Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Kasım '08

 
Kategori
Felsefe
 

Hak ve özgürlükler

Hak ve özgürlükler
 

Tarih boyunca bütün tartışmalar, anlaşmazlıklar, kavgalar ve savaşlar hep <ı>“hak ve özgürlükler” uğruna çıkmıştır denilebilir. İnsanlar hak ve özgürlükleri için şiirler yazmış, şarkılar bestelemiş, heykeller dikmiş, meydanlarda toplanmış, sokaklarda yürümüş hak ve özgürlükler talep etmişler, bunlar için kavgalar etmiş, savaşmışlar, ölmüşler ve öldürmüşlerdir. Ama hak ve özgürlükler nedir veya onları nasıl tanımlamak gerekir veya onların sınırları nerde başlar ve biter gibi soruların cevabı bugün bile hala verilememektedir. Hak ve özgürlükleri düzenlemek için binlerce yıl içinde geliştirilen hukuk sistemleri bile henüz genel geçer bir hak ve özgürlük tanımlaması yapamamaktadır. Hak ve özgürlüklerin herkesin üzerinde anlaşabileceği bir tanıma kavuşamamasının nedeni her halde bunların biraz soyut ve fazlasıyla da göreceli kavramlar olmasındandır. Çünkü bunlar bakış açısına göre değişir. Görüşler birbirine tamamen zıt olsa bile herkes kendisini haklı görebilir ve onun içinde uğrunda tartışılır, kavga edilir, ölünür ve öldürülür ama ne yapılırsa yapılsın neyin ne olup olmadığı konusunda bir türlü anlaşılamaz.

Hak ve özgürlükler kavramının nerde başlayıp nerede bitmesi gerektiğini kavrayabilmek ve gerçekçi bir şekilde tanımlayabilmek için çok eskilere kadar uzanmak gerekir. Günümüzden yaklaşık 15 milyar yıl önce evrim sürecinin ilk başlangıç anında doğada sınırsız bir özgürlük ve eşitlik vardı. Sınırsız bir özgürlük olduğu için de henüz hak kavramı icat edilmemişti, ihtiyacı da hissedilmiyordu. Rivayete göre tanrı <ı>“ol!” dedi ve önce büyük bir patlama oldu. Rivayetin doğru olup olmadığını bilemeyiz ama bir şekilde evrenin başlangıcında büyük bir patlamanın olduğu bilim adamlarının ileri sürdüğü bir teoridir. Arkasından evren hızla genişlemeye başladı ve nereden geldikleri günümüzde bile bilinmeyen sonsuz sayıda hidrojen atomları ortaya çıkmaya başladı. Tanrın “ol!” emriyle doğanın evrimi başlamıştı. Eşitlik vardı çünkü evrende var olan her şey hidrojen atomuydu ve bütün hidrojen atomları birbirinin aynıydı. Sınırsız bir özgürlük vardı, çünkü onca hidrojen atomunun ne yapıp ne yapamayacaklarını belirleyen ne bir kural ne de bir yasa vardı.

Doğada bu gün bile o ilk hidrojen atomlarından türeyen sayıları zaman içinde artan milyonlarca çeşit birbirinden farklı yapılara bürünen varlıklara neyi yapıp neyi yapmayacaklarını söyleyen herhangi bir yasa bulunmamaktadır. Bu gün bile doğada doğa yasalarına göre her şey serbesttir. Kim ne istiyorsa yapabilir. Ama buna rağmen hiçbir şey her istediğini yapamaz, çünkü yapılabilecekler daima dış koşullar ve öz nitelikler ile sınırlıdır. Bu nedenle de artık ilk başlangıç anındaki eşitlik kalmamıştır. Doğada artık bir birinden farklı milyonlarca çeşit varlık vardır ve bunların her birinin sahip oldukları farklı niceliksel ve niteliksel özellikler nedeniyle eşitliğin sözü bile edilemez. Oysa biz insanlar hak ve özgürlükler kadar eşitlik de istiyoruz.

