- Kategori
- Ben Bildiriyorum
Dede Korkut
TÜRK DÜNYASININ BİLGE ATASI…
Ozanların Piri…
“Türk kavimlerinin atası, ozanların piri olan Dede Korkut’un birçok kavme kopuz çalmayı türkü söylemeyi öğrettiğini biliyor musunuz? Korkut Ata aynı zamanda müzisyendi, yazardı, ozandı…”
Türk Zinciri Kitabından;
“Bu dağ başında bir kişi!”
“Ona ozanların başı da denir, ozanların Piri de denir.” “Hayret! Söylediklerin bende çağrışım yapmadı.” “Yapacak, sabırlı ol. Onun için Türk kavimlerinin atası da denir, dâhisi de…”
“Hala bulamadım.”
“Ya sabır! Türk Dünyası’nın Bilge Atasıdır. Ortak çok noktanız var. O da müzikle haşır neşir. Öyle ki, birçok kavme kopuz çalmayı ve türkü söylemeyi öğreten bir bilgedir.”
“Yükseğe çıkınca fazla oksijenden -ne de olsa alışkın değilim- beynim silindi herhalde! Bulamadım.”
“Ve en önemlisi ortak noktanız ikiniz de yazarsınız.” “Yazar, bilge ve bu dönemde!”
Ecrin’in gözleri yerinden fırlayacaktı neredeyse hatırladığından!
“Yok inanmıyorum. Bu mümkün değil! Yani Dede Korkut mu burada yaşıyor ve ben onunla tanışmaya mı geldim?” “Evet.”
Ecrin heyecandan sıçrıyordu.
“Yok canım, bu olamaz. Bu mümkün değil. Tabi canım. Asla mümkün değil.”
Tanımadığı bir tok bir ses!
“Mümkün olmayan o kadar çok şey yaptın ki, bu nasıl mümkün olmaz ki?”
Arkasını döndü ve onu gördü.
DEDE KORKUT – KORKUT ATA KARŞISINDAYDI.
Bu defa dili gerçekten tutulmuştu. Ona bakıyordu. Büyülenmiş, öylece kalakalmış, ona bakıyordu.
Çok uzun boyluydu. Saçı uzundu, sakalı uzundu ve her ikisi de bembeyazdı. Gözleri ne renkti? Bilemiyordu. Nedeni bakmaktan ürkmesiydi. Üzerinde yerlere kadar gelen beyaz uzun bir elbise vardı. Ayağında deriden bir çizme, belinde bir kuşak. Uzun kollar ve boynunda kolyeler. İki işlemeli bakır su bakraçlarını taşıyordu. Yüzlerce sayfanın, solmuş yapraklarından çıkmış olan pir, bilinmeyen zamanların bilen kişisi ona baktı, gözlerini kıstı;
“Buluşunca coşmak, çok konuşmak dostluk alametidir! Dilin tutulması, konuşmamak da birbirini sevmemek, anlaşmama işaretidir! Sevgiliyi gören gönül nasıl olur da suratını asar, ekşitir; Gülü gören bülbül nasıl olur da susar ötmez!”
Ecrin’in dili çözülmüştü;
“Lisanı ağızda olanı değil,
Lisanı gönülde olanlara yâr et bizi.
Tebessümü simasında olanı değil,
Tebessümü gönülde olanlara kat bizi…
Aşkı tende sananı değil,
Aşkı ruhunda can bilenlere arat bizi!”
Dede Korkut hafifçe gülümsemişti, devam etti.
“Sen yine sükûtu giyin!
Dilersen hiç konuşma.
Ben kelamlarımı çürüttüm yolunda.
Çarpsa da bir tokat gibi yüzüme,
Her harfi yoluna heceledim.
Ve bilesin üstüne aşkı giydirdiğim…
Söz verdim ben bu yüreğe,
Hiçbir harfi sensiz bir cümleye kurban etmedim.”
Ecrin ağlamaya başlamıştı ama susmuyordu.
“Bin sene de okusam, Ne biliyorsun diye sorsalar bana, Haddimi bilirim derim.”
Dede Korkut, bu defa bayağı bir gülümsemiş, biraz daha iştahı artmıştı.
“Bir can var, canımda o canı ara!
Beden dağındaki o gizli mücevheri ara!
Ey yürüyüp giden dost bütün gücünle ara! Ama dışarıda değil, aradığını kendi içinde ara!”
Adam şaşkınlık içinde ikisine bakıyordu. Neler oluyordu? Ne diyorlardı? Ecrin, Dede Korkut’un yanına gitti, elini öptü. Dede Korkut;
“Hoş geldin, sefa geldin, sınavımı geçtin. Bir yazar dedi, bir bilim kadını dedi. Seni bilsin, tanısın dedi. Peki dedim demesine de cahile ayıracak zamanım yok da dedim. O zaman bir imtihan hakkıdır dedi. Olur dedim. İmtihan Hazreti Mevlana’ydı ve kızım sen geçtin. Allah seni bağışlasın. Buyur haneme, buyur bildiklerime…”