Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Mart '14

 
Kategori
Sosyoloji
 

Çöken Batı yükselen Doğunun müjdecisi

Çöken Batı yükselen Doğunun müjdecisi
 

Hiçbir uygarlık ebedi olmamıştır


“Ağaç biçimli düşünce modeli Batı düşüncesine egemen olan epistemolojiyi tanımlıyor.

Merkezi, hiyerarşik bir yapıdır bu. Evrenselleştirici bir temsil ideolojisi kurar. Piramit formundadır.

Ağaç metaforu da katı temellere oturtulmuş (kökler) sistematik ve hiyerarşik ilkeler (bilgi dalları) uyarınca örgütlenir. Ağaç biçimli düşüncenin tam tersine, rizom bilgisi, iki kutuplu karşıtlık mantığını yapı bozumuna uğratmak üzere felsefi ağaçları ve bunların ilk ilkelerini kökünden söküp atmayı amaçlar. (...) Delauze ve Guaattari, rizom terimini çok katlılıkları oluşturan merkezsizleşmiş çizgileri tasvir etmek için kullanırlar. Kendi boyutları arasındaki bağlantıları sınırlandıran ve düzenleyen kök-ağaç yapısından farklı olarak rizomlar,  hiyerarşik olmayan, yersiz yurtsuzlaşmış çizgilerin öbür çizgilerle tesadüfi, düzensiz ilişkiler kurduğu sistemlerdir.” (Süreyya Evren- Rahmi G. Öğdül, “Lanet olsun, ne işi var bir yumruğun kukumda”, Varlık dergisi, Şubat 2001, sayı 2001/02.)

Postmodernist düşüncenin doğal bir sonucu olan Anarşizmin teorisyenliğini yapan Evren ve Öğdül’ün, Yapıbozumcu Delauze ve Guattari’nin fikirlerinden alınma yukarıdaki pasaj ve eğretileme (metafor), bugün, emperyalist Batı kültüründeki çürümeyi ve alçalışı açıklama bakımından son derece çarpıcıdır. İnsanlığın düşünsel, sanatsal ve kültürel gelişimini, üretkenliği, yaratıcılığı ve ürün vermeyi örnekleyen ağaç modeline karşı; her türlü hiyerarşiyi, düzeni, kuralı, sistemi, neden ve sonuç ilişkisini; dolayısıyla aklı, anlamı reddeden başı sonu belirsiz, başıbozuk rasgele ilişkileri ve yapılanmaları temsil eden yere yapışmış, ucu başı belirsiz, çiçeksiz-meyvesiz ayrık otu (“rizom”) örneği!.. İlginçtir, Anadolu’da bir adı da Köygöçürendir. Asalak bir bitki olarak tanımlanan ayrık otu benzetmesi, gerçekten emperyalist sistemdeki çürümenin, asalaklığın ve yıkıcılığının felsefesi olan Postmodernizmi bu kadar sade ve anlaşılır betimleyebilmek için kırk yıl aransa bulunamayacak cinsinden bir örnektir.

Batılı aydın ve sanatçıda, avangardın (öncü sanatın) sonu; üretilecek her şey üretildi, yapılacak her şey yapıldı, yeni bir şey yaratmak olanaksız, daha insani ve güzel bir gelecek artık yok diyen umutsuzluğu ve çaresizliği; özgürlük diye sunulan bu alçalışı, hiçleşmeyi, otlaşmayı yaratan nedir? Bizdeki, kendine, ulusal kaynaklarına, köklerine yabancılaşmış kişiliksiz Tanzimatçı aydının, o çok diline doladığı başkaldırı, sınırsız özgürlük, birey olma, farklılık, tabuları yıkma adına tabulaştırdığı ve kendine kök aradığı Batı’dan -taklit ve aşırma da olsa- ısmarlayabileceği gerçekten yeni, ileri, insanlığı özgürleştirici bir şey kaldı mı?  Son otuz yılın, özellikle 90’lardan bu yana yaşanan adına “Küreselleşme” denen sürecin ekonomik, toplumsal ve kültürel yapılanması bize çok açık gösteriyor ki, “tarihin sonu”, “sanatın sonu”, “yaratıcılığın sonu” vb. tezleri, emperyalist Batı uygarlığının çöküşüyle, üretici ve özgürleştirici dinamiklerinin bitişi ve çürümesiyle temellenmektedir.

