Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

21 Aralık '12

 
Kategori
Öykü
 

Dilek Kızağı

Dilek Kızağı
 

Duru bebek, Türkay dede, Latife nine, Hande anne


Harman sonuydu. Herkeste bir koşuşma vardı. İşini tezden bitirip içeri taşınmaya uğraşan köylüler birbirleriyle yarışıyorlardı sanki. Öküz çetenleri durmadan gidip geliyordu köy yolunda. Çeten arabalarından akan samanlar yol boyu sarı çizgiler oluşturmuştu. Yağmurun ıslatıp, arabaların, motorlu taşıtların oyduğu toprak yol yer yer çukurlaşmıştı. Hangi çeten arabası olursa olsun, yolun her çukuruna vuruşunda ileri geri sallanıp durur gibi oluyordu. İşte o an sarı samanlar kimin çeteninden az, kimininkinden çok akıyordu.           

Öküzler, köpüklü geviş getiren ağızlarıyla dolup boşalmasını bekliyorlardı çetenlerin. Boyunduruklarındaki artıp azalan ağırlıktan eylem anını çıkarıyorlardı. Diğer yandan, ölçek ölçek sayılıp doldurulan buğday çuvalları dik dik, yan yana sıralanıyordu harman yerinde.         

Cabir öyle durdu, dalgın. Köyün harman yerine gerinerek bakındı. Çeten arabasının gölgeli serinliğinde kır, dor atlarını arabaya, dövene koşanları sevecenlikle izledi. Dalgınlığı çözülmüştü. “Bir günlük yaşama üç günlük yiyecek gerek.” diye usundan geçirdi .         

Gölgelerde oturup yan gelinen günlerin bitmesine bir şey kalmamıştı. Çimen harmanın yerini karın aldığını, tüm ovayı beyaz örtünün kapladığını yakınına getirdi. Korkulu tipileri, ot, saman sorununu, hayvan bakımını; üç çocuğuyla genç karısının boğazını  - kendini katmadan – acı acı yüreğinden geçirdi. Dedesini, babasını göçürmüş kerpiç duvarlı, toprak, düz bacalı evinin tandırında yakacağı tezeğin sayısını bir bir bulmaya çalıştı. Sonuçlandıramadı. Az değildi bir tezeğin ederi; bir ekmekten çoktu. “Ekmeksiz durulur ama, tezeksiz nerde!” diye vahlandı Cabir. Hele saçaklardan buzların asıldığı, tipinin korkulu estiği günde olası mı!         

Birçok sorunun kafasında oluşturduğu düşüncelerle yerinden doğrulup çalışan, tığ savuran karısına baktı. Bakışlarını döven süren kızına, harmanı aktaran oğluna kaydırdı. Bakışları korkulu oldu sonra. Tipili günlerin, soğuk ayların içinde düşündü oğlunu. Çeten arabasının gölgesinde uyuyan bebeğini gerisin geri dönerek yeniden gördü. Çocuklarının geleceğine baktı. Her nedense, babasının kendisi gibi duyarlı olmadığını geçirdi kafasından. Yüreğinden soğuk soğuk suların aktığına kulak vererek döndü durdu düşünceler arasında.          

Harman yerine yönelmeden, yıllar önce göçmen babasının yankılanan sesini kulaklarında duydu: “Cabir’im , seni ninen büyüttü ! ” Anasıyla ilgili anısının olmadığına, yalnızlığına öfkelendi. Öküz arabasının yanında kalakaldı; doğrulduğu yere yeniden oturdu. Ninesinin kucağına oturup: “Nine, anamı anlatsana!” dediğini usul usul, sesizce belleğinden geçirdi. Ninesinin korkusuzluğunu, yıldıran bakışlarını anımsadı. Ama kendisine sıcak, ezilerek baktığını dün gibi gördü. Ninesinin göğsüne yaslanınca kırışık, zayıf ellerini saçlarında gezdirdiğini; durup atan yüreğinin sesini, derin soluklarını duymaya başladı.

