba sallarına her sap vuruşunuzda aynı şeyleri defalarca yaşarsınız. Çok gayretli olsanız bile yakın tarlalarda günde dört defa, uzak tarlalardan da günde en fazla üç defa, kağnı veyahut at arabası salları ile ekinler harman yerine taşınabilirdi. Her gün istisnasız bu şekilde yapılan işler bir aya yakın bir süre devam ettiğinden varın cefakeş analarımızın o bıkkın, perişan halini bir de sizler düşünün.

Bu gün artık bu işlerin hiç birisi yok. Tarım makineleşti ve daha da teknikleşti. Daha önceleri ayrıkların kulaç attığı, pıtrakların dal budak olduğu tarlalarda bu gün kamış gibi buğday bitiyor. Tonlarca ürün alınıyor. Dahası her şey makine gücüyle birkaç günde, çok olsa bir kaç hafta içinde yapılıyor. Tohumu tarlaya mibzer ekiyor, ekini biçerdöver biçiyor, sizlere traktörle ofise buğdayı taşımak kalıyor.

Öylesine zor şartlar olmasına rağmen o yıllarda, o nesillerin yüreklerinde büyük bir mücadele gücü, gözlerinde başarma azminin kararlığı vardı. Tırnakları ile toprağı kazıyarak, alın terleri ile toprağı ıslatarak, ekerek, dikerek, yetiştirerek, sürerek, savurarak rızıklarını temin ederlerdi. Aç değillerdi, varlıklı da değillerdi. Çok çocuklu ailelerdi. Karınlarını doyuruyorlar ama pazara götürüp satabilecekleri bir artı değer elde edemiyorlardı. Son Güz aylarında pazara birkaç koyun, keçi inek dana indiriyorlar, Birkaç seklem buğday götürüyor. Yok pahasına celepçi ya da buğday tüccarına veriyorlar. Sınırlı paralarıyla da ancak çok ihtiyaç duydukları gaz, bez, tuz, alıyorlardı. Zorlanarak da olsa elzem olan üst, baş alarak eve dönüyorlardı. Fakirdiler. Pantolonları kat kat yamalıydı, fakat onurlu idiler. Geleceğe ümitle bakmasını bilirlerdi. Onlar hiçbir zaman menfaatçi, çıkarcı, hazırcı, haramzade olmadılar. Hallerinde şikâyetçi olmadılar. Onlar kanaatkâr sahibi Türkmenlerdi. Yüzlerinde gülümseme hiç eksik olmazdı. Acaba biraz da kaderci miydiler? Belki de öyle...

Benim düşüncem o dur ki; o yıllarda Meryem Bacıların, analarımızın yaptığı işler,  şimdilerden, şehirlerin loş karalık odalı apartmanlarında yaşayan; narin, soluk benizli, mutsuz, harcama çılgını, doyumsuz hanımların yapacağı işler değildi. Böyle düşünmekle yoksa bu günkü nesillere haksızlık mı ediyorum. Bilemiyorum. Belki de bunlar kapitalleşmenin, değişimin, dönüşümün bir neticesidir. İç çalkantılarımıza rağmen Türkiye çok gelişti ve değişti. İnsanlarımız çok değişti. Değer yargıları çok değişti. Daha çok ferdileştik. Gelir dağılımındaki dengesizliğe rağmen galiba biraz zenginleştik.

Kabul etmek gerekir ki, Orta Anadolu bozkırı kırsalında yaşayan insanların almışlı, yetmişli yıllarda yaptığı işler o günkü yaşam şartlarının ve doğanın zorladığı en zor işlerdi. Çoluk, çocuk o insanlar yaşamak için dayanıklı olmak, yaşamlarını sürdürebilmek içinde tüm bu işlerin üstesinden gelmek, yapmak zorundaydılar. Başka da çareleri yoktu.

 

  ***** 

 

Tarlalardaki tüm ekinler harman yerine geldikten sonra bu kez de Meryem Bacılar, analarımız olan onlar, babalarımızla birlikte…. 

Devam edecek… 

 

Çeşme / İzmir, 15 Mayıs 2011

Mehmet TURAN

 
Toplam blog
: 47
: 2386
Kayıt tarihi
: 28.10.08
 
 

Mucur / Kırşehir doğumluyum. Uzun süre Maliye Bakanlığı'nda çalıştım. Kabul etmek gerekir ki, Mal..