- Kategori
- Müzik
Dream Theater

Scenes From a Memory... ve kullanılmış bir konser bileti...
Dün gece bir konserdeydim sevgili tek basıp, çift zıplayanlar. Dream Theater geldi, biz de gittik. Hey yavrum hey. Buna konser demezler, peynir ekmek yemezler. Resmen bir oturuşta 50 tane Mars yemişim gibi enerji doldum, hatta 20 yaş gençleşip, güzelleştim. Yaklaşık 3 saati ayakta, yapış yapış Tel Aviv havasına eklenen insan eti sıcağında zıp zıp zıplayarak, sesim kısılana kadar şarkı söyleyip, avuçlarım patlayana kadar alkışlayarak geçirdikten sonra, çıkışta İstanbul’daki kardeşimi arayıp; “Ben bu gazla buradan eve kadar yürürüm birader, tutma beni.” dedim ve gerçekten yolun yarısından fazlasını yürüdüm. Zira taksi bulamadık. O zaman anladım ki, sahneyi/ekranı göreceğim diye, yumuşak çimenlikte parmak ucunda dengede durmaya çalışmak, baldır-bilek kaslarıma yaramamış. Bu fırsattan istifade ederek, benden uzun boylu olan herkesi kınıyorum.
Dostlar, bakın buraya yazıyorum, ben hayatımda böyle konser görmedim. Benimle beraber yıldızların altında konser alanını dolduran 10.000 kişi de görmedi. Zira bu, Dream Theater’ın İsrail’de verdiği ilk konserdi. Meğer grubun İsrail’de çok kalabalık bir hayran kitlesi ve ayrıca resmi bir Hayran Kulübü varmış. Bu azimli insancıklar yıllarca organizatörlerden hep üvey evlat muamelesi gördüklerinden, çözümü grubun yurt dışındaki konserlerine kalabalık baskınlar yapıp, “Biz de varız, bize de bekleriz” demekte bulmuşlar. Dream Theater’ın en son İstanbul konserine buradan uçak kaldırmışlar, düşünün artık. Neyse, sonunda muratlarına ermişler. Konserle ilgili sağa sola yapıştırılan küçük el ilanları haricinde, hiç reklam ve promosyon yapılmamış, konser gününe kadar medyada tek kelime haber çıkmamış olmasına rağmen, biletler yok satmış. İlk önce 6.000 kişi kapasiteli, kapalı bir fuar alanında yapılması planlanan konser, yoğun ilgi dolayısıyla mecburen açık hava konserine dönüştürülmüş ve 10.000 kişilik çılgın rakama ulaşılmış. (Kaynak: haaretz.com, 16.06.2009)
Efendim, bu Dream Theater, bir müzik grubu değil. Galaktik bir hata. Her biri kendi enstrümanını yemiş yutmuş, aya götürüp, taş toplamadan getirmiş müzisyenlerin bir grupta toplanmış olmaları hata. “Yeteneğin Adil Dağılımı ve Etkili Kullanımı Procesi” bağlamında, her biri ayrı gruplar kurup, müziğin kitabını baştan yazabilirlerdi pekala. Bir arada olmayı uygun gördüler. Olsun, müzik çok şey kaybetti ama biz Dream Theater’ı kazandık nitekim. Neyse, ağır saçmaladım yine.
Bu elemanlar, 1989 tarihli ilk albümleri “When Dream and Day Unite” ın çıkışından beri “Terakkiperver Rock Musikisi” (*) dinleyicisine, tabiri caizse gözü açık rüya gördürttüler. 1992 tarihli “Images and Words”, 1994 tarihli “Awake”, 1995 tarihli “A Change of Seasons” albümlerinin her biri, yarım aklımızı başımızdan aldı.
1997 tarihli “Falling Into Infinity” kanımca biraz yavan kalmasına rağmen, 1999’da gelen “konulu” “Scenes From A Memory” ile herşeyi unutup, öpüşüp, barıştık. “Scenes...”, bir başyapıttı ve doğal olarak grubun kariyerinde bir dönüm noktası oldu. Çıtayı öylesine yükselttiler ki, kendileri bile bir daha bu kalitede bir albüm yapamadılar. Ardından çıkardıkları her albüm, “Scenes...” sonrası olarak ayrı bir kategoride değerlendirildi. Bu dönemde, grubun en sıkı hayranları arasında bile;
“Tıkandılar - Tıkanmadılar”,
“Aşırı sertleştiler – İyi de bu kötü birşey değil ki”,
“Eskisi kadar iyi değiller - Yok canım, hâlâ süperler”,
“Çok teknik ve ruhsuzlar – Kalbimizdeki ağrı, gözümüzdeki yaştır onlar”
tartışmaları aldı yürüdü. Buna bir de grunun şarkıcısı James “stüdyoda doğru söyler, sahnedeyse şaşar” LaBrie’nin, dinleyicide gerilip gerilip duvara kafa atma ihtiyacı doğuran ve gittikçe korkunçlaşan “canlı” performansının sıkıntısı ilave olunca, “N’oluyoruz yahu?” ve “Galiba buraya kadarmış, adios amigos” hisseleri tavan yaptı.
Bütün bunları neden anlattım? Grubu tanımayanlara onları anlatmak için değil. Çünkü müziği anlatmaya çalışmak, deveye hendek atlatmak, köre renk tarif etmek ve mutluluğun resmini yapmak kadar zor. Bendeniz o kadar yetenekli değilim. Dolayısıyla onlara “Dinleyiniz, dinletiniz, kendi kararınızı kendiniz veriniz.” diyebilirim ancak. Ve fakat, grubun hayranlarına bir çift sözüm var; “Dream Theater, hâlâ Dream Theater dostlar. Sadakatimizin karşılığını alacağız. Bekleyin ve görün.”