Mehri ninenin yaşlanmış yüreği Sanem gelini anlatmaya durunca bir hoş oldu. Kirpikleri gitmiş, kaşları silinmiş gözleri birden coştu. Sezdirmedi Cabir’e bunların hiçbirini. Çok uzaklara baktı. Gözlerinden sızıp ağzına doğru kayan yaşları çitinin ucuyla silip konuşmasına başladı: “Aysız ayazlı bir geceydi. Ananı kan kaybından yitireceğiz korkusuyla kıratların takımları vurulup kızak hazırlandı.” derken o günü bir kez daha yaşamaya hazırlanıyordu. Kına yakılıp ince örgülerine mavi boncukların sıra sıra dizildiği, omuzlarından öne doğru düşen saçlarını arkasına attı. Başının dayanılmaz ağrısına söylendi içten. Erkeklerin bıyıklarından buzların asıldığı, bacaların kürendiği günü yakınına getirdi.          

Cabir, Mehri ninenin sönmüş göğsünde anasını çıkarmaya çalıştı yava yavaş. Çift at kızağının ivedilikle karanlık, ayazlı gecede nasıl hazırlandığını anlatıyordu: “Ortalık dona çekmiş, tükürsen tükürüğün yere düşmüyor; canlı olan her şey büzüşmüştü. Yorgan döşekle kızak döşendi. İnce eleklerde eleyip tandırda kuruttuğumuz, sıcağında bebeleri sarıp sarmaladığımız ince, kumlu toprak bu kez ananın ayaklarını ısıtıyordu. Toprağın hasından elenip inceltilmiş höllükleri torbacıklar içinde Sanem’in kızağı dolduran döşeğine yerleştirdik.” dedi, durdu.

Mehri nine kızakta boylu boyuna yatışını görür gibi oldu Sanem gelinin. “Toparlak dolgun dudaklı yüzü allığını giderek kaybediyordu. Gözleri, o baktığında doyumsuzluklar gideren gözleri yalvarır gibiydi. Omuzlarından dökülüp belini geçen örgülü saçları yine öyle canlıydı.” sözlerini sürdürmesine izin vermiyordu yorgun yüreği.

Cabir, anasının yüzünü, kızağı dolduran boyunu canlandırdı yüreğinde. Sonra örgülü, canlı saçlarını görmeye çalıştı usuyla. Anlatılan parçalardan anasını çıkarmaya, tümlemeye uğraştı çocuk yüreğiyle. 

Mehri nine, gerçeği söyleyip bitirememek kaygısıyla sürdürdü konuşmasını: “Kıratlar, gecenin karanlığında ‘ can kurtarmak‘ amacıyla takımlarının vurulduğunu – kuyrukları özensiz, ivedi kıvrılıp bağlanınca– yaşayarak öğrenmişlerdi. Düğünlerimizde enine boyuna süslediğimiz, beyaz gelinliğiyle kızların kurulup oturduğu dilek kızağına koşulmamışlardı bu kez. Kıratlar, boylu boyuna ipeklerle örtünmemişti. Aman dileten soğukta kızağı döşek yorgan serili görünce anlamışlardı  ‘ can kurtarmak‘ göreviyle karşı karşıya olduklarını.” Yine sözünü tamamlayamadan daldı gitti Mehri nine. Çünkü, yıllanış yüreği dayanamıyordu artık esip savrulmaya.

Sanem gelinin düğününü anımsadı birden. Kız kapısına yanaşıp gelini çıkarışını, kızağa kurup oturtuşunu yağan karla birlikte yüreğinde duydu. Dilek kızağına yol vermeyen gençleri düşünmeden edemedi. “ Yükün değerli Mehri nine, kolayına geçemezsin bizi.” diyen gençlerin sesleri ağır işiten kulaklarındaydı yeniden. Tüm bunlar yorulmuş yüreğini sarstı. Dalgınlıktan, derin düşüncelerden sıyrılmadan, cansız kollarıyla sıkı sıkı sarılmaya çalıştı Cabir’e. Saçlarını kokladı torununun. Sonra, içinden bir türkü tutturdu. Ayrılıp da kavuşmak üstüne, gülmek, yaşamak üstüne bir türkü.

