- Kategori
- Psikoloji
Düşünce ve davranışlar
Küçük kız ve bir tanesi. Ona göre hiç şüphesiz ki aşkların en büyüğü...
Daha evvelki bloglarımda insanı diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli 3 özelliğinin
insanın evrimleşme sürecinde konuşma yeteneğini ve dilini geliştirdiğini,
bunun sonucunda kavramsal ve analitik düşünme becerisini geliştirdiğini ve
o güne kadarki bedensel evrimine ilave olarak zihinsel evrim geçirmeye başladığı, bunun sonucunda da bilimler ve teknolojiyi geliştirip tüketen bir varlık olmaktan kurtulup üreten bir varlık haline geldiğini belirtmiştim. Ancak ne var insanın bu güne kadar gerçekleştirdiği bu başarılar madalyonun sadece bir yanını göstermektedir. Madalyonun diğer yanı ise maalesef insan adına hiç de o kadar gurur verici bir görüntü vermemektedir.
Bildiğimiz ve hayranlık uyandıran bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yanı sıra aynı insanoğlu aynı zamanda doğada davranış bozukluları gösteren yegâne varlığı olup günden güne de artan bir şekilde psikolojik tedaviye gereksinim duyan bir varlık haline gelmiştir. Psikologlar her geçen gün biraz daha çok aranılan meslek erbapları olmaktadırlar. Davranış bozuklukları yanı sıra insan doğada gereksiz yere şiddet uygulayan yegâne varlıktır. İnsanın şiddet kullanma yönünde kendisine çizdiği her hangi bir sınır yoktur ve uygulanan şiddetin nesnesi başka canlılar olduğu gibi, kendi hemcinsleri de olabilmekte ve hatta kendisine karşı bile şiddet uygulamaktan kaçınmamaktadır. Sadizm ve masohizm gibi davranışlar sadece insanlarda rastlanabilen davranış çeşitleridir. Kendisini canlı bomba haline getirip havaya uçurmak bunu yaparken de mümkün mertebe çok sayıda insanı da yok etmek sadece insana has bir davranış biçimidir. Aynı şekilde doğada insandan başka yavrusuna karşı şiddet uygulayabilen hiçbir canlı türü yoktur. Şiddet ve saymakla bitirilemeyecek davranış sorunlarının yanı sıra insanoğlu geliştirebildiği o yüksek düzeydeki akla rağmen yine de dünyadaki kendisine her hangi bir yararı dokunmayan, irrasyonel davranışlar sergileyebilen tek canlı türüdür. İnsandan başka hiçbir canlı türü irrasyonel davranışlar sergilemez. İnsanın kutsal saydığı için ineğin etini yememesi veya günah saydığı için domuz etini yememesi, hatta domuzdan iğrenmesi anlaşılması ve izahı akılcılıkla, bilimsellikle mümkün olmayan davranışlardan yalnızca bazılarıdır.
İnsanın her hangi bir hayvan türünde rastlanmayan ve davranış bozuklukları kapsamında kabul edilmesi gereken, saymakla bitirilemeyecek kadar çok davranış bozuklukları olduğunu sanırım uzun uzun anlatmaya da hiç gerek yoktur. Zaten amacım da insanın davranış bozuklukları sergileyip sergilememesini irdelemek değil daha ziyade bu tür anormallikleri neden diğer canlı türlerinin değil de canlılar aleminin en gelişmiş varlığı olarak kabul ettiğimiz insanın sergilediğidir. İşte bunu anlaşılır kılabilmek içinde her şeyden önce canlıların davranış özelliklerini kategorize ederek en ilkel türlerden başlayarak en gelişmişi olan insana kadar karşılaştırmak ve bu karşılaştırmadan sonuçlar çıkartmak gerekir.
En ilkel canlı türleri olan tek hücreli ve benzerleri canlılarda en karakteristik davranışsal özellik bir türün mensupları arasında en ufak bir davranışsal farklılığının görülmemesidir. Türün bütün mensupları aynı bedensel özelliklere sahip olduğu gibi hepsi de aynı fonksiyonları = davranışları yerine getirirler. Birinin yaptığını hepsi yapar. Dolayısıyla aralarında her hangi bir farklılık gözlemlemek de mümkün değildir. Buna karşılık farklı bir türler arasında da gerek bedensel özelliğin değiştiği ve gerekse de işlevsel farklılığında ortaya çıktığı görülür. Yani ilkel canlı türleri bir taraftan kendi türü içinde aynı bedensel özelliklere sahipken, bunun yanı sırada aynı davranışları, aynı fonksiyonları sergilerler, aynı yaşam biçimlerini sürdürürler. Etki tepki ve nedensellik yasasının hüküm sürdüğü evrende de bunun bir tek anlamı vardır ve o da aynı bedensel yapılara sahip ilkel canlılar içinde yaşadıkları dünyadan aynı şekilde etkilenirler ve aynı tepkileri gösterirler.
