- Kategori
- Güncel
Dış politika, savaş ve cihat (1)

Biri yer, biri ağlar, kıyamet ondan kopar!
“Herkes hata yapabilir. Ama aynı hatayı iki kez yapmak aptallıktır.” diye bir söz vardır. Öte yandan, “Tarih tekerrürden ibarettir.” diye bir söz de vardır. Yani, tarih benzer olaylardan, tekrarlardan oluşur deriz. Ama bunu söylerken sadece Dünya’daki değil, evrendeki en zeki canlı olduğumuz konusunda bir an bile şüpheye düşmeyiz! Hatta insanı Allah’ın Dünya’daki halifesi ilan edecek kadar yüceltenlerimiz bile vardır.
İnsanlığın 5000 yıllık tarihinin neredeyse tamamı savaşların, insanların birbirine karşı işlediği suçların tarihidir. Yüzde yetmişi suyla kaplı aynı minik gezegenin, aynı biyolojik özelliklere, pire kadar zıplayamayacak, çita kadar koşamayacak, yok sayılacak kadar küçük farklılıklara sahip canlısı, birbiriyle üstünlük yarışıyla, ihtiyacından fazlasına sahip olmak için diğerinin elindekini almakla tarih yazmıştır. Hem kendi yaşamını, hem de diğerlerinin yaşamını bu uğurda ziyan etmiştir. Geldiğimiz aşamada, gezegende yaşamın devam edip etmeyeceği tartışılmaya başlanmıştır. Ama, sanki kendileri de aynı gezegende yaşamıyorlarmış gibi, pek çokları için bu bile başkalarının sorunu olarak kabul edilip pek fazla önem taşımıyor.
Dünyada barışın eksikliğinin nedeni, bazılarına göre dinlerin varlığıdır. Gerçekte sorun dinlerin varlığı değil, dinlerin özünden saptırılarak, egemen grupların elinde bir araç haline gelmesidir.
Milyonlarca insanın yok olmasına veya yoksullaşmasına sebep olan “izm”ler, dinlerle hiç bir ilgisi olmayan ideolojilerdir. İçlerinde din karşıtı, dine karşı bir çeşit panzehir olarak formüle edilmiş ve uygulanmış olanlar da vardır.
Halklarının çoğunluğu inanç olarak tek tanrılı dinleri değil, Uzak Doğu felsefelerini benimsemiş olan ülkeler de, zengin yoksul arasındaki uçurumlarla, sosyal güvencelerden yoksun yaşamlarla, yüz milyonların hayatta kalabilmelerinin bile başarı sayılabileceği ülkeler olarak yeryüzü cennetleri değildirler.
Sonuçta, kendilerini dindar olarak nitelendirenler, kendi dinlerini yeterince anlamadıklarını ve/veya uygulamadıklarını, dinleri reddedenler ise, insan aklının dünyaya barış getirecek bir ideoloji yaratmaya yetmeyeceğini kabul etmek durumundadırlar.
Savaşların temelinde çoğunlukla “başarılı” dış politika vardır:
Geçmişin savaşlarının en büyük gerekçelerinden biri “Allah’ın dinini” yaymaktı. Müslümanlar ve Hıristiyanlar bu isim altında soygunlar yaptılar. Hıristiyanlar zamanını tamamladı. Artık aynı gerekçeyle kilisenin yapabileceği çok fazla bir şey yok. Müslümanlar ise, İslam’da olmayan padişahlığı, Allah’ın yeryüzü temsilciliği sayılan halifeliği İslam’a sokarak, yine amacından saptırılmış cihat adına savaşlar yaptılar. Ülkeler fethettiler. Saray ve çevresi sefa sürdü. Halk savaşlarda öldü ve süründü.
Müslümanlar içinde hala padişahlık, halife özlemi içinde olup, kula kulluğu özleyenler var. Onun için burada biraz konu dışına çıkmak, padişahları din temsilcisi görenlerin dikkatlerini, bebek ve çocuk yaştaki kardeşlerin, masumların öldürülmesine izin veren padişah emrindeki şeyhülislam fetvaları yerine, konuyla ilgili Kur’an ne diyor konusuna çekmek yararlı olacak gibi görünüyor:
Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri sadece kendilerine vahiy indirilen, yapmaları gerekenler bildirilen, yaptıkları hatalar yine vahiyle düzeltilen ve mesajlarını, görevlerini tamamladıktan sonra bu dünyadan ayrılan peygamberleridir.