Bir uygarlık, insanlığa, mevcut toplumsal-ekonomik ilişkileri ve onun belirlediği eşitsizlikleri, adaletsizlikleri aşarak yeni ve daha ileri bir topluma evrilme dinamizmini, böyle bir toplumu yaratmak için aydınında, sanatçısında, emekçisinde tutkulu bir mücadele azmini içinde taşıyorsa, sanat da, bilim de kendi yaratıcı öncülerini bulur. Batı uygarlığının çıkmazı ve onulmaz hastalığı tam da buradadır. 

1980’lerden sonraki neo liberalizmin, aydının ve sanatçının biraz olsun özgürlüğü soluyabildiği bütün kamusal, insani ve ahlaki yapıları ezip geçen dizginsiz egemenliği ve saldırganlığı, o çok kutsanan liberal demokrasinin “özgür birey”ini un ufak etti, büyük tekellerin şaşkın, aptallaşmış, bencil tüketici bireyleri haline getirdi. Sosyalist Blok’un dağılmasıyla da, emperyalist sistem kendi muhalif aydınlarında yeni bir toplum, yani sosyalizm umutlarını yerle bir etti. Ve 19. Yüzyıldan bu yana aydınlanma değerlerinin ve kültürünün merkezi, önemli bütün öncü sanat ve düşünce akımlarının odağı olan Paris’in, bugün neo liberalizmin ve onun felsefi ve kültürel bileşeni Postmodernizmin merkezi haline gelmesi, bu tablonun en belirgin göstergesidir.

“Benden sonra tufan…”

Batı merkezlerinde üretilen “son”lar, emperyalizmin kendi sömürü sistemini, “insanlığın varabileceği en ileri ve en son toplum ve yönetim biçimi Batı demokrasisidir, bundan sonrası yok”; yani “benden sonra tufan” diyerek ebedileştirmesinden başka bir şey değildir. Üretilen kaos teorileri, anarşizm ve nihilizmin, emperyalist tekellerin kucağında devrimcilik oynayan, özgürlüğün yaramaz çocukları olarak kutsanmasının anlamı başka ne olabilir? Böylece, sosyalizmin, kamuculuğun, toplumculuğun sona erdiği, onların otoriter, baskıcı, özgürlük karşıtı sistemler olduğu yutturulmaya çalışılmaktadır. Artık, kapitalizmin, ruh dünyası çürümüş, parçalanmış tüketici budalasına verilen avunma hapı şudur: “Gelecek için boş hayaller peşinde koşma; idealler, ütopyalar bitti, ilkel arzularını özgürleştir, gününü yaşa, anı yaşamanın hazzını tat, ürettiğim malları tüketerek “kimlik” sahibi ol!..

Hatta, emperyalist medyanın döne döne yücelttiği gibi, bir kimlik sahibi ol da nasıl olursan ol; hırsızlık, cinsel sapıklık vb bayağılaşmanın her türü geçerli!.. Ve çoraklaşmış Batı toprağında, kutsal medya marifetiyle ülkemizde bu, büyük ölçüde başarılmıştır. Bizdeki, devrim ve sosyalizm ideallerini ağır bir yükten kurtulmuşçasına terk edenlerden devşirilme, Batı dalkavukluğunu, mandacılığı, ihaneti kendine, ulusal değerlerine, kültürel kaynaklarına karşı “modern” bir kimlik gibi savunun neo liberal aydının sözcülüğünü yaptığı, işte bu, tüketerek özgürleşme budalalığıdır. Yani sürüleşmedir.

ABD ve Avrupa tekelci sermayesinin, emrindeki Postmodernist ideologlara ısmarladığı, “tüketim toplumu”, “iletişim toplumu” teorileriyle çatısını kurduğu “tüketerek özgürleşme” felsefesi, biraz açılınca, aslında “yağmalayarak özgürleşme”, “asalaklaşarak özgürleşme” ile daha da somutlaşmasıdır.  Diğer bir anlamda, emperyalizmin doğasındaki yıkıcı kültürün yüceltilmesidir. Aynı zamanda neye karşıdır; üretmenin, emeğin, yaratmanın ve tabii sanatın yüceltilmesine. Çünkü sanatın ve yaratıcılığın doğasında, üretmenin sıkıntısı, acısı, çilesi; yani kendini verme, özveri, disiplin ve otorite, emeğe ve ürüne saygı, değer bilme vardır.