Gelişmiş canlı türlerinde de örgenleşme düzeylerine paralel olarak yavaş yavaş aynı tür içinde azdan çoğa doğru artarak gerek bedensel ve gerekse de işlevsel özellikler itibarıyla farklılaşmaların ortaya çıktığına şahit oluruz. Örneğin bütün kartallar aynı yaşam biçimlerine sahiptir. Aynı yöntemle avlanırlar. Çok yükseklerde yuva kurarlar, uçarlar ve evrim süreçlerinde geliştirdikleri olağanüstü hassas gözleri vasıtasıyla yerdeki en ufak hareketliliği bile anında fark ederler, gözlerine kestirdikleri ava doğru son derece hızlı bir pike yaparlar. Ondan sonrası artık hepimizin belgesel filmlerde de seyrettiğimiz gibi sadece bir teferruattır. Kartal avını güçlü pençesiyle kıskıvrak yakalar ve son derece bilinçli bir iki gaga darbesiyle de öldürür. Bir kartalın yaptığını bütün kartallar yapar ve evrim süreci içinde geliştirdikleri avlanma yöntemini de yavrularına göstererek öğretirler. Bütün kartallar aynı ve benzer biçimde yaşarlar ama her kartalın yaşamı diğer kuş türlerinkinden çok farklıdır.
Benzer şekilde aslanların da kendilerine has bir yaşam biçimleri vardır ve bütün aslanlar da aynı yaşam biçimini sergilerler. Aslanlar güçlerinden o kadar emindirler ki, uyurken bile öyle kayda değer bir korunma tedbiri almaya gerek duymadan açık alanda sere serpe yatarlar. Onların tek kaygıları yavruları ile ilgilidir, çünkü yavrularının kendilerini koruyamayacaklarını bilir ve onlar için gerekli tedbirleri almayı bir an için bile olsa ihmal etmezler. Doğada yaşayan, aslan için av olabilecek nitelikte bütün hayvanlar aslanlardan korkarlar ve yaşam biçimlerini kendilerini aslana ve diğer tehlikelere karşı güvence altına alacak şekilde belirlerler. Çoğu aslanı görür görmez kaçmaya başlarlar. Bazıları da örneğin zebralar gibi aslanın kendilerine doğru yaklaştıklarını fark ettiklerinde kaçmaz ama aslanın hareketlerini izlerler. Gözlerini aslanın gözlerine dikerek onlara “bak ben seni izliyorum, çok yaklaşırsan kaçarım, sende beni yakalayamazsın ve boşuna enerjini harcamış olursun” mesajını verirler. Aslanda gözlerini kendi gözlerine diken zebrayı yakalayamayacağını bilir ve çoğunlukla da onunla uğraşmaktan vaz geçer.
Filler ise iri cüsseleri nedeniyle aslandan hiç çekinmezler. Aralarındaki asimetrik güç dengesini bilen bir aslanda zaten file saldırmaz. Aslanlar ancak çok aç kaldıklarında ve onda da fillerin yavrularına göz dikerler. Böyle bir durumda da filler yavrularını yakınlarına çağırarak korumasız kalmalarına engel olurlar. Aslanın fil yavrularına fazla yaklaşmaları durumunda da filler aslanın üzerine yürüyerek onu kaçırırlar. Netice de ailesinin koruması altındaki bir fil yavrusu da kolay kolay aslana yem olmaz.
Yukarıdaki örneklerden de görüleceği gibi en azından gelişmiş canlı türlerinin tek hücreli ve ilkel canlı türlerinin aksine bilinçleri olduğu ve gerek avlanırken ve gerekse de kendilerini veya yakınlarını korurlarken davranışlarının bilinçleri çerçevesinde belirlendiğini görürüz. Aslanın kendisini gören zebraya saldırmaması, zebranın aslan çok yakınına kadar gelmişse aslandan kaçmaması ve aslanın fillere değil de yavrularına saldırması, fillerin ise aslanlardan korkmayıp onları yavrularından uzaklaştırmaları hep bu davranışların bilinç dahilinde gerçekleştiklerinin kanıtlarıdır. Diğer taraftan bu bilinçli davranışlarında ancak ve ancak yavruluk döneminde anne ve babalardan alınan eğitim esnasında öğrenilebilecek davranış biçimleri de olduğu ortadadır. Çünkü insanın öğrenmediği hiçbir şeyi bilemeyeceğini bildiğimize göre hayvanların bilinçlerini oluşturan bilgi ve deneyimler haiz bir şekilde dünyaya gelebileceklerini düşünmek mümkün değildir.
