- Kategori
- Felsefe
Dil ve Dünyamız
Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.
Aman dikkat! Deliğindeki değil, ortalıktaki yılan sokar.
Yaptığın iyilik görevin haline gelir, denir.
İyi niyetli olursan, ilk dolandırılacak kişilerden olursun.
Hayatta iyi olmayı bile bir güç olarak yaşamak gerekir. İyiliğinde bilinçli ve sınırlamalı değilsen, kıçına pamuğu tıkarlar.
Kim tıkar? Yaşam mücadelesi tabi. Güçlü değilsen etrafındakiler bundan yararlanır. Sevgi bu yüzden güzeldir, güçlü olmak için ha bire kasılmana gerek olmaz.
Yaşamın özü, barış değil, savaş ve mücadeledir.
Peki, ne için mücadele? Bir amaç mı var? İnançlılar için var, Tanrı kendine göre bizle oyun oynuyor. Şöyle ya da böyle bir oyun.
Dünyanın niye var olduğunu bir kenara bırakalım mı, yoksa niye var diye soralım mı?
Bu soru, aslında dünyanın umrunda değil.
İnsanoğlu kendi akıl yapısına göre böyle bir soru uyduruyor ve cevapsızlığı nedeniyle de abuklayıp kalıyor.
Bu problem, soru’nun yapısında ya da dilin kendi yapısında saklı.
Dil öyle belirlenmiş ki, her soru için bir cevabı olmasını gerektiriyor. Niye her sorunun bir cevabı olsun ki?
Bak yine sorduk, sormadan duramıyor aklımız.
Dilin belirlenmişliği üzerinde iyi düşünmek lazım. Dil aslında bir tür dil oyunu. Şu ya da bu şekilde, şu ya da bu kişiler için, açık ya da kapalı uçlu, çok anlamlı, art zamanlı ve eş zamanlı, çağrışımlı bir yapı.
Bu yapı hiç kuşkusuz iletişimi sağlıyor. Tabi iletişimi sağlarken ne kazalar ne kazalar yaşanıyor.
En başta gelen, yanlış anlamalar.
Biz niye yanlış anlarız? Güzel soru.
Hemen akla gelen bir cevap, demek ki ortak kullanılan dile ortak anlamlar yüklenemiyor?
Peki, dil mi kabahatli, yükleme yapan mı?
Kabahati yükleme yapana atmak, işin kolayı olur. Dil de kabahatli, çünkü, matematiksel bir sembolizm içermiyor, içinde, kültür, tarih, bakış açısı, çıkar, iktidar, ideoloji vb. içeriksel belirlenmişlikler var. Bir de tabi biçimsel belirlenmişlikler içeriyor. Biçimsel derken kastımız, akıl yürütme tarzı olarak, düşünme tarzı olarak dil-zihin ilişkimizin oluşumuna ilişkin bir belirlenmişliği kastediyorum.
Yanlış anlama bölümünü geçelim şimdilik.
Peki başka ne tür kazalar oluyor?
Dilin, dil-zihin ilişkisine ilişkin belirlenmişlikler var demiştim. Buna ilişkin kazalar çok oluyor. Dil-zihin ilişkisi yeteri kadar sorunluyken, bir de üstüne üstlük, bunu bile doğru düzgün kullanamıyoruz. Mantık hataları yapıyoruz. Örneğin ‘Bütün bekarlar, evli olmayan erkekler midir?’ diye burada yanlışlığı açık olan ama çoğunlukla kapalı olan aptalca sorular sorabiliyor ve yargılarda bulunabiliyoruz. Bu mantıksal ilişkilendirme hataları da çok fazla var. Burası da geliştirilebilir.
Bunun dışında kazalar, dilin dışında kişilerle ilgili hatalar. Yanlış bilgi, yanlış duyma, yanlış bağlantılandırma, dinlememe gibi etkenlerle de pek çok iletişim kazası ortaya çıkıyor.
Evet, dil oyunu iletişim olarak, insanlar arası ilişkiyi sağlıyor, pek çok kaza olayına rağmen, yukarda saydıklarımız yanında, dil sadece iletişim aracı değildir. Aynı zamanda, silahtır. Evet, bildiğin silahtır.
Biz güya iletişim amaçlı, saldırırız, kandırırız, gerçekleri saptırarak çıkar elde etmek isteriz. Bu ve benzeri silah amaçlı dilsel eylemlerimizi, hem bilinçli yaparız hem bilinçsiz. Duygu yüklersek, bilinçsiz olarak silah olarak kullanırız. Akıl yüklersek, bilinçli olarak silah olarak kullanırız.
