- Kategori
- Deneme
Dertleşmek

gülüşler
Benim için birçok anlam ifade ediyor dertleşmek. Size tuhaf gelecek, ama seviyorum ben dertleşmeyi. Ondan haz alıyorum, derleşirken keyifleniyorum. Bu benim gerçeğim. Yaşamımın hiçbir döneminde dertlerime sırt dönmemiş aksine onlarla hep yüzleşmişimdir. Belki de bunun için seviyorum ben dertleşmeyi. Bu sevgiyi fark etmek yıllarımı aldı. Oysa ne kadar samimi, ne kadar insancıl, ne kadar kayıtsız şartsız bir eylemmiş, derletleşmek.
Yaşamın her anı dertleşmek için bir fırsatmış, aslında; ama insanoğlu yılların getirdiği o telaşlarda bu fırsatları o kadar kolay fark edemiyor. Nerden bilebilirdim ki bir acı kahvenin dert söktürücü olduğunu.
Bir acı kahvenin eşlik ettiği sohbetlerde içten içe dertlerin ortaya döküldüğünü anlamak için acaba kaç fincan kahve içtim? Bilmiyorum. Ama şimdi bir şeyi çok iyi biliyorum. En otantik dertleşmeler anları bir kahve içimlik zamana sığar. Kimi zaman bulunmayan bir iş, kimi zaman elden yitip giden servet, çoğu kez yitip gitmiş gençlik, kaybedilmiş sağlık; bazen hayırsız bir koca ya da evlat, bazen de hayal kırıklıklarıdır; sohbetlerin konusu. Kahvenin acılığına biraz da biz katarız acılarımızı o sohbetlerde. Belki de o yüzdendir; “ Bir acı kahvenin dostluğunun kırk yıl sürmesi.”
Tanıdık bir yüz görmeye, bir dosta yürek açmaya ihtiyaç duyduğumuz anlar vardır. Tam da böyle bir anda bir tanıdık çıkıp gelir yanıbaşımıza; iskelede vapuru, durakta otobüsü beklerken. Ayaküstü sohbet başlar kısacık zaman aralığında. Devasa dertler kısa cümlelere sığar, söz olup dudaklarımızdan dökülür, hiç zorlanmadan. Her söz bir akarsu gibidir, tıpkı onlar gibi akıp yatağını bulur. Anlatmaya, konuşmaya doyamaz insan o anlarda. Sel gibi taşkınlaşır. Dertleşmekten kaynaklanan bir taşkınlıktır, bu. İşte o andan itibaren her şey değişir. Dertler, acılar denizine akmaya başlamıştır bir kere. Her şey o kadar hızlı olur ki, olup bitenin farkına bile varılmaz. Oysa nasıl da rahatlamışızdır, ama o anda bunu bile hissedemeyiz.
Yarenlik etmek deyişini de çok severim. Sohbet etmeye tercih ederim onu. Çünkü o, daha sıcaktır. Duyduğunuzda içinizi ısıtır. Ruhunuzu yakmayan, onu okşayarak ısıtan bir sıcaklıktır bu. Bir de kalbinize doğru yayılan bir ışığı vardır yarenliğin. İngilizler bunu “Heart to heart with talk” deyimiyle dile getiriyorlar. Onların sözlüklerinde bu deyim kalpten kalbe konuşmak anlamına geliyor. Başka bir anlamı da dertleşmek. Yarenlik etmek, dertleşmenin en has biçimidir, benim için. Yarenler, her zaman kalpten kalbe konuşurlar. Yaşlı bir çınarın altında oturup çay içen yaşlı insanlar görürüm, birbirine yarenlik eden. Öyle derin bir sohbet dalmışlardır ki, sanırsınız geride kalan onca yılın hesabını çıkarıyorlar. Ama işin aslı öyle değildir. Geride kalan yıllarla onların bir hesabı kalmamıştır. Onların derdi, derdini yanabilecek yarenlerin teker teker yok olup gitmesidir. Bir araya geldiklerinde önce birbirlerinin gözlerine bakıp acı bir şekilde gülümserler ve içlerinden birisi, “işte geldik işte gidiyoruz” diyerek asıl büyük derdi dile getirir. Ardından konu, “n’olcak bu memleketin hali”ne dönüşür. Bir dertlenmedir başlar; geçim sıkıntısına, teröre, büyük umutlarla verilen oyların nasıl heba olup gittiğine dair. O dertleşmelerden çatışma değil, uzlaşma çıkar her zaman. Dertler ortaksa çözüm bellidir, geçmiş