Acımasız geceye döndü yeniden: “Takımları vurulup kızağa geri geri basılarak koşulan kıratların soluğu bizimkilere karışıyordu. Sanem gelinin soluğu kesilmiş gibi. Allığı uçup giden yüzü güleçti yine de. Yay kaşları yine yay. Ama düğünlerin başında mendil sallayan, sekip zıplayan değildi artık. Bindiği dilek kızağı bu kızaktan başkasıydı sanki. Kıratlar, ananı, doğmamış seni çekip götürürken korkuların büyüğü yüreğimizi dövüyordu.” sözleriyle deri derin soluklandı.

Cabir’in on bir yaşından beklenmeyen duyarlıkla gözleri yaşardı. Acılar çeken, burkulan yüreğini kimseler göremedi. İlk olmayan bir örnekti Sanem gelinin yolculuğu.

 Mehri nine, durup dinlendiği yerden sürdürdü konuşmasını: “Kaygılarımızla yüklü gece sabaha dönmeden tipiye tutulmuştu. Yüreklerini yanımızda duyduğumuz tüm köylü ayaktaydı. Binek atlarıyla giden genç yiğitler, umutlarıyla birlikte geceye karıştılar.” derken acı olayları çokça yaşamış, ovalar gibi geniş yüreğini Cabir’e verdi. Yüreğinin genişliğine alıp saklamak istedi bir yerlere. Kendisinin de güçsüzlüğünü ayrımsadığı kollarıyla sardı torununu.

Sonrasını getirmek istemiyordu söyleyeceklerinin. Ama Cabir’in sorulu gözleri izin vermiyordu Mehri ninenin caymasına. Soğuk, tipili geceden sürdürdü sözünü: “Köyden giden atlılar tezden dönmediler. Gece karanlığını bırakıp horozlar sabahı duyurduğunda bir haber ulaştırdılar köye.” deyip durdu. Bildiği gerçekleri sıralayıp söylerken yanan yüreği közleniyordu.

Koca evine doyamayan kalem parmaklı, atak gelinini gençliğiyle düşündü. Gürül gürül akan sular gibi coştu yüreği: “ Tipi kıratları, dilek kızağını durduramadı. Sonra duyduk ki seni anandan bıçakla ayırmışlar.” gerçeğini söylerken dolu dolu oldu Mehri ninenin gözleri.         

Cabir, yaşaran gözlerini ninesinden kaçırmak için fırlayıp kalktı kucağından. Anasıyla ilgili tek anısının neden olmadığını, babasının, “Seni ninen büyüttü.” öğüdünü eksiksiz anlamıştı artık. Mehri ninenin kucağından kopup giderken mutsuzluğu büyüdü.          

Öküz arabasının gölgesinde gözlerinin ıslandığını, sakallanmış yüzünde giderek gözyaşlarının kaybolduğunu daha sonra ayrımsadı. Yanında uyuyan bebek Cabir’den, ıslak gözlerinden uzakta habersizdi. Karısının harman yerinden el ettiğini gördü. “Yağmurlar, ardından kış bastırırsa görürüm gününü. Sen böyle ağırdan al.” diye kendi kendine söylendi Naşize.

Cabir, gölgesi giderek azalan arabanın yanından harman yerine doğru yöneldi. Naşize’nin yabasını ustaca kullanması, samanları uçurup buğdayları bırakan savuruşu göğsünü kabarttı. Karısının becerisi, ataklığı, iş bilirliği umutlandırıyordu geleceğini. Tığa yanaşıp karısından yana bakmadan, elini buğdaya daldırdı. Eliyle buğdayı tek tek yoklar gibi ovdu. Elindeki buğday tanelerini tığa savurarak karısına yanaştı. Naşize kocasının yanaşmasını zorla beklemişti. Dargın dargın yakındı Cabir’e: “Harman işimizi bitirip kapıyı bacayı topraklayalım. Böyle giderse kış erken gelecek. Baksana, herkes koşuşturuyor. Bilmez misin karını, kışını buraların sen!” Doğrulayan bakışlarını gözlerinde gezdirip başını öne doğru salladı. İçten içten düşündüklerini sezdirmedi. Naşize, Cabir’in araba gölgesinde karlı, tipili, mutsuz günleri düşündüğünü bilemedi.