Yani dil sadece, iletişim aracı değil, aynı zamanda bir eylemdir.
Dil ohoo, başka nelerdir! Güzel sözdür; şiir, edebiyat vb. Burada dil, ne iletişimdir, ne eylemdir, ne düşünmedir. Burada dil malzemedir. Anlam inşa etmez, güzel anlam inşa eder.
Peki dil başka ne olabilir? Bitmeyecek gibi. Dil aslında sadece insanlar için değildir,
Hayvanlar da dil kullanır. İletişim kurarlar ve nesiller boyu yaşamlarını sürdürürler. O kadar ki sadece kendi dillerini bilmezler, etraflarında yaşayan avlandıkları ya da avlanmadıkları hayvanların da dillerini bilirler. Dilini bilmediklerinden kaçarlar.
Yapma diller vardır ayrıca, Esperanto mesela. Mors alfabesi bir dildir. İşaret dili de bir dildir, adı üzerinde.
İşaret dili ile konuşan insanlar acaba, konuşarak konuşan insanlara göre hangi duyguları ifade etmede ve anlamada, bütün kazalarına ve eylem oluşlarına rağmen, eksiklik yaşıyorlar mıdır?
Peki, bir de dil içinde diller var. Topluluksal lehçeler, mesleksel jargonlar, onlara ne demeli? Farazi bir soru, hiç dil bilmeden, bir adada doğup büyümüş bir insanın bir dili olabilir miydi?
Dil için illa iki kişi mi gerekir?
Peki, bir insan iki kişi midir, tek kişi midir? Hep kendimizle konuşmaz mıyız, bence bir kişinin de bir dili olabilir. Çünkü, adadaki kişi, ağaçlardan meyve yer. Ağaçların meyve vermeyi bıraktığını, ama 9 ay sonra yeniden meyve verdiğini görür ve bir süre sonra o meyveyi beklemeye başlar, işte beklemeye başladığı şey, onun zihninde artık bir anlamdır. Anlam da dildir, aslında. Sadece yanında biri olmaması, o meyveye bir ad vermemesine engel olabilir, belki. Peki, biz dili, en az iki kişi arasında konuşulan bir şey dersek, farklı bir şey mi söylemiş oluruz. Aslında öyle, çünkü iki kişi arasında konuşulan dil artık, iletişim aracı, silah ve düşünme aracı haline gelir. Oysa tek kişinin içindeki anlam, asla silah olamaz, asla iletişim aracı olamaz. Ama peki düşünme aracı olabilir mi? Adadaki adam, meyveleri yiyip gece gökyüzüne baktığında yıldızları görüp ‘Bunlar da ne?’ sorusunu içinde hissedebilir mi? Hissedebilir çünkü, adada, hareket eden, birbiriyle ilişkili olan bir dünya var, kişi bunları yaşıyor ve bunlara ilişkin bir düşünsel etkinlik oluşturuyor. Şunu demek gerekir, tek kişi için de bir dil vardır, ama iki kişi için var olan bir dilden belli farklar gösterir.
Acaba, her şey bir dil olabilir mi?
Dil doğal mıdır, yoksa yapay mıdır?
Her şey dil ise ‘dil doğaldır’ demek lazım. Tabi yapma diller her zaman olabilir.
Dil doğal mıdır, yapay mıdır sorusu nerden çıktı?
Basitten başlayalım, yeni doğan bir hayvan, büyüklerinden bir dil öğrenir. Bu öğrendiği dil onun için doğaldır. Bu hayvan gurubu, birden bire başka habitatlara sürgün edilsin ve orada birkaç kuşak geçirsinler. O süreçte, eski doğal dillerinde değişimler olacaktır. Eski avlaklara ve coğrafyaya karşı yani avlaklar ve coğrafya, kesinlikle dillerinde değişim yaratacaktır. Bu dil ve dildeki değişimi doğal kabul etmek gerekir. Yeni dil geliştirmeye yapay dil dersek, doğal dil diye bir şey hiç mümkün olmazdı.
Demek ki doğal dil, bireylerince, yaşam süreçlerinde oluşturdukları diller için kullanılabilir.
Mesela, bilgisayar dilleri vardır. Basic, Fortran vs. Bunlar da dildir, bunları da bireyler yapıyor ve bireylerince değişikliklere uğratıyorlar, bunlara da mı doğal dil diyeceğiz?