İnsanların yaşam ve davranış biçimleri de aslında gelişmiş hayvan türlerinden çok farklı bir çerçevede gerçekleşmez. Ancak ne var biz insanın yaptığı her şeyi sadece bilinci dahilinde değil bütün bunları hayvanlardan farklı olarak entelektüel bir istem, analitik bir düşünce sonucunda yaptıklarını düşünürüz. Oysa durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Örneğin insanların bacak bacak üstüne atıyor vaziyette otururken ezan sesinin duyulmasıyla birlikte toparlanmaları, müzik dinliyorken müziğin sesini kısmaları gibi son derece refleksif davranışlar, düşünerek yapılmış davranışlarmış gibi görünse de, bunların bildiğimiz bütün diğer refleksif davranış biçimlerinden bir farkı yoktur. Evet, bacak bacak üstüne atarken ezan sesini duyan insan elbette ki hem bacak bacak üstüne attığının hem de ezan okunmaya başladığının farkındadır ve bu farkındalık elbette ki bilinçli bir farkındalıktır. Ama ondan sonraki hareketi artık sorgulanmış, düşünülmüş bir hareket olarak değerlendirmek de mümkün değildir. O durumdaki insanın toparlanması, müzik aygıtının sesini kısması artık tamamen refleksif à ezberlenmiş à düşünmeye gerek olmadan yapılmış bir tepki ve davranıştır. Çünkü benzer kültürel dünyada yetişen ve inançlarına bağlı olan her dindar gayrı ihtiyari olarak aynı davranışları sergilediği gibi, bu davranışları sergilemeyenleri de uyarıp onlardan da gereğini yerine getirmelerini beklerler. Bu susayan bir insanın oturup da “şimdi susadım, acaba ne yapsam” diye düşünmeden su içmeye kalkışması kadar refleksif ve tepkisel bir davranıştır.
Daha karmaşık düşünce ve davranış biçimlerinde benzer ortak tepkileri gözlemlemek kolaylıkla mümkündür. Örneğin, din elden gidiyor veya cumhuriyet tehlikede çağrısını duyduğumuzda büyük halk kitlelerinin ortak bir telaşa kapıldıklarına hepimiz şahit olmuşuzdur. Bu tür çağrılardan etkilenip etkilenmememiz artık tamamen bizim o ana kadar edindiğimiz bilgi birikimi ile alakalı bir olaydır. Aşırı dindar bir kimliğe sahipsek, din elden gidiyor çağrısı bizim için bir tehdit habercisi haline dönüşür ve hemen günün ve ortamın koşullarına göre de tepkimiz beyin tarafından belirlenir. Aynı şekilde irtica hortluyor veya laiklik, cumhuriyet tehlike altında çağrılarını da duyduğumuzda gösterdiğimiz tepkiler de artık tamamen, irtica ve laiklikten veya cumhuriyetin tehlike altında olmasından ne anladığımıza bakar. Örneğin Sivas’ta din elden gidiyor çağrısının bir anda Madımak otelinin yakılışına neden olan öfkeli kalabalığın toplanmasını tetiklemesi ile laiklik elden gidiyor çağrısının Çağlayan’da veya Tandoğan’da öfkeli kalabalığın toplanmasına sebep olması arasında sistemsel olarak hemen hemen hiç fark yoktur. Her ikisinde de etki-tepki nedenselliği çerçevesinde gerçekleşen reaktif eylem karakteri görülebilir. Aradaki fark; tehlike algılaması ve buna bağlı olarak gösterilen tepkinin kişilere göre farklılığıdır. Ama netice olarak benzer dünya anlayışlarına ve benzer bilgi birikimlerine sahip bütün insanlar aynı tehlike algılaması karşısında daima benzer tepkileri verirler. Bu çoğu zaman entelektüel görünen tepki veriş şekillerinde akıl tarafından yapılan bir sorgulama hemen hemen hiç yoktur. Verilen tepkilerin toplumsal özellikler göstermesi, bütün tepkili insanların benzer düşünce ve davranış kalıpları çerçevesinde hareket etmelerinden kaynaklanır. Daha basit örnekler de verecek olursak, geçtiğimiz yılda Danimarka’da yayınlanan ve Peygambere hakaret içerdiği ileri sürülen karikatürlerin yayınlanması üzerine, bütün İslam dünyası bir anda ayağa kalkmış fakat bu insanların çok büyük bir kısmı o karikatürleri görmemişlerdir bile. Zaten buna benzer bir çok olayda bir tek gazete manşeti üzerine yüz binlerce insanın sokaklara dökülebilmesi de bu tür davranışların tamamen tepkisel davranışlar olduğunun bir işareti ve göstergesidir. Kısacası insanoğlunun yaşamının neredeyse tamamında yetiştiği kültür ortamına göre düşünceler ve refleksif davranışlar sergileyen bir canlı varlık olarak kabul edilmesi hiç de yanlış olmaz.