Peygamber olmayan, yaptığı yanlışlar vahiyle düzeltilmeyen bir insanın da Allah adına insanları yönetme yetkisi yoktur! Dolayısıyla aynı özellikleri taşımayan kişi, sonradan gelen, yerini alan, yani halife olarak kabul edilemez. Bir yöneticinin yerine geçen insan önceki yöneticinin (sonradan geleni-yerine geleni) halifesi olabilir. (Kur’an’da geçen, Âdem’in halifeliği ile ilgili ayetler için bkz. blog-“Çamurdan” yaratılmak ne demek?)
<ı>“İşleri/yönetimleri, aralarında bir şura/seçen ve seçilenlerin karşılıklı denetimiyle yürütmedir/ karşılıklı tartışıp görüşerek karar almadır. Kendilerine verdiğimiz rızklardan ‘infak’ ederler/başkalarıyla paylaşırlar/başkalarına pay çıkarırlar. Kendilerine zulüm ve haksızlık gelip çattığında, yardımlaşırlar.“(Şura, 62/42, 38-39)
<ı>“Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri, onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. (…) Allah’a itaat edin. Resule ve sizin içinizden olan/sizin seçtiğiniz hüküm ve yetki sahiplerine de itaat edin.”(Nisa, 98/4, 58-59)
<ı>“Ey, iman edenler! ‘Raina!’ demeyin, ‘Unzurna’ deyin/ ‘Bizi davar gibi güt!’ diye konuşmayın, ‘Bize bak’ diye konuşun ve dinleyin” (Bakara, 92/2, 104)
Allah’ın önerdiği yönetim, çobanın güttüğü koyun sürüsü gibi, kişiliksiz ve aptal halk yığınları olarak, asayı, gücü eline geçiren birinin veya bir grubun yönetimine, kayıtsız şartsız katlanmak veya uyduruk gerekçelerle başka toplumlara, dinlere düşman olmak, zamanı, kaynakları ve yaşamları birilerinin iktidar hırsı için boşuna harcamak değildir. Önerilen yöntem, yönetimi ortak kararla seçilen yöneticilerden oluşturmak, görevlerini gereğince yerine getirip getirmediklerini denetlemek ve yönetimi karşılıklı uzlaşmayla yürütmektir. Yöneticilerin kendini beğenmiş zenginlerden değil, aşağılanmanın ve yoksulluğun ne olduğunu bilen kişilerden seçilmesi, onların yararına kararlar alıp, durumlarını düzeltecek işler yapmaları hedeflenmiştir. Servetle ve refahla şımarmış olanların, kendilerini üstün veya ayrıcalıklı olarak görenlerin iş başına geçmesi o düzen için sonun başlangıcı olarak nitelendirilmektedir.
<ı>“Biz bir ülkeyi/medeniyeti mahvetmek istediğimizde, onun servet ve nimetle şımarmış elebaşlarına emirler yöneltiriz/onları yöneticiler yaparız da onlar, orada bozuk gidişler sergilerler. Böylece o ülke/medeniyet aleyhine hüküm hak olur; biz de onun altını üstüne getiririz.”(İsra, 50/17, 16)
Seçimde ve yönetimde esas olan, yönetimin tek bir kişiye, gruba veya aileye yakın olanlara, aynı aileden olanlara değil, o işi en iyi yapabilecek kişilere, yani ehil olanlara verilmesidir.
Yöneticilerin ise, tüm yönetilenler arasında hiç ayrımsız, (Allah’ın Rahman sıfatı ile kulları arasında inanan-inanmayan ayrımı yapmaksızın tüm nimetlerini onlara eşitçe sunduğunu hatırdan çıkarmadan) adaletli uygulamalar yapmasıdır. Yöneticiyi seçtikten sonra- çok özel durumlar dışında- kendilerine verilen süre tamamlanıncaya kadar, seçilmiş yöneticilerin makul kararlarına uyulması, sürekli itiraz ve karmaşa ile yönetimin işlemez hale getirilmemesidir.[1]
Bu anlamda saltanat, babadan oğluna geçen yönetim İslam’a aykırıdır. Saltanatla idare edilen dönemlere baktığımızda, ülkeleri yüzyıllarca idare etmiş monarşilerde başa geçenler arasında aklı başında devlet adamları, hatta kendileri de yazarak, çizerek, destekleyerek sanata ve bilime katkısı bulunanlar olduğu gibi, ruh hastalarının, halka tütünü, kahveyi bile yasaklayan IV.Murat gibi alkoliklerin, Haliç gezilerinde “Balık kullarına altın serpen” Deli İbrahim gibi zavallıların da bulunduğu görülmektedir. Bütün bunlar pek çok kuşağın zarar görmesine, acı çekmesine neden olmuştur.
