Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ekim '09

 
Kategori
Öykü
 

Çıkmaz yol - 3. bölüm

Çıkmaz yol - 3. bölüm
 

Eğer bu bir rüya ise uyanmayı diledi. Bir an önce uyanmayı... Eğer bir rüya değil ise... Çığlık atmak, birşeyler söylemek, ya da en azından gözlerini kapatmak istedi ama yapamadı. Düşüncelerinin vücudu üzerindeki tüm kontrolünü kaybetmişti. Tüm benliğini tek bir duygu doldurmuştu. Korku... Vücudun her noktasına, çeperlerinden dışarıya fırlamak ister gibi baskı yapan keskin bir korku... Yaşadıklarına bir anlam veremiyordu. Bir anlam veremedikçe kendince anlamlar yüklüyor, sonra da kendi yüklediği anlamlardan korkmaya başlıyordu. Bir perde daha çekilmişti önüne, kapkaranlık bir perde daha... Yol’un başlangıcı ve sonu yoktu artık. Sadece kendisi vardı. Tam ortasında ise bir mezar... Derya önüne ve arkasına set çekmiş karanlığın ortasında hareketsiz bir şekilde ayakta dikiliyor ve birkaç metre önündeki mezarın üzerinde bir insanın göğüs kafesi gibi yukarı ve aşağıya inip çıkan toprağı seyrediyordu. Mezarın başında üzerine eğilmiş gibi duran beyaz mezartaşı ardındaki karanlık perdeye açılan bir kapı gibi gözüküyordu. Yol’un iki tarafındaki korkuluklar, toprak yığınları, gökyüzü ve bulutların görüntüsü bir kaç metrelik mesafe içinde ok ucu gibi daralıp mezartaşında sonlanıyordu. Derya rüzgarın gözlerinin önüne savurduğu saçlarının arasından mezartaşındaki yazıyı okudu.


“Derya Aktaş, 1977 –20..“


Korkudan gerilmiş kasları birden gevşeyip kendilerini bıraktı. Şiddetle göğüs kafesine vuran kalp atışları normalden daha yavaş atmaya başladı. Kendisini su altında nefesini tutuyor gibi hissediyordu. Hayatında en huzur bulduğu yerde... Banyo yaparken küvete suyu doldurur ve başını suyun içine sokardı. Suyun altında, üstünde başaramadığı kadar kendiyle başbaşa kalabiliyordu. Sudan mezarlar yaratırdı kendine her banyoya girişinde. Dünya ile arasına çekebildiği en kalın perdeydi o mucize bileşim. Dışarıda sürüp giden hayata algısını kapatırdı kısa bir süreliğine de olsa, sonra bir daha ve bir kez daha... Işığı ve zamanı kırardı su. Bambaşka bir dünyanın mümkün olduğunu anlatırdı Derya’ya. Nefesini yavaşça bıraktı... Uzun zamandır gelmesini beklediği bir misafir sonunda kapıyı çalmıştı. Ne korku, ne isyan, ne üzüntü, ne de mutluluk. Hiçbir şey hissetmiyordu. Hiçbir şey... Tüm duygularından soyunmuş, hayatında hiç olmadığı kadar çırılçıplak bir halde kendi mezarının karşısında duruyordu. “Yol’un sonu...” Etrafına baktı. Yürüdüğü yol, gökyüzü, bulutlar... Gerçek bildiği hayata ait olan tüm öğeler karanlık bir perdenin arkasındaki bir başlangıç ile birkaç metre önündeki mezartaşının ardındaki bir son arasındaydı... Birkaç metre... Geçmiş ile gelecek arasındaki mesafe...