Bugün Batı kültüründe çürüme ve asalaklaşma öyle bir soysuzlaşma noktasına varmıştır ki, insanlığın uygarlıktan uygarlığa sıçrayarak biriktirdiği bütün ahlaki, estetik değerler, insani ilişkiler Nietszche’ci arzu felsefesinin yücelttiği “anlık haz”zın batağında can vermektedir. Sodom ve Gomore’yi yaşamaktadır Batı. Eşcinsellik, ensest ilişkiler ve ruh hastalığındaki olağanüstü yaygınlaşma Batı uygarlığının çöküşünün en belirgin göstergeleridir.Soysuzlaşma, erkek erkeğe ve kadın kadına evliliğin yasalaştığı, sübyancılığın meşrulaştığı, evliliğin, çocuk yapmanın, sevmenin ve büyütmenin sıkıntı verici bir yük olarak görüldüğü bir noktaya varmıştır. Oysa üretme ve üreme, toplumların geleceğe dönük, bir gelecek kurma tutkusunun ve içgüdüsünün en belirleyici dinamikleridir. Ama gelecek tutkusu ve umudu yoksa her şey bugün yaşanıp atılacaksa, ne gerek var çocuk yapmaya, ne gerek var olmayan gelecek için yaşamaya, sanatsal yüce eserler vermeye, estetiğe, ahlaka! O halde, hayatı renklendiren (!) her ilişki yaşanmalı, her gün yeni ve farklı bir aşk (!), cinselliğin her türü denenmeli!..

Kuşkusuz, bütün bunlar için, bir sedir ağacının, bir çınarın, ceviz ağacının aptalca (!) bir göğe, enerjiye, hayata yükselme tutkusu yüzünden köklerini yerin derinliklerine salabilmek için çektiği çileye, acılara katlanmaya, kayalıklarla boğuşmaya hiç gerek yok! Bir ayrık otu gibi canlı olmak, sürünerek de olsa yaşıyor olmak, sadece yaşamak yetmez mi!.. İşte sadece birey olmakla ve sınırsız bayağılıkları ilkel bir organizma oburluğuyla tüketerek kimlik sahibi olmakla övünen Batı uygarlığının sürüleştirdiği insan tipi.

İnsanlığın başından bu yana bütün uygarlıkların temelinde yer alan, üretme, biriktirme, yaratma, hiyerarşileşerek ve seçkinleşerek devletleşme ve yücelme, aklı geliştirerek daha büyük ve ileri idealleri ve projeleri gerçekleştirme, Postmodern felsefenin düşman ilan ettiği kavramlardır. Onlara göre, dikeyliği, derinleşme ve yoğunlaşmayı ifade eden her şey; dağların zirvesine tırmanmak, kökleri derinlerde göğe yükselen ulu ağaçlar hiyerarşinin, otoritenin ve seçkinleşmenin baskıcı, ürkütücü sembolleridir ve reddedilmelidir! Yatay, tutkusuz ve sıradan olan her şey otoritesiz, merkezsiz bir özgürlüğün temsilcileridir; sivrilikleri törpülenmiş tepelerin, yere yapışmış ayrık otu vb’lerin, çukurların özgürlüğüdür güzel olan!..

Geleceği üretme yeteneğini tüketmiş, çürüyen bir uygarlığın, bütün dinamikleriyle onun karşısında duran, yeni, toplumcu ve insani bir geleceğe aç ve mahkum ezilen bir dünya insanına, çürük ve kokuşmuş mallar ve fikirler dışında, verebileceği ne olabilir ki. Zehirlenme dışında hiçbir şey…