Simdi bu yukarıda belirttiğimiz gibi canlı varlıkları bilinçsel ve davranışsal olarak kategorize edecek olursak bunları 3 gurup halinde toparlamanın mümkün olacağını görürüz, şöyle ki;
1-Hiçbir duyu organı bulunmayan ve bu nedenle de dış dünyalarını duyusal olarak algılamaları mümkün olmayan ilkel ve çoğu da tek hücreli canlılar
2-Duyu organları olan ve dış dünyalarını imgeleyerek algılayabilen gelişmiş canlı türleri
3-Dış dünyalarını duyu organları vasıtasıyla duyumsayan ama daha çok kültürleri vasıtasıyla geliştirdikleri kavramlarla kavrayan ve anlayan insanlardır.
Bu 3 kategori altında guruplandırdığımız canlı türlerinin etki – tepki, yani davranış biçimlerini birbirleriyle kıyaslayacak olur ve ortak özellikleri göz önüne alacak olursak, zorunlu olarak aşağıdaki sonuçlara ulaşmanın da mümkün olduğunu görürüz. Buna göre de bütün canlı varlıklarda
1-İlkel varlıkların yaşam biçimi tamamen dürtüler vasıtasıyla belirlenen tepkilerden oluşur. Tepkilerin objeleri de kendileri gibi kimyasal ve biyolojik olan varlıklardır. Tepkilerin uyarıcı nedenlerinin de bilinçlerinin olmaması nedeniyle kimyasal ve biyolojik türden olduklarını düşünmemiz mümkündür. İlkel canlıların tamamıda aynı etkiler karşısında sürekli aynı tepkileri verdikleri için hem tüm yaşam biçimleri nedensellik yasalarına uygun bir şekilde gerçekleşir hem de sergiledikleri yaşam biçimleri aynı nedenlerle rasyoneldir.
2-Gelişmiş canlı varlıklar dürtüler vasıtasıyla belirlenen tepkiler verirlerken tepkilerinin objeleri imgeleyerek algıladıkları diğer canlı türleridir. Bu tür davranışların büyük çoğunluğu da bilinçlidir. Bu hayvanların hepside ne yapacaklarını, ne yapmamaları gerektiğini bilirler ve hiçbir şekilde de irrasyonel olarak tanımlanabilecek bir tepki vermezler. Diğer bir ifadeyle de gelişmiş canlı türlerinin yaşam biçimleri ve tepki verme biçimleri de nedensellik yasaları çerçevesinde geliştiği gibi istisnasız bir şekilde rasyoneldir.
3-Yukarıdaki her iki maddeyi de bir arada mütalaa ettiğimizde bütün canlı varlıkların ilkel veya gelişmiş, dış dünyalarını duyumsayabilsinler veya duyumsamasınlar kendi tür ve cinslerine has ortak bedensel ve davranışsal özellikleri olduğunu görürüz. Bu nedenle de aynı tür ve cinse ait bütün hayvanların aynı etkiler karşısında aynı veya çok benzer davranışlar, tepkiler sergiledikleri söylenebilir.
