Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Eylül '17

 
Kategori
Öykü
 

Düşeyazmak

Düşeyazmak
 

          İçimizde beliren bir düşü, yıllarca saklı tutarsak günün birinde ansızın karşımıza çıkıverir.  Babamın güzel yüzündeki çukura tutunan düştür, beni diş hekimi yapan.  Askeri okulda öğrenciyken apseli dişi, GATA’da ameliyatla alınan babam, başhekimin ameliyatı yapan diş hekimine , ‘’apseyi neden ağız içinden boşaltmayıp, dıştan müdahale ettin, yüzünde iz kalacak ‘’ çıkışı üzerine bir diş hekimi tanıdığım olsaydı umursamazlığın sonucunu yıllarca yüzümde taşımak zorunda kalmazdım fikrini neşterin bıraktığı hafifçe çukura gömmüş. 30 yıl kadar gömüldüğü yerde filiz vererek düşe dönüşen bu fikir gözüne beni kestirmiş olacak ki, hiç aklımda yokken babamın isteğini kıramayıp kendimi planlamadığım bir geleceğin içinde buldum. O günden beri hep şunu düşündüm; hayatın benimle ilgili gerçek planı bu değil. Beni henüz ne olduğunu bilmediğim başka bir şeye hazırlıyor. Bunun içinde diş hekimi olmak var. Diyarbakır’dan geçmek, hâlden hâle düşmek var.

 Bir hâl ki içler acısı, durumum işte tam da bu nedenleydi. Fakültede var ama yoktum. Varın yokluğu büyük planın bir parçasıydı. O çukur böyle basit bir nedenle yıllarca bu düşü saklamış olamazdı. Hem düş oluşurken beni hiç bilmemiş, özelliklerimi, gönlümü tutuşturan yangınları tanımamıştı. Hekimlik hâliyle, beni demlenmeye bırakma niyetindeydi.

    Taşıdığı paketin ipinin elinde bıraktığı kırmızı ize takılmışken gözlerim minibüsten indiğimizden beri soluksuz konuşan bu adamın bana hazırlanan gerçek planın neresinde durduğunu düşünüyordum. O ise artık giriş kapısında olduğumuz halde hâlâ konuşuyordu. İze takılmıştım bir kere, o ne söylüyor bir önemi yoktu. Gözlerimin takılıp arkasından zihnimin beni sürüklediği yere gidersem konuşulana kendimi veremez yüzüme dinliyormuş izlenimini yerleştirip başka bir yolculuğa çıkardım.  Annem bir şerbet ustası olmanın dışında ip bağlama ustasıydı. Öyle düğümler atardı ki; sağlam olur ama kolay açılırlardı. Taşırken elimi acıtmasın diye pamuk ya da kendirle örülmüş doğal ip kullanır, bana her hafta koli hazırladığından ‘’şuradan çekince hemen açılır, ipi atma, gelirken getir, yıkar tekrar kullanırım’’ derdi. Çoğu kez unutur atardım ipleri. Sayemde koca yumaklar hemen biterdi. O yüzden bu kez naylon ip kullanmış, düğümleri atarken de‘’ elin acıyacak ama ne yapalım, hak ettin’’ diye söylenmişti. Benim olan acı hakkını bu adamın taşıması ne garipti. Hayatta birinin omzuna düşecek yükleri, acıları başka biriyle paylaşmaya, yüklenmeye razı olmak mıydı aşk? Öyle ya, mutlulukları paylaşmaya herkes razı olurdu.  Kapıda kimlik kontrolü yapan asker’’bekleme yapmayın lütfen’’ diye ikaz edince düşüncelerimden sıyrıldım. O da;  ‘’hafta sonu yine göldeyim, Elazığ’a gelip seni görmeği çok isterim’’ dedi. Şu âna kadar aşka, kadına dair söyledikleri belki erkekler adına söylenmiş samimi itiraflar olsa da beni kızdırmıştı. Ben onlardan değilim demek isterken fazla ileri gitmişti.  Kızgınlığımdan dudaklarıma vah vah, çok istermiş der gibi bir gülümseme yerleştirip ‘’hoşça kalın’’ dedim. Hayır, kızgınlığım eğretiydi. Başka bir kadına aitti. Ben o kadın değildim. Ben çabuk hiddetlenmez, sonuna kadar dinler, dinlerken orda bekler, dinlerken gider, dinlerken diner, dinlerken durulurdum. Eğreti kızgınlığımla arkamı dönmüş gidiyorken yüzündeki ifadeyi merak edip geri döndüm.  Benim dudaklarımdaki alaycı gülümseme onun dudaklarını kaygıyla titretiyordu. Ona yaklaşıp elimi ipin yer yaptığı kırmızı çizgili eline doğru uzattım. Elimi tuttu. Acıya rıza gösteren bir uzuvdu o el. Ben sahiplenilmeyi sevmiyordum. Yüklerin altına hiç düşünmeden omuz veren omzuma denk bir omuzla yan yana yürümeyi seviyordum. Eli elimdeyken sanki vücudundaki en yalnız yere dokunmuşum gibi dudaklarındaki titreyen kaygı yerini umuda bıraktı.

  ‘’Sınavlar başladı. Hafta sonu buradayım ‘’ dedim.  ‘’Annem söylemişti hak ettim. Hak etmeden alınan yüreğe dokunmaz, iz bırakmaz.’’

 ‘’ Ben de buradayım o zaman. Hafta sonu sabah erkenden buradayım. Hak etmediğime elimi uzatmam.’’ dedi.

   ‘’Hoşça kal’’ deyip ayrıldım. Bu kez dönüp bakmadım. Merdivenleri inip alt geçitten bahçeye çıktım. Bir yaprağın bile düşmesine izin verilmeyen, gözü yorgun düşüren keskin netliklere sahip bahçede derin bir soluk aldım.  Düşer düşmez süpürülüp atılacak yapraklar ağaçlarda özgür bir hışırtı tutturmuş, şehrin rengârenk öteki seslerinin arasına karışmışlardı. Altın sarısı kadayıfın üzerinde coosss diye kabarıp coşan şerbetin, kapı önüne çıkarılmış büyük lengerde gıcırdarak yoğrulan isot renkli bulgurun, iki satır arasında incecik tak tuk kıyılan beyaz kuyruk yağının, ‘’ ki zava, ki buke ‘’diye bağıran allı morlu düğün alayının titrek sesine ses katıyorlardı.  Bu bahçenin dışında bütün yapraklar özgürdü. Rüzgar onları canlarının istediği yere savuruyordu. Şehrin tüm bu cümbüşlü sesini daha yakından duyuyorlardı.  Bu bahçedeyse düşmeye görsünler, kalabalık işaretli bir rütbelinin suratını buruşturuyor, şehri dolaşmaları yasaklanıyordu. Onların bile askeri bir iç tüzüğe bağlı olmaları güldürdü beni. Lüzumsuzsa hiçbir eyleme girişilmemeli, zemin var mı yok mu hep kontrol edilmeli, taşkınca davranışlara aynı kalıpla setler çekilmeliydi.  ‘’Bunu kendime neden yapıyorum?’’ diye yüksek sesle sordum.  Neden burada kalıyorum?  Neden şehrin sesine, rengine karışmıyorum? Belki de duygularımı hiçbir şeyi doğal akışına bırakmayan bu yer öldürüyordu.

  Sürekli devinip gitmek gereken bu yerde aynı hareket içinde uzun süre kaldığımı fark ettim. Otel kısmın merdivenlerinden aşağıya inen asker de senin dışında herkes işinde gücünde der gibi, ‘’ koliyi odanıza çıkardım.  Oda arkadaşınız anahtarı alıp çıkmış, kapının önüne bıraktım.’’ dedi.

Teşekkür ettim. Zaten odaya giresim yoktu. İsabet olmuştu arkadaşımın ihtiyatı. Biraz bahçede otururum diye düşündüm. Askerler biz yokken odaya girmesin diye çıkarken anahtarı resepsiyona bırakmıyorduk. Arkadaşıma bu adamdan bahsetmeli miydim?  Bana anlattıklarını anlatsam, ‘’seni de hep böyle aklı evveller bulur, sabırlıca dinledin mi bu saçmalıkları?’’ deyip, dalga geçerdi. Anlattıklarından bahsetmeyip sadece adamın tekrar buluşmak istediğini söylesem, ‘’dur benimkine söyleyeyim de bir araştırsın, onun Mardin’de bir devresi var. Unutma! Darı unundan baklava, incir ağacından oklava olmaz.’’ der, kendi yoğun bir aşkın içinde ayakları yerden kesildiğinden; ‘’aklını mı kullanırsın, kalbini mi bilmem ama sağlam biriyse hiç kaçırma aşksız geçen ömre yazık ,‘’ deyip beni rahat bırakmazdı. En iyisi ona hiç bahsetmemekti.

  Peki, sabırla dinleyen biri olsa! Biz düşe boğulmuş çukurlardan çıkarken sadece tutunduğumuz ipin bıraktığı kırmızılığı okşasa! Sormasa! Söyleyemediklerimizi anlasa!  Bilmese bizi, yalnızca inansa…

 

https://www.youtube.com/watch?v=0KrO48ibIiQ

 
Toplam blog
: 110
: 1076
Kayıt tarihi
: 26.05.14
 
 

Dünyanın kirletemediği bir lotus... ..