- Kategori
- Eğitim
Çocuklarımız aptal değil
Yurt dışında ve özellikle de Avrupa ülkelerinde oturan ailelerin çocukları üstü örtülü bir tehlikeyle yüz yüze bulunuyorlar, bunu biliyor musunuz? Eğitim öğretimle ilgileri yoksa, çoğu aileler bile bu durumun farkında değiller. Bakınız anlatmaya çalışacağım.
Konuyla ilgisi yokmuş gibi görünecek ama, önce bir fıkra anlatacağım. Turistin biri Türkiye’ de bulunduğu süre içinde sadece üç sözcük öğrenmiş. Biri “ Ben ”, diğeri “Elbette”, üçüncüsü ise “Peki” imiş. Bu fıkranın çeşitli anlatılış biçimleri var ama, önemli değil.
Fıkra bu ya... Bir gün turistimiz orman içinde gezinirken bir ağacın dibinde öldürülmüş birine rastlamış. “Ne olmuş, nasıl olmuş, ” diye bakınırken polis gelmiş ve bizim turisti yakalamış. Polis onun yabancı olduğunu bilmiyor. Polis sormuş:
“Bu adamı kim öldürdü?”
Turistimiz bildiği ilk Türkçe sözcüğü patlatmış:
“Ben!”
Polis şaşırmış. Bir soru daha sormuş:
“Yani suçunu itiraf ediyorsun, öyle mi?”
Turistten ikinci bomba:
“Elbette..”
Polise söyleyecek söz kalmamış:
“Hadi arkadaş, yürü bakalım karakola..”
Turistimiz son atışını da yapmış. Yani ki, bildiği son Türkçe sözcüğü söylemiş:
“Peki...”
Şimdi asıl konuya girebileceğim artık.. Başlıkta ne demiştim: “Çocuklarımız aptal değil.” Avrupa ülkelerinde oturan ailelerin, bu ülkeler okullarına giden çocukları için söylüyorum. Avrupalı eğitimciler, pedagoglar, sosyologlar, ne kadar “gog” varsa hepsi sanki söz birliği etmişçesine kendi çocukları için kullandıkları ölçütleri bizim çocuklarımız için de kullanmaya devam ediyorlar. Bundan bir türlü vaz geçmiyorlar.
Örneğini kendim yaşadım. Bir okulda öğretmendim. Tercümanın işi çıkmış. Benden yardım istediler. On iki yaşında Uşaklı bir kız çocuğu. Görevli kişi bu çocuğun kafa çapını ölçecek.. Elinde kırk soruluk bir test var.. Danimarka dilinde hazırlanmış sorular.
Çocuk tek sözcükle sorulara yanıt verecek. Tercüman öğrenciden yana tavır koymasın diye de önlem almışlar. Her sorunun karşısında yanıt olan tek sözcük hazır. Çocuk bu sözcüğü söylerse soruya doğru yanıt verdi, başka bir şey söylerse yanıt yanlış olacak.
İlk bakışta bunda bir yamukluk yokmuş gibi geliyor. Ancak, çocuğun bildiği dilin derinliği ile, soruşturucuların beklediği derinlik farklı. Böyle olunca bakınız nasıl bir sonuca gidiyorsunuz. Ve bizim zehir zemberek akıllı çocuğumuz nasıl aptal damgası yiyor:
Soru: “Mutfakta kulağını kıvırdığımız zaman içinden su gelen şeye ne denir?”
Şimdi bu soru bin kişiye sorulsa, yanıt “Musluk” tur. Asla değişmez. Ama bu kızın evinde musluk sözcüğü yok. Onlar buna çeşme diyorlar. Köyden gelen alışkanlık ile böyle diyorlar. Ve doğal olarak da yanıt “Çeşme” oluyor.
Olmadı.. Çocuk bu soruya yanıt veremedi..
Başka bir soru:
“Evlerimizde banyoda içine girip yıkandığımız tekne gibi şeye ne denir?”
Çocuktan “Küvet” demesi bekleniyor. Kardeşim onun evinde bundan varsa bile adı “Havuz” dur. Küvet de nerden çıktı?. Böyle buna benzer beş altı soru çocuğun üstünde kuşkulanılmasına yeter. Sonra diğer sorulara sıra gelir:
“Senin kardeşin var mı?”
Çocuk “Yok, ” diye yanıt verir. Oysa üç kardeştirler. Ve karşı taraf bunu bilmektedir. Peki, çocuk niye “Yok” diyor. Çünkü onların evinde “kardeş” diye kendisinden küçüklere deniliyor. Kendisinden büyükler “ağabey” ya da “abla” dır.
Kimi akıllı ve iyi niyetli Avrupalı eğitimciler buna benzer yanlışlara düşmekten kaçınabilmek için yanlarına Türk eğitimciler alıyorlar. Ama, çoğunun umurunda değil. Onlar işin yürümesine bakıyorlar. Türk ailelerin çoğu ise bu konuda tam anlamıyla orta çağ koşulları içinde yaşıyorlar. Kimsenin kendilerine yardımcı olmasına da açık değiller.
Arada söz dinleyene de rastlanıyor elbet.
Geçen hafta çarşıda gençliğinde okuttuğum orta yaşlı bir bayana rastladım. Köydeyken edindiği yufka ekmek yapma becerisini burada da sürdürüyor. Bunu biliyorum. Burada, yani ki Kopenhag’ta okula giden kızı var. Bu yıl dokuzuncu sınıfı bitiriyor.
Okuldan demişler ki, “Senin kız doğrudan liseye gidecek. Onuncu sınıfı okumayacak.”
Bu talihli anayı huzursuz buldum. Niçin huzursuz oduğuna gelince..
Kendisi gibi bir Anadolu kadını olan komşusu onun haline acıyıvermiş:
“Vah bacım vaaah. Ben beş çocuk büyüttüm, beşi de onuncu sınıfı okudular.. Senin kızın ne kusur işlemiş ki, dokuzdan hemen liseye aktarıyorlar? Hakkını ara.. Git okula, belediyeye, daha olmadı Kraliçeye.. hakkını ara..”
Allahın sevdiği kuluymuş ki, hakkını aramaya kalkışmadan önce bana rastladı. Ona anlattım.
Dokuz yılda yeterince öğrenemeyen çocukları onuncu sınıfa alıyorlar. Senin çocuğun başarılıymış, her şeyi öğrenmiş. Hayatından bir yıl kaybedecekken kaybetmeyecek. Senin sevinmen gerek. Bu müjdeyi sana verdiğim için de bizim eve kendi el yapın olan yufka ekmekten çokça yollaman gerek, tamam mı?”
Doğrudan liseye gidecek başarılı çocuğun şanlı anası sevine sevine gitti. Yufka ekmek bizim eve henüz gelmedi. Ama göndereceğinden eminim. Bekliyorum.