Günümüzde, “Allah’ın dinini yaymak“ bahanesinin yeri pek fazla kalmamıştır. Onun yerini fitnenin artan çeşitleri almıştır. Örneğin,
Bir şu dini-etnik grubun, bir öteki grubun yanında yer almak;
Etnik, dinsel veya kültürel ayrılıkları körükleyerek düşmanlığa dönüştürmek;
Var olan anlaşmazlıklarda sorunun büyümesine çanak tutmak;
Haklı olup olmadığına bakmaksızın kendine yakın gördüğünün, ticari çıkarına uygun olanın yanında yer almak;
Kendisiyle aynı dinden veya görüşten olmayanları düşman ilan etmek;
Hak-hukuk, özgürlük, demokrasi gibi sloganların arkasına saklanarak saldırmak;
Ekonomik bağımlılık yaratmak için üretimi ve iç barışı bozmak vb.
Fitne adam öldürmekten daha kötü olarak tanımlanmıştır. Çünkü bir seri katilin bile hayatı boyunca işleyebileceği cinayetlerin bir sınırı varken, etnik gruplar veya din grupları arasında çıkarılan fitne, yaratılan düşmanlıklar sonucu kaç kişinin kaç kişiyi ve ne kadar zaman boyunca öldürebileceğinin, insanlar arasında oluşacak düşmanlığın sınırı yoktur.
<ı>
<ı>Fitne/baskı ve bozgunculuk, cana kıymaktan daha büyük bir kötülüktür<ı>.“(Bakara, 92/2, 216-217)
Global oyuncular olan güçlü ülkeler ve ülke birlikleri, başka ülkeleri denetim altına alabilmek, o ülke kaynaklarını ve iş gücünü istediği gibi kullanabilmek için insanlarını küçük etnik gruplara ve dinsel cemaatlere bölerek, borçlandırarak, tarımını-sanayisini bağımlı hale getirerek, güçsüzleştirilip parçalamaktadırlar. Bölmek istedikleri ülkelere haktan, hukuktan, özgürlükten söz edenler, ticari çıkarları söz konusu olduğunda, ülke yönetimlerinde demokrasinin “d”si olmayan, ama işbirlikçi diktatörleri, şeyhleri bile kapılarda karşılamakta, hürmette kusur etmemekte, onlara demokrasi dersi ve akıl vermemekte, o ülkelere demokrasi götürmemektedirler.
Ancak bunu yapan ülkelerde de sosyal adalet söz konusu değildir. Bu ülkelerde de azınlık daha zenginleşip, çoğunluk yoksullaşmaktadır. Kapitalizm ve son aşaması globalizm zaten, paylaşmayı ve yardımlaşmayı öngören ilahi düzen yerine bireyselliği, rekabeti, tüketimi öngören, insan yaradılışına ve ihtiyaçlarına aykırı, sakat bir anlayışın, yok olmaya mahkûm ürünüdür.
Müthiş gelişme olarak pazarlanan globalizmin geldiği aşamada, iş yeri kazandıracağı iddiası ile yatırım için devletten (halkın parasından) ayrıcalık ve destek alan firmalar, şimdi de iş yerlerini kapatmamak, insanları işsiz bırakmamak için devletten para istemekte, firma sahipleri şahsi milyarlarından harcamak istememektedirler. Yine eğitimden, sağlıktan, sosyal yardımlardan kesilerek büyük firmalara, bankalara para aktarılmaktadır.
Seçilmiş hükümetlerin görevi mal pazarlamak, yapılan satışa karşılık başka ülke yönetimlerini haklı-haksız, doğru-yanlış olduğuna bakılmaksızın desteklemek veya karşı olmak değil, adaletle ve kalıcı barış için doğru ve haklı olanın yanında yer almak, destekleyici politikalar üretmektir.