Cabir, üç çocuktan sonra tazeliğini yitiren Naşize’yi beyaz gelinliğiyle canlandırdı kafasında. Köy meydanında diz boyu yüksekliğindeki karı anımsadı. Karın ezilerek yüksekliğini nasıl kaybettiğine göğüs geçirdi. Başbarı vuran zurnacıyı, davulcuyu yakınında buldu birden. Dilek kızağının arkasında yengeler arasında oturan Naşize’nin yüzünü duvağının altında bulmaya çalıştı.

Naşize tığın başına yığıldı. Dizleri çözülmüş kuvveti kalmamıştı. Ayakta duran kocası giderek uzaklaşıyordu sanki. Sonra, geleceğini kafasında kurduğu baba evini anımsadı. Gelinliğiyle anasına sarılıp sarılıp ağlamalarını, “Kız bu dileklerin en güzeli ne ağlıyorsun; bak dilek kızağı seni bekliyor!” diyen arkadaşlarını dün gibi yakın buldu kendine. Sekizini süren Gönül’ü döven üstünde izledi bir süre. Kendisine söylenen umut dolu sözleri kızında gördü. Gelin ettiğini, sonra kendisine sarılıp ağlamalarını, dilek kızağının yerini alan motorlu taşıtları gözlerinin önünden geçirdi. On yılda yaşlandığını, bittiğini anlıyordu  artık. Kış gelmeden kışı, yaz gelmeden harmanı düşünüp durduğu usundaydı. Yaşamının anlamını ancak kavrıyordu. Anasına sarılıp ağlamalarına şimdi anlam verebiliyordu. “ Demek geleceğime ağlamışım.” diye yakındı yaşamından.

Yığılıp kaldığı tığın başında karnındaki bebeğin kıpırtısını duydu. Kocasına, “Bakamayız, büyütemeyiz!” dediği bebek durmadan karnını dövüyordu. Cabir doğruluyordu Naşize’yi; ama yatağa girip sıcaklığına ulaşınca gündüz konuştuklarını unutmuş görünüyordu:  “Her çocuk içeceğiyle, yiyeceğiyle doğar.” yargısını sık sık fısıldardı Naşize’nin kulağına. 

Eylü'lün serinliği çökmüştü. Arabanın altında sarılı kundağında uyuyan bebek içini çekerek ağlamaya başladı. Cabir karısından yana baktı. Naşize yığıldığı yerden ayaklanıp arabaya doğru hızlandı. Hızını yitirip harman yerine yüzükoyun düşüverdi. Amansız bir sancıydı vurup düşüren böylesine. Cabir, şaşkınlıktan karşı harmanlara, komşulara anlaşılmayan seslerle bağırmaya başladı.

Harman yeri ana baba gününe dönmüştü. Kadınlar yetişip Naşize’yi arabanın altına çektiler. Durmadan kan kaybediyordu. Diz altından düğmeli beyaz donu pelte pelte kanlara bulanmıştı. Naşize’nin başına toplanan kadınlar, uçuk benizlerinde büyüyen gözlerindeki iri damlaları çöken avurtlarına bıraktılar. Kimseler engel olamadı yangın düşen yüreklerine. Dövünen, dizlerine vuran elleri değil yürekleriydi sanki.

Cabir’in harmanına yakın geçen Kurbanların traktörünü telaşla durdurdular.             

 

 

                                                                     

 

 

 

 
Toplam blog
: 1064
: 732
Kayıt tarihi
: 24.03.12
 
 

Türkay KORKMAZ, umuda yolculuğu ertelemez. Mermeri delenin damlanın sürekliliği olduğunu bilir. Y..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara