- Kategori
- Öykü
Puslu Geceler

“ Geceler bile sırf zifiri karanlık değildir. Üstelik sabah gelir peşinden... “
Yorganın altına kıvrılıp pencere camıyla boğuşan uğultuya kulak kesiliyorum. Odaya girebilse beni havalandırdığı gibi şehrin arka sokaklarına süpürecek. Belki daha ötelere, bir dönemin bozkır ufuklarına savuracak, günün telaşındaki kerpiç damların üzerine. Çayır kokusuyla girdiği kaçamak düşlerime ya da. Yaklaştıkça gökkuşağına dönüşürdü gülümseyişi. Zihnime kazınmış o yüzü unuttuğumu söyleyemem...
Şimdi her taraf karla kaplansa, buz kesse de ortalık aklıma koymuştum bir kere . Bugün karşısına çıkacak ve konuşacaktım. Bazı şeylerin yoluna girdiğini öğrenmeliydi çünkü. Evet. Başkasının uydurduğu yalanlara hiç ama hiç kapılmadan. Yüreği yumuşaktır, anlayacaktır. Balık pazarından tuttuğum şu ev mesela, kirasını ödeyebiliyorum. Agah Bey sağ olsun. Allah uzun ömür versin. Tanımıştı beni. Başım öne eğik öylece sokakta yürürken. Esnaftan arkadaşları dahi aklıma getiremezken. Bir kaldırımdan diğerine nasıl geçtiğimi ya da o sıra orada niçin dolaştığımı hiç bilemezken. Karşılaşmasak yanına hangi yüzle varacaktım ? O tesadüf anı... Ne demeliyim şimdi buna, ayıkma hali mi? Bu her neydiyse, gidişatı tersine çevirdiği kesindi.
Bekle, az sonra yanındayım. Gecikme olmayacak. Sözüm söz... Büyük güne hesabı bırakmaya hiç niyetim yok çünkü. Şehir. Üşüyor... Kar, bembeyaz bir engel bu kez önümde. Düştüğü yerde iz bırakan şu küçücük taneciklerin maharetini görebilseydin keşke. Kimi hemen eriyor, kimiyse buz kristallerine dönüşüp iplik iplik yapışıyor camıma. Hangisinin hangisine eklendiğini seçmeye çalışırken bakmışsın çoğalıvermişler pervazda. Bin parçalı yamasıyla ömür bohçasını sırtlayıp öyle bir yola düştün ki vakitsiz. Hayır. Dur, tam olarak bunu söylemek istemedim. Dil sürçmesiydi, inan. Bir karardı sonuçta verdiğin. Lafı mı olur hiç.
Lif lif onca pamuk yığınını kim böyle üşenmeden didikler de gökten salardı üzerimize. Pamuk değildi ki bu . Tutanın parmaklarını acıtan, azıcık oyalandığın zaman turp gibi kızarmış avucunda bir tutam ıslaklık bırakan hiçlikti, çocuk aklıma. Avludan sürüyle gelip gübreliğe konan çayır kuşlarını izlerken düşünürdüm bazen. Ama boşa değilmiş düşünmelerim, meğer kapana sıkışıp kalmayı bana iyice öğretecek bir sürece girecekmişim. Dün gibiydi daha... Kurduğum tuzağa yakalanırlardı. At kuyruğundan koparılmış kılın ayaklarına nasıl dolandığını, kanatlandıkça, kurtulmak için çırpınıp durdukça o dolanıklığın kördüğüme nasıl dönüştüğünü akledemezlerdi hiç . Birkaç damla kan sonra. Ilık ılık, parmaklarıma bulaşmış. Ovuşturduğum da kan pıhtısıyla uçuşan tüyleri...
Agâh Bey sağ olsun. Ömrüne ömür eklensin yine onun. Bir başka karşılaşmamızda, şu servilerin dibinde yatan taşların serinleyebilmesi için üzerine daha pek çok gölgenin düşmesi gerektiğini söylemişti bana. Yalnız, ağaçların gölgesi yetmezmiş buna. Ya da taşların . Önce kurda kuşa yem olan sonra çözülüp dağıldığı için geride hiç iz bırakmayan ne varsa hepsi o çukurun içindeymiş. Birbirinden habersiz hatta koyun koyuna orada yattıklarının bilincinden dahi yoksun kalmak ne feci. Geceler bile sırf zifiri karanlık değildir. Üstelik sabah gelir peşinden...
Tamam, önüme bir yol açmıştı. Ben servi ağaçlarının arasında Agah beyin adımlarını izleyerek bir yön tutturmuştum tutturmasına ama bu, kendi ruh bütünlüğümü korumak içindi sonuçta. Orada yatanlara faydası dokunur muydu bilemem. Tavını bulmalıydı önce, o dediği gölgelerden biri olabilmesi için.
Bugün. Evet, evet bugün, hazırım. Ve yüzleşeceğim onunla. Mırıldanmayla belki ama yine de karşısına çıkıp bir kaç şey söylemem gerekecek. O kar tanelerini gökten yere ne çekiyorsa işte öyle gizil bir gücün etkisinde kalmıştım çünkü. Kesifliğini durmadan eksiltiyor bulut. Beyazlığın usul usul uzaklaşmasına hiç ama hiç aldırmıyor. Hem nasılsa geri dönecekler ve hem o an kendisi aklanmaktadır. Sözcükler, içimde çığ gibi büyüyorlar...
Dudak büküp sırt dönmelerin olurdu dargınlığı oynarken. Aynada bir çift bakış, ardından. Her şeyi unutmuşsun gibi bana öylece bakardın. Karanlığa yaklaştığında gözlerin irileşiverirdi. Derinliğine çekilirdim hemen. Ufaldıkça ufalırdım orada. Tutup gazete gererdim aynayla aramıza. Altta kalır mıydın, tarağa uzanır, bakışların saçlarına kayıverirdi bu kez.
Sehpaya bırakılan fincan tıkırdıyor da ayılıyorum. Adımlarını izleyip karşı odaya geçiyorum, soğuktu içerisi, üşütebilirdin. Ateşse canlandırılmalıydı. Ama önce ruhlarımız ısınacaktı... Olabildiğince bakınıyorum. Yer yarıldı sanki sen içine girdin. Sokak lambasının aydınlattığı köşe ıssız mı ıssız. Omuzlarından itelemesem kalacaktın eşikte. Ürkmüştün, sindirilmiş. İçeri pencereye yöneliyorsun. Sokakla aranızdakine yakın durmak dilinin bağını çözüyor. Yüreğime akacak bir yol buluyorsun fakat. Sözcükler odaya dağılırken ellerin avuçlarımı üşütüyor.
Elbisendeki yırtıklara uzanıyorsun, teninin açıklığı kapanıyor da duruluyor bakışların. Dolabı gösteriyorum, içindekiler işe yarayabilirdi. Bir sigara içimi balkondayım sonra. Çatıların örttüğü yaşanmışlığın parçası, evet o çokluğun sevgiden yana çoğaltamadığı ne varsa bunu eksiltecek biri olmamak için dışarıdayım. Orada ıslıkla bir yerlere aktarıladurayım, şehir kara teslim kim bilir kaçıncı uykusuna dalıyor. Paltomun yakasını kaldırıp geçip gitmeliydim yanından ama çıplak dallarıyla bir çınarın yerlerde sürünen gölgesi olacaktın bu kez de. Geceyi çığlığıyla sabaha zorlayan martı gibi çaresiz ya da.
11/01/2016
Aydın AKDENİZ