Hiçbir uygarlık ebedi olmamıştır

Kapitalist-emperyalist Batı’nın temsil ettiği coğrafya, altı milyarlık insanlığın ne kadarını temsil ediyor ki? Sadece altıda birini. Hiçbir uygarlık ebedi olmamıştır ve hiçbir coğrafya da bağrından yeni uygarlıkları durmadan üreten bir ayrıcalığa sahip değildir. İnsanlığın düşünce ve sanat birikimi, uygarlıklar çöküp yükseldikçe, yatağını değiştirdikçe sıçramalar yaparak gelişmiş, mükemmelleşmiştir. Evet; işte şimdiden derin tarihi birikimiyle ve toplumsal dinamikleriyle, Türkiye’nin de doğal parçası olduğu Doğu’dan, Avrasya’dan yükselen, Batı’nın alternatifi kamucu, toplumcu, paylaşmacı bir uygarlık vardır. Bu; çağın, yaşadığımız en büyük gerçeğidir. Bu gerçekliği görememektir, kendi toprağından ve ulusundan kopmuş Türk aydını ve sanatçısındaki kişilik bozukluğunun, cüceliğin ve karamsarlığın, özellikle son otuz yıldır yaşanan genel tıkanıklığın, kısırlığın ve büyük eserler üretememenin asıl nedeni.

Hiç kuşkusuz, kendi köklerine, tarihine ve ulusuna küfretmenin, onu aşağılamanın “sanatını” yaparak emperyalist merkezlerden ödül almanın ne kadar sanat alanına girdiği de okuyucunun takdirine kalmıştır. Toplumu ve çağı değiştirme pratiğini, bir devrimle ileri bir gelecek kurma idealini terk ederek, toplumsal bir sorumluluk yükünü (!) beyninden ve yüreğinden atarak, küçük, bencil dünyasında yalnızlaşmış, kendi sorunlarını, bir parçası olduğu, kişiliğini ve özgürlüğünü belirleyen toplumun, ulusun yaşadığı büyük, yakıcı sorunlarının önüne koyan sanatçı birey, duyguları ayağa kaldıran, vicdanları konuşturan hangi büyük şiiri, romanı yazabilir, resmi yapabilir ki? O Türk ulusu ve ulusal devleti ki; çağdaş bütün özgürlüklerimizin, demokrasimizin içinde oluştuğu toprak, çerçeve ve geliştiği yatak, ABD ve AB’nin bölgemize dayattığı 22 ülkenin sınırlarını değiştirmeyi planlayan Büyük Ortadoğu Projesi ile İkiz Yasalarla, AB çerçeve sözleşmeleriyle, Ermeni soykırım yalanlarıyla ve kukla Kürt devleti vb. tehditlerle parçalanmak ve Anadolu coğrafyasından silinmek isteniyor. Bu, günümüzün en acı, en tartışmasız gerçeği. Büyük toplumsal ve siyasi gerçeklere karşı duyarsız kalan, aymazlık içinde bir sanatçı olabilir mi?

Evet; isyan etmek, başkaldırmak gerekiyor... Ama kime karşı ve kime, neye dayanarak? İşte burada, gerçek sanatçının, yaratıcılığın, büyük şiirin, büyük romanın, resmin maddesini bulmada verdiği büyük, tarihi bir sınav var. Seçenekler ortada: Ya ABD emperyalizminin küresel saldırısının hizmetinde bir piyon rolü üstlenecek, “insan hakları”, “özgürlük” masallarıyla, ayrık otu misali her türlü toplumsal disiplin, hiyerarşi, otorite ve kurumlaşmayı reddeden bir böcek tavrıyla, kendi ulusal devletine, onun kurucusu Kemalist Devrim tarihine isyan edecek, büyük koruyucunun güvenliğinde anarşizmi tercih edeceksin ya da ulusal bağımsızlığı, ulusal devleti, yani ulusunun onurunu ve bağımsızlığını savunarak kendi onurunu ve özgürlüğünü yeniden kazanacaksın. Ya vatanı satanların ya da vatanı savunanların yanında yer alacaksın. Evet, sanatsal yaratıcılığın maddesi ya vatansızlık, yani emperyalist tekellere hizmet ederek sağlanan bireysel çıkar ya da vatanı ve ulusu savunarak kendi ulusunu eşit ve bağımsız uluslar dünyasında hak ettiği yere taşıyarak insanlığın özgürleşmesine hizmet…

