Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Temmuz '10

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

Charlotte adlı bir kız! Ya Zeynep, Ayşe ve Fatma'lar?

Charlotte adlı bir kız! Ya Zeynep, Ayşe ve Fatma'lar?
 

Görsel: Adnan Durmaz,"Kadınlar"adlı çalışması.


Kış aylarının mega kentlerdeki o kapalı ve sıkıcı seyrinin ardından gelen Mayıs ayı, piknikler ve geziler ayıdır. Aynı iş yerinde çalışan bir grup insan bir hafta sonu pek de yakın sayılmayan bir deniz kıyısı kentine bir gezi düzenlerler. Günler öncesinden tatlı bir heyecan ve hazırlık yaşanır. Onca yol gidilir ve gezi amacına ulaşamadan asık yüzlerle geri dönülür. Neden? Çünkü grupta yer alan albenili fakat savurgan ve sorumsuz karakterli bir bayan ödemediği makyaj ve giyim taksitleri yüzünden icraya maruz kalmış ve sabahın beşinde otelden apar topar alınarak karakola, oradan da nezarethaneye götürülmüştür!

Orada bulunan herkesi şaşırtan ve üzen bu olay bende de hem üzüntü hem de farklı çağrışımlar yarattı. Duygu ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Nasıl mı?

Sade yaşam; anamalcı (kapitalist) ekonomik düzen temelinde biçimlenmiş olan tüketim toplumu içinde yaşasa da, bu toplumun ister istemez bir parçası olsa da, tüketimin ihtiyaç ötesi, aşırı özendirici genel seyrinden rahatsız olarak, az (yeteri kadar) tüketen, ufak ve basit şeylerle haz alan bir yaşam biçimidir.

Pratikte, sahip olduğumuz her eşyanın hayattaki yaşama alanlarımızı biraz daha daralttığını görmekle ilgilidir bu felsefe. Hep daha fazlasına sahip olmak, zaman ve para kadar onları saklamak, korumak, bakımlarını yapmak için de ister istemez emek harcamak demektir. Fakat bunun yanında bence en önemlisi bu işler için de ciddi ölçüde beyin enerjisi harcamaktır. Sahip olduklarımız zamanla giderek bizi daha fazla meşgul eder! Onlara daha çok kafa yormak, zaman ayırmak zorunda kalırız ve bu da bir süre sonra yaşamlarımızdan çalıntı haline gelir... Öyle ki, çalan da çaldıran da aynı özne: Bizleriz.

Bir süre sonra hayatı "sahip olmak" peşinde tüketen zavallılara dönüşürüz. Birbirimize, insana, doğaya karşı her türlü tutumumuz yabancılaşır, her satın alma ve tüketim eylemimizle aslında kurtulmak istediğimiz yapıyı yeniden üretir dururuz...(1)

Buraya kadar değindiklerim işin bireysel yönü... Bir de, doğal kaynaklar, çevre-doğa açısından oluşan hızlandırılmış, küresel bir tüketim ve yıkım da söz konusu... Bu da bir anlamda gelecek nesillerden çaldıklarımız anlamına gelmekte. Söz konusu bu alan çok daha kapsamlı, hem felsefi hem de teknik yönleriyle ayrı bir araştırma konusudur.

Bu bağlamda birbirine taban tabana zıt " tüketmek tükenmektir " ve " tüketmek yaşamaktır " algılamaları gelir akla. Peki, hangisi daha doğru? Tüketim elbette gereksinimlere uygun olarak, kararında yapıldığı takdirde zorunlu birşey. Günümüzün yaşam koşullarında bundan kaçış yok. Yaşamak için etrafımızdaki oksijen dahil bir çok şey tüketmeliyiz. Bu noktada savunulan "bir lokma bir hırka" felsefesi de değildir. Hayatı ve onun doğal zevklerini ıskalayıp bir kenarda inzivaya çekilelim de demiyorum.(2)

Bakınız bilinçli, saygıdeğer Cumhuriyet kızı Prof. Dr.Mina Urgan zamanında demiş ki; "Ben sahip olduklarımın tadını çıkarmayı öğrendim hayatta. Sahip olamadıklarımın ve olamayacaklarımın acısına ise ayıracak zamanım yok. Hayat çok kısa."(3). Daha çok şeye ihtiyaç duymak değil, varolanla yetinebilmeyi başarmaktır önemli olan...

Charlotte gözlemi

Charlotte, dünyanın en güzel ve popüler kentlerinden birinde, Paris'te yaşayan çok güzel bir kızdır. O kadar güzeldir ki, saçları şelaleler gibi omuzlarından kollarına dökülür. Boyu ve boynu gibi bacakları da upuzundur. Bir reklam ajansında, müşteri temsilcisi olarak çalışır. İyi de para kazanır. Ailesi de çok varlıklıdır. İşte Paris'te yaşayan böyle birini tanıyan, popüler kültür dünyasının sevimli aktörlerinden Nil Karaibrahimgil'in bir arkadaşının anlattıkları gerçekten çok ilginç ve övgüye değer.(4)

"Paris'te, bir arkadaşım beni Charlotte'un evine davet etti. Bilirsiniz, insanlar birbirlerinin hayatını merak eder, fark etmeden ve ettirmeden incelerler..." Benim de kendimi alıkoyamadığım şeylerden biri, sokakta, perdeleri sonuna kadar açık evlere ve orada yaşananlara dair tahminler yürütmektir. İnsanın içi, insanlığa ısınır. Dersin ki, "Oh....Üç aşağı beş yukarı aynı şeyler işte!" . Bu arkadaş da böylesi gözlerle incelemeye başlar kısa bir süre önce tanıdığı güzel ve zarif Fransız kızın hayatını. Herkesin bu anlamda evinden yola çıkıp, kendisine varması da mümkün.