Bakın, ben bu adamları birkaç sene önce Berlin’de canlı seyrettim. James LaBrie çok, ama çok kötüydü. Grup çıkıp çaldı, her zamanki gibi kusursuz, ama aynı zamanda da ruhsuzdular. Biraz buruk çıktım o konserden.
Ben bu adamların yüzlerce canlı performans videosunu izledim. James LaBrie kötü ile çok kötü arasında gitti geldi hep. Grubun geri kalanı her zaman tıkır tıkır çalıştı, yerine göre seyirciyle beraber eğlendikleri, yerine göre çıkıp öylece çaldıkları oldu.
Abartmıyorum, ben bu adamları hiç dün akşamki kadar iyi görmedim!
James LaBrie, döktürdü!
Bir şarkıcının bir grubu rezil de, vezir de edebileceğini bir kez daha, yaşayarak gördük.
Konser boyunca neredeyse hiç hata yapmadan, tamamen konsantre olmuş bir biçimde, seyirciyle teması hiç kaybetmeden, eğlenerek ve eğlendirerek söyledi. Hani neredeyse dublör kullandılar diyeceğim, o kadar iyiydi.
Grup, uzun süren bir bekleyiş sonrasında İsrail’de verdikleri bu ilk konseri, yıllarca unutulmayacak bir olaya dönüştürmeye kararlıydı.
Yaklaşık 2 saat 15 dakika sahnede kaldılar. Hiç ara vermediler. Hiç yorgunluk belirtisi göstermediler. Benim belim tutuldu, ayaklarım koptu resmen, onlara birşey olmadı.
Yeni albümleri henüz piyasaya çıkmadığı için, bir süre önce yayınladıkları single “A Rite Of Passage” haricinde, hep eskilerden çaldılar.
“Pull Me Under” ve “Take The Time” ın nakaratlarında, 10.000 kişilik bir koro, James’in isteği üzerine Tel Aviv’in sesini Kudüs’e duyurdu.
Benim de dahil olduğum aynı koro, “The Spirit Carries On” u, baştan sona kelime kelime söylerken diken diken olan tüylerimi, uzun süre yatıştıramadım. Şu anda bunu yazarken bile içim bir tuhaf oluyor.
Baterist Mike Portnoy’un, sanki o eller kollar ona değil de başkasına aitmiş gibi bir yandan çalar, bir yandan geri vokalleri yapar, bir yandan seyirciyle flört ederken, sanki çok kolay bir iş yapıyormuş havasıyla, yüzündeki o sakin ifadeyi kaybetmemesine, olmayan şapkamı çıkardım.
Gitarist John Petrucci ve klavyeci Jordan Rudess ne zaman soloya girseler, dinleyiciler arasında bulunan müzisyenlerin, “Petrucci/Rudess ile Gitar/Klavye Öğreniyorum” seansları için nefeslerini tuttuklarını hissettim. Üzerlerinde yoğunlaşan kıskançlık bulutunun kokusunu aldım. Zira, her ikisi de çok iyiydi.
Basçı John Myung da her zamanki gibiydi. Sağlam, sessiz ve derinden.
Konser bitip, “bis” için bağırışlarımız tükenmeyince, grup tekrar sahneye gelip, “Metropolis”, “Learning To Live” ve “A Change of Seasons” dan oluşan bir potpuri yaptı. “Metropolis” in ortasında, Petrucci ve Rudess aşık atışması yaparlarken, hiç beklenmeyen bir anda “Hava Nagila” ya girdiler. Kahkahalar, ıslıklar, el çırpmalar, “laylaylay” lar eşliğinde kıyametler koptu.
Anne-babalarıyla konsere gelmiş, Dream Theater tişörtlü küçük çocuklardan, yanımda duran ve hiçbir notayı kaçırmamaya azmetmiş iki dürbünlü amcaya, yorulduklarında yanlarında getirdikleri kamp sandalyelerini açıp oturan yaşlı teyzelerden, bildiğimiz sivilceli ergenlere kadar herkes oradaydı. Biletler nispeten pahalı olmasına rağmen, (yaklaşık 80 Euro) bu durum belli ki kimseyi fazla ilgilendirmemişti.
Dream Theater’ın yeni albümü “Black Clouds and Silver Linings”, 23 Haziran’da piyasaya çıkacak. Avrupa turnesinin son ayağı olan İstanbul konseri de 4 Temmuz’da. İstanbul konserinin şarkı seçimi buradakinden farklı olabilir. Buradaki şarkı seçimi de bana kalsa kusursuz değildi. Olsun. Misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş. “Ne çalalım?” diye sorarlarsa bir gün, söyleriz. Ne diyordum ben? Ha, sonra turnenin son konseri olduğu için grup elemanları yorgun falan olabilirler. Bilemem yani. Ne demişler, ayı da çıkabilir, herşey olabilir.
Bildiğim birşey varsa, o da dün akşamın harika geçtiğidir. Bu akşam olsa yine giderim. Beğenmediğim tek şey, ön grup oldu. Onun da Dream Theater’la alakası yok yani. Umarım İstanbul’daki ön grup, daha iyi olur.
Siz de eğer grubu tanıyor ve seviyorsanız, ayağınıza gelen fırsatı kaçırmayın, gidin derim. Yeni albüm çıksın, bir dinleyelim, tartışmalara kaldığımız yerden devam ederiz.
Şimdiden iyi eğlenceler.
(*) Progressive Rock
Bu blog Milliyet.com.tr sitesinden 76 kez görüntülenmiştir