İçerik, biçim ve anlam sanatın en temel felsefi kavramları…

Postmodernist sanatta içeriği emperyalist tekellerin çıkarları belirliyor. Emperyalist tekellerin, bütün insanlık üzerindeki baskı ve sömürüsü, bütün diğer baskı ve haksızlıkların da belirleyeni ve anasıdır. Böyle bir sistemin ideolog ve sanatçıları, eserlerinde, elbette düdüğünü çaldıkları, beslendikleri sınıfın gericiliğini, haksızlığını anlatmayacak. Neyi anlatacak? Yalan üreterek, gerçeği tersyüz ederek haksızlığı gizlemeyi. Bu nasıl yapılır, halk yalanlarla nasıl aldatılır? Sanat araçsallaşmamalı, ideolojikleşmemeli, yani toplumsal ve siyasal sorunlarla, gelecekle ilgilenmemeli diyerek. Burada içerik, dolayısıyla anlam önemli değil, biçim görünüş, günübirlik, gelip geçici, göz alıcı imgeler, görüntüler önemli. Reklam giderinin üretim gideri kadar önemli hale gelmesi boşuna mı? Yalana, reklama, göz boyamaya dayanan bir düşünceden, bir kültürden bir sanatsal güzelliğin çıkma ihtimali var mı? Böyle bir ihtimal varsa, herhalde Bush’tan da büyük bir bilim adamı ya da sanatçı çıkar.

Tarihin ileri sıçramaları, daima geri olanın bağrından çıkıyor

Batılı aydının kurtuluşu da Doğu’dadır

En az yüz yıldır Türk aydını ve sanatçısı tartışır, içerik ve biçim ilişkisi üzerine. İşte şimdi bir kez daha, içeriksiz, yani anlamsız bir sanatın iflasına tanık oluyoruz. 1980’lerden sonraki son yirmi beş yıldır, Postmodernizmi bir şey sanarak, imge ve sözcük oyunlarıyla içi boş, insanı güzelleştiren, yücelten ve arındıran bir anlam içermeyen ürünlerle hayat kısırlaştırıldı; çoraklaştırıldı. Çünkü şair ve romancı maddesini kaybetmişti, savrulmuştu, şaşkındı. Çünkü içerik derinlik, dikeylik demektir; onda tarih ve gelecek vardır. Tarih ve gelecek ideali reddedilince, içerik ve anlam da reddedilir. Bütün insanlık değerlerinin gelişme yatağı tarihi reddederken -çünkü bütün reddedilen kavramlar tarihin içinde bir sisteme, bütünlüğü, hiyerarşiye ve anlama sahiptir, dışında hiçbiri üretilemez- Postmodernizm, aklı da, kökü tarihin derinliklerinde yatan akıl ağacını da, ayrık otuna kurban ederek reddetti.

Batı’nın, Antik Roma ile yaşıt akıl tanrısı “Minerva’nın Baykuşu” artık Avrupa’nın bilim ve kültür merkezlerini, ırmak boylarını, dağlarını terk etti. O bugün, Hitit uygarlığını emziren Kızılırmak, Sümer ve Mezopotamya uygarlıklarına can veren Frat ve Dicle, Kaf(kas) dağının ötesinde Volga, Seyhun, Ceyhun ve Uzak Asya’da Yenisey, Sarıırmak, Yangze ve Ganj boylarında büyük atalarının kadim kaynaklarına uçtu. Sanatın ilham perisi de hiç kuşkusuz akıl tanrısının hemen yanı başında uçuyor... Evet, içerik de anlam da Doğu’dadır; Ezilen Dünya’dadır. Doğu’nun geleceğe mahkûm ve umutlu, insanlığın büyük sorunlarını çözme potansiyeline sahip uluslarındadır. Unutulmasın ki; tarihin ileri sıçramaları, gelişmiş, ileri olanların değil, daima geri olanın bağrından çıkıyor.

Batılı aydının kurtuluşu da Doğu’dadır. Ne ilginç bir doğa yasasıdır ki; üzüm asması da ayrık otu gibi, gövdesinin toprakla temas ettiği yerde kök salar. Kültür, özünde tarım demektir; toprağı işlemek, ürün almak demektir. Nasıl üzüm asması, meyvesiz süründüğü topraktan kaldırılıp dik durmaya ve bol güneş almaya başlayınca meyvelerin ve içkilerin en güzelini vermeye başladıysa, Batılı ve Batıcı aydının da dikine durmasını sağlayacak olan Doğu’dan yükselen yeni uygarlığın güneşidir.

 
Toplam blog
: 80
: 2949
Kayıt tarihi
: 13.01.13
 
 

Tuncay Takmaz 1975 yılında Şişli İstanbul'da doğdu. Bugüne kadar 27 kişisel sergi açtı, çok sayıd..