Burada bir açmaza girdim. Sanki doğal dil ile yapay dil arasında nitelik farkı yok gibi geldi. Belki şöyle olabilir, yaratıcısı belli kişi ya da kişilerse, o dile yapay dil demek lazım. Ama diyelim bir yapay dil yaratıldı ve zamanla, sayısız birey kullanmaya başladı ve o dil bu kullanım içinde bireylerince değişime uğratıldı. O zaman bu dile, yarı yapay yarı doğal dil demek gerekir diye düşünüyorum.
Doğal dil konusu şundan önemli gibi geldi.
Biz şimdi insanlar olarak doğaya baktığımızda ya da dünyaya bir eko sistem görüyoruz. Her şeyin bu ekosistem içinde birbiriyle etkişelim içinde olduğunu görüyoruz ve örneğin Everest dağının niye bu kadar yüksek olduğunu ANLIYORUZ, çünkü görüyoruz ki büyük kara parçaları, kıtasal büyüklükte, birbirini itiyor ve arada yüksek dağlar oluşuyor.
Anlıyoruz, sözünü büyük harfle yazdım, çünkü anlam, dil ile ilişkili bir kavram.
Şimdi, doğanın, doğasal sistemlerin de bir dili var mıdır? Madem biz onları anlıyoruz?
Buna hayır demek gerekir, çünkü bu sistemlerin işleyişini, onların var olan dili üzerinden anlamıyoruz.
Ama mesela aslanların dilini onların eylem ve davranışlarından anlıyoruz. Çünkü, onlar aslan bireylerden oluşuyor ve bir homojenlik ve kavramsal birlik var ve onların kendi yarattığı bir dil. Biz de aslan gibi düşünmeye çalışarak, onların dilini çözüyoruz belli ölçülerde. Ama örneğin aslanların, belli hayvanları avlamasının, oradaki bazı hayvanların sayısını azalttığını, bu azalmanın da o bölgenin bitkisel yapını belli bir şekilde etkilediğini, biz anlıyoruz ama, orada bir dil söz konusu olduğu için değil.
Burada olan biteni, biz kendi dilimize indirgeyerek anlıyoruz. Anladığımız için de anlatabiliyoruz.
Doğanın bir dili yok, zihinsel yapıları olan bireylerden oluşmuş canlıların bir dili oluyor. Onların bu dilleri de doğal olarak ortaya çıkan dillerdir.
Peki, dili olan canlı gruplarının dilsel yapıları nasıl oluşuyor.
Ortak dili olan her canlı aslında dilini, dünyayı algıladığı şekilde kuruyor.
Bu nedenle, tüm var olanı bu dile indirgiyor. İnsan olarak, bizim, örneğin, renk skalasında ve ses skalasında ancak frekans aralıklarındaki renk ve sesleri algılayabildiğimizi biliyoruz. Ama pek çok hayvan için bu aralık limitleri farklı şekildedir. Demek ki duyusal algılama yetimiz ve zihinsel düşünme yetimizin sınırları neyse, dünyamızın sınırları da odur.
Dünya, neyse onu mu düşünüyoruz, dünya düşündüğümüz ne kadarsa o kadar mıdır?
Yine, abuk bir soru, sanki ikisinden biri olmak zorundaymış gibi.
Biz, dünyayı duyusal ve zihinsel sınırlarımıza göre düşünüyorsak, bu duyusal ve zihinsel yapımız nasıl oluştu peki??
Bu noktada, baştan beri gelmek istediğimiz noktaya geliyoruz. Dilin, akıl yürütme ve düşünme tarzı olarak belirlenmişliği nasıldır, sorusu.
Hiç kuşkusuz doğa ya da dünya, içinde barındırdığı canlılar ile o canlıların algılama yapılarına göre farklı şekillerde algılanıyor ve biliniyor.
Hiçbir canlının algılama ve bilme tarzını bir diğerinden üstün görmek için bir neden yok.
Herkes kendine göre algılar ve düşünür. Bu dünya içinde var olmuş canlıların algılama yapıları da, hiç kuşkusuz, bu dünyanın olup bitmesine göre şekillenmiştir. Biz, gözle doğarız ve gözümüz bu doğada etkin olacak şekilde dizayn olmuştur. Daha doğduğumuz anda görmeye başlarız.
Devam edecek…