"...Fakat bu evde bir tuhaflık vardı. Her şeyden çok az vardı bu evde: Gerektiği kadar.

Mesela, bir şampuan bir sabun. Küçük bir dolap. İçinde birkaç elbise kazak. Altı yedi ayakkabı. İki dvd. Beş cd. Ipod. Dört bardak, birkaç tabak. Birkaç mum. En fazla on tane kitap. Hiç ruj yok! Çantasındaymış.

Hayatta insan bazen, şaşakalır ya. Başa döner ya... Bir yerde bir hesaba, olmazsa olmaz diye eklediğin bir kalem birdenbire, tek bir örnekle, kendini siler ya. Öyle oldu bana da.

Gözlerindeki silikçe sürülmüş göz kalemi dışında, süsü de yok bu kızın. Peki bu kız nasıl böyle kız oldu? Nasıl böyle sade kaldı? Kadın oldu? Dışarıda bu kadar az şeyle, içi çok oldu? Anlayamadım. Çözemedim. Sadelik.. Beni şaşırtan şey, modellik yapacak kadar güzel ve havalı, aynı zamanda varlıklı bir kızın bu hayat seçimi: Olağanüstü...

Kendi hayatım, arı kovanı gibi başımda vızıldamaya başladı.

Paris sokaklarında beni takip edip durdu bu arılar. Tek çöp bir şey alamadım. Hep sordum: "...Buna gerçekten ihtiyacım var mı? Buna benzer, aynı işi gören bir şeyim var mı?...". Renkler, çizgiler, etkili logolar ve kışkırtıcı sloganlarla sanki bir tür kentsel, empresyonist illüzyon ortamı. Sayıları hızla artan koca koca, dev'asa alışveriş merkezleri, bizleri kandırmak için birbirleriyle iddiaya girmiş ahtapotlar gibi üzerime, üzerime gelmeye başladı. Kaçtım, kaçtım, saklandım.

Sahip olduklarımın, yarısından fazlasına ihtiyacım yoktu. Hayatı ağırlaştıran şey, seçim çokluğu. Az şey kadar güzeli yok. Gereği yok. Sonumuz belli.

Banyoda bütün ürünler, dopdolu şişelerle birbirlerini köpürtürken, hiç giymediğimiz kazaklar lüzumsuzca dizilmiş t-shirt'lere dolapta el şakası yaparken, hiç açılmamış kitaplar kendi kendilerine konuşurken... Biz orada olmayacağız. Üstelik onlar da, boşu boşuna bizden başka kimsenin olmamış olacak..."

Anlaşıldı değil mi Charlotte gözlemi? Pek bilimsel olmasa da hayatın, gündelik yaşamın içinden, modanın ve tüketimin merkezinden alınan bir kesit. Canlı, sempatik ve -hem de popüler kültürün aktörleri tarafından- içten gözlemlere dayalı bir gözlem.

Peki bizim Zeynep'lerimiz, Ayşe ve Fatma'larımız niye böyle değiller?

Sözü isterseniz bir özdeyişle bitireyim: Zenginlik çok şeye sahip olmak değil az şeye ihtiyaç duymaktır.

26 Mayıs 2010, Ankara

Kaynakça:

(1) Salih Erdağı, http://blog.milliyet.com.tr/kendimizi_ele_gecirmenin_sifresi/Blog/?BlogNo=229865

(2) Bu konuda daha ayrıntılı görüşlerim için bkz.: http://blog.milliyet.com.tr/Tuketimin_Ince_Felsefesi/Blog/?BlogNo=112500

(3) 1915 doğumlu yazar, filolog, profesör, çevirmen. İngiliz edebiyatının en önemli eserlerini Türkçemize kazandırmıştır. "Bir Dinozorun Anıları" ve "Bir Dinozorun Gezileri" isimlerindeki iki kitabıyla da okuyucudan büyük ilgi görmüştür. Cumhuriyet tarihini yaşamış, Cumhuriyet aydınlarıyla birlikte olmuş, medeniyetin gerektirdiği her türlü yeniliğe ve değişime ayak uyduracak bir eğitim almış olan yazar, hayatı boyunca çevresini aydınlatmak için uğraş vermiştir. Prof. Urgan 15 Haziran 2000 tarihinde aramızdan ayrılmıştır.

(4) Nil Karaibrahimgil, 6 Ekim 2008 Hürriyet http://www.hurriyet.com.tr/magazin/yazarlar/10045849.asp

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..