4-İnsanların yaşam biçimlerinin, çeşitli uyaranlar karşından verdikleri tepkilerin içinde yaşadıkları dünyanın kültürel yapısına göre değiştiğini görürüz. Kültürel ortamların değişmesiyle insanların yaşam ve davranış biçimleri de değişir. Ama her şeye rağmen aynı kültürel ortamda yaşayan insanların büyük ölçüde aynı veya birbirine çok yakın davranışlar sergiledikleri de kolaylıkla gözlemlenebilir. Bu da insanların da içinde yaşadıkları kültürel ortama göre nedenli davranışlar sergilediklerinin ama bu davranış biçimlerinin de kültürel ortamın niteliğiyle doğru orantılı olarak rasyonellikten uzaklaşabildiğinin açık bir kanıtıdır. İnsanın kültürel ortama göre değişken tepkiler vermesinin bir diğer sonucu da, insan dışındaki varlıkların tepkilerini verdikleri şey doğal bir varlıkken, insanın tepkisini, doğal bir varlığa değil, zihninde kavramlaşan bir şeye karşı vermesidir. Kısacası insanın davranışları da ne kadar irrasyonel olursa olsun daima diğer bütün varlıkların ki gibi “nedensellik ve etki – tepki yasaları” çerçevesinde gerçekleşir. Bu tespitin bir diğer ve nihai sonucu da doğadaki tüm canlı veya cansız varlıkların var oluş, yaşam ve davranış biçimlerinin nedensellik ve etki – tepki yasarlı çerçevesinde gerçekleştiği, dolayısıyla da fizik biliminin yasaları ile psikoloji biliminin yasaları arasında çok fazla bir fark olamayacağı ve hepsinin de aynı mantık kurgusu ve aynı esaslara tabi olduğudur. Diğer bir ifadeyle de psikoloji bilimi fizik yasalarından bağımsız bir bilim dalı değil, aksine fizik biliminin bütün canlı varlıklar için olduğu gibi ama özellikle de insan için geçerli olan uzantısı olarak kabul edilmesi mümkündür.
Peki, şimdi bütün bunlar biz insanların yaşam biçimi ile ilgili olarak ne ifade ederler?
İnsanların irrasyonel, hayvanların ve cansız varlıkların rasyonel davranışlar sergilemesi tamamen bunların her birinin içinde yaşadıkları dış dünya koşullarını ve gerçekliğini algılayabilmelerine bağlı bir olgudur. Kimyasal maddeler ve ilkel canlı türleri bizim anladığımız anlamda dış dünyalarını algılayamazlar ve bu nedenle de onlar kimyasal ve biyolojik uyaranlara tepki verirler. Dolayısıyla da uyarıcı etkileri algılayış biçimleri son derece gerçekçidir.
Gelişmiş, dolayısıyla da dış dünyalarını algılayabilen canlı türleri de bu dünyalarını duyu organları vasıtasıyla duyumsadıkları ve imgeleme yoluyla, dolayısıyla uyaranları tüm gerçekliği içinde algıladıkları için onlarında tepki veriş yöntemlerinin her hangi bir irrasyonelliğe, davranış bozukluğuna yer vermediği sonucuna ulaşabiliriz.
İnsanların dış dünyalarını algılama biçimi ise kültürel evrimleri boyunca geliştirdikleri kavramlar vasıtasıyla gerçekleştiği ama bu kavramların da büyük çoğunlukla gelişmişlik düzeyine ters orantılı olarak çarpıtılmış, gerçek dışı olduğu için davranışları da irrasyoneldir ve davranış bozuklukları olarak tezahür ederler. Aslında “davranış bozukluğu” olarak tanımladığımız olgular hiçbir şekilde bir bozukluk değildir. Çünkü insan beyni öylesine mükemmel çalışan bir organdır ki fizyolojik bir arıza söz konusu olmadığı müddetçe irrasyonel bir düşünce ve davranışı da tetiklemez. Aksi durumda davranış bozuklukları olarak tanımladığımız sorunların insandan önce insan kadar gelişmiş beyne sahip olmayan hayvanlarda da gözlemlenebilmesi gerekirdi.