Sağlıktan, eğitimden, sosyal güvencelerden kesip firmaları büyütmeye çalışmak, kamu olanaklarını birkaç kişinin çıkarı için kullanmak değil, gençlerin sevgili ve saygılı, paylaşımcı, araştıran ve öğrenen; kendisine ve yakınlarına, ülkesine, yaşadığı gezegene sahip çıkan insanlar olarak yetişmeleri için eğitime gereken önemi vermek ve gerekli yatırımı yapmaktır.
Başka ülkelerden çalıp getirmek, dolap çevirerek mal satmak veya ailesinin ve çıkar grubunun lehine kendi ülkesinin sömürülmesine aracı olmak değil, ülke içinde üretimi geliştirmek, yurtiçi ve toplumlararası dayanışmayı ve barışı sağlamaya çalışmaktır.
İnsanların kendilerine yetecek kadar kazandıkları, dinlenmeye, düşünmeye, duaya ve öğrenmeye vakit bırakacak kadar çalıştıkları, sağlık ve sosyal güvencelerinin olduğu bir düzen oluşturmaktır.
Gelecek nesillere, dengesi bozulmuş, tahrip olmuş bir gezegende para ve gökdelenler; alkol, uyuşturucu, stres, zarar görmüş genler; birbirine düşman ülkeler ve toplumlar, insanları mutlu etmeyecek anlayışları miras bırakmak haksızlık ve onların yaşamlarını da ziyan etmektir. <ı>
Ancak, mutlu azınlığı suçlayıp işin içinden çıkmak, sorumluluktan kurtulmak mümkün değildir. Suçlu sadece mutlu azınlık değil, onu yaratan ve çok daha küçük çıkarı için onu destekleyen, işbirliği yapan çoğunluktur. Yani çoğunluk, aşına doğradığını kaşığında bulmaktadır:
Genel kabulde başarılı dış politika, başka ülkelerden kendi ulusu adına çıkar sağlamak olarak kabul edilmektedir. Bunu başaran (!) politikacı da tekrar seçilmektedir.
Günümüzde üretim ve tüketim çeşitlenmiş olsa da, çağdaş dediğimiz insanın zihinsel ve duygusal yapısı geçen yüzyıllardakinden farklı değildir. İnsanlar yine kendine benzemeyeni düşman kabul etmekte, kendinden daha az mala, toprağa, daha küçük konuta sahip olanı kendinden değersiz görmektedir. Yine belli bir topluluğun üyesi olarak diğerinin elindekini sahibine değil, kendisine daha yaraşır ve hak olarak görmektedir.
Kolektif sadizmin araçları değişmiştir ama özü aynıdır: Geçtiğimiz çağlarda insanlar arenada parçalanan köleleri, esirleri seyrediyordu. Yani kendilerinden düşük seviyedekileri yok ederek eğleniyorlardı. Günümüzde ise, kendi kültüründen, kendi dininden olmayanların tepesine bomba atılmasını, kendi yönetimleri tarafından, işbirlikçi olmadıkları için düzenleri bozulmuş ülkelerde, başıbozuk çetelerin yönetimi altında yaşayan, can veren insanları, açları ve yoksulları aynı duygularla televizyonlardan izliyorlar. Hem kendinden düşük seviyedeki zavallılara acıyarak, hem kendileri o ülke vatandaşı olmadıkları için memnun olarak iki türlü üstünlük duygusu yaşıyor, mutlu oluyorlar. Ama izledikleri sahnelerdeki kendi paylarını unutuyorlar! İnsanlar verdikleri oylar ve seçtikleri yöneticiler ile suça ortak olduklarını bilmek zorundadırlar. İnsanların bir kısmı kandırılmaya müsaittir. Ancak gerçekten saf olanlar, kandırılmış oldukları zannedilenlerin çok daha azıdır. Çoğunluk işine gelene inanmış gibi yapmayı tercih etmektedir.
(Örneğin, Bush’u ve Blair’i tekrar iş başına getiren seçmen Irak’a demokrasi gelecek diye mi, ya da gerçekten Saddam’ın –olmayan- kitle imha silahlarıyla New York’u vuracağından korktukları için mi devlet bütçesinden milyarlarca doların Irak’a akmasını onayladılar? Yoksa ucuz petrol geleceği, yapılan harcamalar fazlasıyla geri alınacağı beklentisiyle mi?