Derin ve hırıltılı bir nefes alış sesi tıkanan kulaklarını bir dinamitle patlatırcasına açtı. Küvette başını sudan çıkardığında onu dış dünyaya bağlayan rahatsız edici algısını geri kazanmıştı. Kalbi hızla çarpar bir halde mezartaşındaki yazıya odaklanmış halde buldu kendisini. Bakışlarını şişip sönen toprağa çevirdi. Toprağın hareketini seyrederken kendi nefes alışverişi ile arasındaki uyumu farketti. Toprak kendi nefes alış verişi ile senkronize şekilde hareket ediyor fakat Derya nefes aldığında toprak düzleşiyor, nefes verdiğinde ise toprak şişiyordu. Gördüklerinin gerçekliğini sorgulayacak can alıcı soruyu sormanın zamanı gelmişti. Birden derin bir nefes aldı ve nefesini tuttu. Derya nefesini tuttuğu sürece toprak da düzlüğünü kaybetmedi, nefesini verdiğinde ise toprağın şişkinleştiğini gördü. Sanki kendi nefesi ile kendi mezarına hayat veriyordu. Toprağın şişip düzleşme hareketini seyrederken bir yandan da mezardan gelen hırıltılı nefes alış veriş sesine iyice kulak kabarttı. Toprağın altında yatan her kim, ya da her ne ise çok acı çekiyor olmalıydı. Kendisi olabilir miydi orada yatan? Vücudunun üzerinde göz gezdirdi. Hiç ölü gibi durmuyordu. Ölüler nasıl dururdu ki? Başını kaldırdı ve mezartaşındaki yazıyı yeniden okudu. “Derya Aktaş, 1977–20..“ Ölüm tarihinin son iki rakamı yazılmamıştı. Peki kim yazacaktı o rakamı? Doğum tarihini kim yazmıştı? Annesi, babası mı? İnsanın varoluş ve yokoluşununun temelinde özgür iradesi mi vardı? Yoksa... Son iki rakam taşa işlenmiş ama boyanmamış olabilir miydi? Kaderini mi yaşıyordu insan hep dedikleri gibi... İnsanların kendisine sorduğu en zor sorunun cevabı birkaç metre ötesinde olabilir miydi? “Kimim ben?” Bir mezartaşını işleyen taş ustası mı, yoksa işlenmiş yerleri boyayan bir boyacı mı? Öğrenmenin vakti gelmişti... Mezartaşına yaklaşmak için ileriye doğru bir adım attığında kendisinden uzaklaştığını gördü. “Yine başladık...” Birkaç adım daha attı. Yerinde saymaktan öteye gidemiyordu. Arkasına döndü. Karanlığa doğru bir iki adım attı ve perdenin kendisinden uzaklaştığını gördü. Nereye hareket ederse etsin etrafındaki herşey kendisiyle beraber hareket ediyordu. Tekrar arkasına döndü ve mezartaşına doğru baktı. Geçmişinden sonra geleceği de elinden alınmıştı... Ne kadar çabalarsa çabalasın ne ileriye gidebiliyordu ne de geriye. Ne anlama geliyordu bütün bunlar? Derya iki karanlık perde arasında karmakarışık düşüncelerinin ağırlığıyla kaşları çatık bir halde dikiliyor ve şişip sönen mezarın hareketini seyrediyordu ki şu ana kadar yaşadıklarına yüklediği tüm anlamları anlamsız kılan bir düşünce geldi aklına... Çatık kaşları düzleşti, gözkapakları iyice açıldı ve büyük siyah gözleri ortaya çıktı. Geçmiş... Gelecek... Yaşam... Ölüm... Hepsinin temelinde bir kavram vardı. Zaman... Dikiz aynasında o karanlığı gördüğünden beri zaman algısını yitidiğini farketti. İşten beş buçuk gibi çıkmıştı, köprüye geldiğinde de saat altı civarı olmalıydı. Başını yukarı kaldırdı. İki karanlık perdenin arasında kalan gökyüzü halen işten çıktığı zamanki gibi aydınlıktı. Saatine baktı. ”18.10” O yola saptığından beri zamanın hiç akmadığını gösteren o dört rakamlık görüntü beynine bir ok gibi saplandı. Elinden alınan geçmişi ya da geleceği değil; zaman idi...


Mezardan gelen hırıltı sesi azalmaya başladı ve bir süre sonra kayboldu. Etrafını derin bir sessizlik kapladı. Suyun altındaki gibi huzur verici bir sessizlik... Gözlerini kapattı. Her yer karanlığa gömüldü. Tüm vücudunun gevşediğini hissediyordu. Uzun uzun esnedi. Uyumaya mı hazırlanıyordu yoksa uyanıyor muydu? Bir cevap veremedi kendine. Esnemesi sona ererken sesler duymaya başladı. Tanıdık ve huzur bozucu sesler. Dudakları birbirlerine yaklaştıkça sesler de çoğalıyor, yükseliyor ve birbirine karışıyordu. Gözlerinin önündeki karanlık perde yavaş yavaş aralandı...

 
Toplam blog
: 89
: 618
Kayıt tarihi
: 16.12.06
 
 

İlk kitabımı, 'Pal Sokağı Çocukları'nı okuduğumdan beri yazıyorum. Yazmak beni o çocuklar gibi öz..