Beyin netice itibariyle tam otomatik bir bilgi işlem ve kumanda merkezidir. Nasıl en mükemmel bir bilgisayardan bile ancak ona bilgi olarak yüklediğimiz veriler doğrultusunda cevaplar ve sonuçlar alabiliyorsak, insan beyni de sahip olduğu bilgi birikimi ve buna bağlı olarak kavramsallaştırdığı “dış dünyasına göre rasyonel” düşünceler geliştirir, davranış talimatları verir. Diğer bir ifadeyle de insanın düşünce ve davranışları dünyanın gerçekliğine göre değil ama mutlaka ve mutlaka insan beyninin “kavramlaştırdığı dış dünyaya göre” rasyoneldir. Beyin ineğin kutsal, domuzun da yenilmesi günah olduğu bilgileriyle donatılmışsa artık onun ineği kutsamamak veya domuz etini yemeyi tercih etmek gibi bir şansı olmayacak demek ve artık düşünce ve davranışlar da “bilgi à kavram à yaşam biçimi” nedensellik dizgeselliğinde gerçekleştirilecek demektir. Sonuç olarak da insan yaşamında “davranış bozukluğu” diye bir olgu yok demektir, olan biten de sadece ve sadece insanın içinde yaşadığı doğa gerçekliğini irrasyonel bir şekilde gerçek dışı olarak algılamasından ve gerçek dışı algılayışa göre de nedensellik yasası çerçevesinde tepki vermesinden ibarettir.
İlkel ve gelişmiş hayvanların davranış biçimleri elbette insanlık için herhangi bir sorun teşkil etmez. Bizim asıl sorunumuz insanın nedensellik yasaları çerçevesinde ortaya çıkan ve insanlık için “davranış bozuklukları” çerçevesinde ortaya çıkan, giderek büyüyen ve tehlike arz etmeye başlayan bir sorundur. Bu blogda da bu sorunun tamamen insanın içinde yaşadığı sosyal ve doğal dünyayı gerçeklik dışı, irrasyonel bir şekilde kavramlaştırmasından, algılamasından kaynaklandığını ortaya çıkarmaya çalıştık. Sorun büyük olmakla beraber çözümlenmesi de en azından teorik olarak mümkün olmayan bir sorun değildir. Bu da gerek sosyal bilimlerin ve gerekse de eğitimcilerin çözebilecekleri ve çözmek zorunda olukları bir sorundur. Sorun insanların çeşitli kutsallıklardan, dokunulmazlıkları olduğu varsayılan doğal ve sosyal gerçekliklerin olduğu bir dünyada yaşadıklarına inanması ve bu kutsallıklara da şartlanmış, koşullanmış bir yaşam sürmesidir. İneğin kutsal, domuzun Tanrı tarafından lanetlenmiş, devletin boyun eğilmesi gereken yüce bir ilahi kudret olduğunu düşünen bir insanın akılcı düşünceler ve davranışlar sergilemesini beklemek saflıktan başka bir şey değildir. Bütün bunlar ise bilim dünyasınca belirlenebilecek yeni bir sosyal dünya kurgusu ve bunun eğitimi ile çözümlenebilecek bir sorundur.
Doğanın gerçekliği zaten büyük oranda bilimsel olarak da bellidir ve bu bilimselliğin de artık bir an evvel dinsel dogmaların karşısına konulup hiç değilse insanlarımızın ne tür bir doğada yaşadıklarını bilmelerinin önünü açmak gerekir. Sorunun büyüğü de sosyal dünyalarımızın çarpıklığı ve çoğu insana yaşamı eziyet haline getiren paradoksları, acımasızlıkları. Bu çarpıklığa ve acımasızlıklara rağmen de hem sosyal düzenlerin korunması, hem de alay edercesine bu sosyal düzenin sorumlusu olan devletlerin kutsanması bu sorunun mağduru olan insanlardan beklenmektedir. İnsanların davranış bozukluklara psikologlar tarafından çözümlenebilecek sorunlar değildir. Çünkü bu sorunlar kesinlikle nedenli sorunlardır ve o sorunların geliştiği bataklıklar kurutulmadan psikologların yapabilecekleri çok fazla da bir şey bulunmamaktadır. Oysa içinde yaşadıkları doğayı tüm gerçekliği içinde algılayan ve rasyonel bir şekilde yapılanmış sosyal dünyalarda yaşayan insanların davranış bozuklukları gibi problemlerle uğraşmaları mümkün bile değildir. Çünkü bozuk olan, tedaviye muhtaç olan insanların beyinleri tarafından belirlenen düşünce ve davranış sistemleri değil, sağlıklı bir insanın uyum göstermesi zaten olanaksız olan sosyal dünyalardır.
İnsan neden şiddete başvurur sorusu elbetteki bir davranış, bir psikoloji sorunudur ve mutlaka da nedenleri vardır. Bu nedenler ise kanunlar veya kanun hükmündeki kararnamelerle ortadan kaldırılabilecek nedenler değildir. Ancak bu blogun şu ana kadar zaten fazlasıyla uzun olması nedeniyle şiddet sorununu ayrı bir blog çerçevesinde ele almakta yarar görüyorum.
18.01.2008