İnsan hakları şampiyonu, akıl hocası AB de diğer ülkelerde, tarıma desteğin azaltılması önerileri yaparken kendi üreticilerini desteklemektedir. Ancak küçük çiftçiye de, sanayi tipi üretim tesisleri büyük üreticiye de destek sağlanmaktadır. Böylece küçük çiftçi ancak bir kaç bin Euro destek alırken, büyük toprak sahibi veya sanayici bir kaç milyon Euro almakta, kârın çoğu zaten bu şekilde kasasına girdiği için, çok miktardaki ürününü çok düşük fiyatla Afrika, Latin Amerika ülkelerine ihraç etmektedir.
Kendi ürünün maliyetinden daha düşük ihraç fiyatı ile ülkesinin pazarına giren fiyatlarla rekabet edemeyen yerli üretici, çiftçi için ürününü satma, kazanma şansı ise yok olmaktadır.
Yine Afrika kıyılarını –balık fiyatının beşte biri fiyatına- kiralayan AB, hem balığın yok olmasına, hem de Afrikalı balıkçıların aç kalmasına neden olmaktadır.
Güçlü ülkeler, çoğu yoksul ve kendilerine borçlu ülkelerin yönetimlerinin ihraç mallarına gümrük sınırları koymalarına, kendi üreticilerini teşvik etmelerine, gerekirse baskı ile engel olmaktadırlar. Olmazsa, o yönetimleri devirip yerine işbirlikçilerin gelmesini sağlamaktadırlar. Aç bıraktıkları insanlara pirinç gönderince de cümle âleme insanlık dersi vermiş, hem acıma duygusu olan yüce gönüllü insanlar, hem de zavallılara yardım eden üstün insanlar olmaktadırlar.)
İşbirlikçi yönetimleri seçmeyen, olanın bitenin farkında olan ve karşı olanlar ise seslerini çıkarmadıkları, haklarını aramadıkları sürece bu düzenin değişmesi mümkün gözükmemektedir. Yapılması gereken, aynı araçları kullanarak karşı mücadeledir: Doğru yöneticilerin seçilmesi için çaba göstererek[2], sivil toplum örgütlerini destekleyerek, insanları bilgilendirerek ve yönlendirerek, belli firma ürünlerini veya alınan kararları protesto ederek vb. (Protesto etmek, kırıp dökmek ve kamu malına, insanlara zarar vermek değildir! Kamu malına zarar, kendi malına zarar vermektir.) Ayrıca, örneğin, şeker hastası olduğunu öğrenen kişinin perhize girmesi, bazı zevklerden ve alışkanlıklardan vakit geçirmeden vazgeçmesi gerektiği gibi, alternatifi olmayan gezegenimiz Dünya’ya verilen zararı durdurabilmek için insanların bazı alışkanlıklarını değiştirmeye, farklı bir yaşam ve tüketim tarzı oluşturmaya kararlı olmaları gereklidir. Bu ahlaki olmanın ötesinde yaşamsal bir zorunluluktur.
Başarılı uluslararası politika olarak kabul edilen cambazlıklar ve kendilerini başarılı politikacılar olarak görerek dolap çevirenler, zamanı gelince, yaptıkları ve isimleri insanlık tarihinin altın sayfalarına yazılacak olanlar değil, gelecekte lanetlenerek tarihin çöplüğüne atılacak olanlardır. Bu başarılamazsa zaten, balta girmemiş ormanlarda doğayla iç içe yaşayan birkaç kabileden başka insan ve dolayısıyla tarih yazacak kimse kalmayacaktır. Dünya insanlara savaş alanı olsun diye yaratılmamıştır!
[1] “Müslüman yönetici zalim de olsa ona uyunuz” bir başka din dışı saptırmadır. Bir insan hem zalim, hem de Müslüman olabilir mi? Zalime Müslüman diyeceksin, kendine yönetici yapacaksın, bu da İslam’a uygun olacak?
[2] Düzenden yana olanları büyük paralarla, sağlanan diğer olanaklarla destekleyen büyük firmalar, bu yönetimlerden çıkarı olan ülkeler vardır. Onların kendilerini tanıtması, medya yoluyla insanları etkilemesi, çok sayıda kişiye ulaşması çok kolaydır. Ama insanlar istedikten sonra kulaktan kulağa, yüz yüze görüşmeyle, internet vs. kitle iletişim araçlarını kullanarak da pek çok şey başarabilirler.