zamanların bilgeleştirdiği o güzel insanlar için. Ne var ki, yaşlı çınarın altındaki bu yaşlı insanların derdi sadece memleketin haliyle sınırlı değildir. Onlar, gerekirse, dertleşme anının başına geri dönerler, “aha geldik, aha gidiyoruz, bizden sonrakiler düşünsünler” diye işin içinden kendilerini sıyırırlar; olur biter. Dert, başka başkadır, o andan itibaren onlar için. Kireçlenmiş kemiklerden müteşekkil kollar, bacaklar ve onların uzantıları eğilip bükülmüş parmaklar; sertleşmiş damarlar; sertleşmeyen bir yerler; çağırıldığında hafızaya gelmeyen isimlerdir, onların asıl dertleri. Gençken akla gelmeyen, dert edilmeyen ölüm, yaşlı insanın derdidir. Öleceğini bilir; ama hiç olmazsa elden ayaktan düşmeden, yatalak olmadan ölmek ister. Öldüğünde unutulmasın ister bir de. Geride kalacak olan, önceden gidenin vasiyetini yerine getirmeyi üstlenir. Karşılıklı sözler verilir, helallikler alınır. Bir başkadır, yaşlı insanların dertleşmesi. Öyle naiftir ki, içinde kin, öfke, nefrete dair hiçbir kelam bulamazsınız. Ne bir küfür, ne de bir beddua iştirsiniz.
Dertleşmekten bahsedip de hapishanelerden söz etmemek olmaz. Sizin hapishane koğuşlarını, avlularını görmüşlüğünüz var mı hiç? Benim var. Çok şükür mahkum olarak görmüşlüğüm yok oraları. Bir dönem çalışmışlığım olmuştu da ondan bilirim, mahpus damının ne demek olduğunu. Sözü o koğuşlara, avlulara oralardaki dertleşmelere getireceğim. Tüketilemeyen zamanlar, bir de değişmeyen kendisiyle aynı kalan mekanlar vardır; o malum yerlerde. Mesla avluda havalandırma vardır. Sırtını duvara verip oturmuş mahkumlar görürsünüz. Genelde ikişer kişilik oturma düzeniyle sırtlarını duvara verirler. Avluda derleşmek bir başkadır mahkum için. Koğuşta mahremiyeti yoktur; ama avluda vardır. Daha özgür ve özgün dertleşmeye başlar avluda mahkum. Dertler ısıtır soğuk avlu duvarlarını. Özleme, bekleyişe, sabıra, umuda dair laflar çıkar ağızlardan; ama içten içe derttir onların her biri. Bir solukta konuşurken; umudunu, özlemini, çilesini, gün görmeyişini, velhasıl derde dair içinde ne varsa, hemen oracıkta döker hapishane avlusuna. “Dışarda mevsim baharmış, gezip dolaşanlar varmış, günler su gibi akarmış” ama içerdeki durumun özeti şudur: “Geçmiyor günler geçmiyor…” Ne tuhaf şey: Günler geçmezken, insanın yaşlanıp saçlarına ak düşmesi, saçlarının tel tel değil, topak topak dökülmesi. Ne kadar acı bir şeydir, geçmeyen günlerde insanın yüzüne derin çizgilerin oturması, yüzündeki kanın çekilmesi, dişlerinin dökülmesi… Bu kadar dert sohbetle dile gelir mi?
Dertleşmeyi seviyorum. Çünkü, bana her haliyle doğal geliyor dertleşmek. Benim için o kadar işlevselsellik taşıyor ki, bunlar belki size çok tuhaf gelecek. Dertleştiğim her anın sonunda kendime olan güvenimi artırıyor, sorumluluklarımı bana hatırlatıyor, yeni sorumluklar almak konusunda beni cesaretlendiriyor, kendimi önemli hissetmeme neden oluyor. Nedendir, bilmiyorum; ama bütün bunları sohbet sözcüğünde bulamıyorum. O sözcük bana çok sığ geliyor. Dertleşmekteki samimiyet yok onda. Sanki bir yapmacıklık, bir vaziyeti idare etme durumu var. Örneğin iki insan fısır fısır bir şeyler konuşurken, üzerlerine gelen üçüncü bir kişinin, “N’apıyorsunuz bakayım” sorusuna, “Hiç, öylesine sohbet ediyorduk” derler. İşte bu kadardır sohbetin derinliği. Sığdır, yapmacıktır, üstelik bir de yalancıdır.