Günümüz doğasında artık sınırsız özgürlüğe rağmen hiçbir şey her istediğini yapamaz. Çünkü milyonlarca çeşit varlık geçirdikleri evrim süreci içinde sahip oldukları özgürlük sayesinde ve içinde bulundukları koşullar çerçevesinde birbirinden farklı yapılar ve fiziki özellikler geliştirmişlerdir. En basitinden balıklar kuşlar gibi uçamaz, kuşlarda balıklar gibi yüzemez. Her canlının istediklerini yapabilme becerisi tamamen mevcut koşullar ve atalarının evrim sürecinde geliştirdiği örgensel yapı ile sınırlıdır. İstediklerini yapmalarına engel olan, özgürlüklerini kısıtlayan bir yasa yoktur ama her şey sadece yapabileceğini yapabilir. Başka bir ifade şekliyle de ne kadar özgür olursa olsun hiçbir varlık yapamayacağı bir şeyi yapamaz. Özgürlük kimseye yapamayacağı bir şeyi yapabilme gücü veya becerisi vermez.

İnsanlığın ilk günlerinde de durum farklı değildi. Onları birbirinde ayıran yasalar değil sadece ve sadece bedensel yapıları ve bu yapılarına paralel olarak geliştirdikleri veya geliştiremedikleri önce bedensel sonrasında da zihinsel becerileriydi. Bazıları erkekti bazıları da dişi. Bazıları güçlü kuvvetliydi bazıları da diğerlerinden daha akıllı. Bazıları kullandığı ilkel bir ok ile uçan kuşu vurabilecek kadar becerikli bazıları da düz yolda tökezleyecek kadar beceriksiz veya sakardı.

Doğada sınırsız bir özgürlük olmasına rağmen hiçbir şekilde karışıklık, düzensizlik veya kaos olarak tanımlanabilecek bir ortam bulunmamaktadır. Her şey o kadar büyük bir düzen içindedir ki doğa olaylarında gözlenebilen sebep sonuç ilişkilerinden yola çıkılarak fizik gibi bir bilim geliştirilebilmiş ve onun sayesinde dünyayı anlamak mümkün olmuştur. Doğada ne zaman, hangi koşullar altında neyin olacağı daima bellidir ve eğer yaşamın işleyiş biçimini yeterince anlayabilmiş, kavrayabilmiş isek hiçbir şey şaşırtıcı değildir. Aksine dünyayı yeterince anlayabilmiş isek nelerin olup nelerin olamayacağını bile öngörebiliriz. Aynı perşembenin gelişini çarşambadan bilebildiğimiz gibi.

Doğanın tüm varlıklara tanınan sınırsız bir özgürlüğe rağmen hayranlık uyandıracak kadar muhteşem bir düzene sahip olmasının nedeni tanrının kurguladığı sistemin akılcılığındandır. Bu en bilinçsizinin bile anlayıp uygulayabildiği sisteme göre var olan her şey tanrının kurguladığı tasarıma göre hareket ederek özgürlüğünü yaşarken aynı zamanda da farkında bile olmadan tanrının isteklerini yerine getirir. Sistem son derece basit ve akılcı bir sistemdir.

Her varlık donatıldığı dürtüler vasıtasıyla ne yaparsa yapsın daima tanrının isteklerini yerine getirmiş olur. Dürtülerin var oluş ve yaptırım gücü gereği her varlık kendi varlığını korumak ve geliştirmek zorunda olduğu için bunu zaten isteyen her varlık zorunlu olarak tanrının tasarımına da uygun bir yaşam sergilemiş olur. Kısacası her varlığın doya doya yaşayabildiği özgürlük aynı zamanda tanrıya karşı üstlenilmiş bir zorunluluk, mecburiyet ve de görevdir. Tanrı belli ki var oluşlarına neden olduğu hidrojen atomlarının bu günlere kadar uzanan bir evrim geçirmesini istemiştir, hidrojen atomlarının yaklaşık yüzde 20 si de bu istek doğrultusunda evrim geçirmişlerdir.

Canlılar örneğin dürtüleri gereği beslenmek zorundadır ve doğada beslenmeyi sınırlayan bir yasa olmadığı için istediği gibi beslenebilirler ve bu nedenle de özgürdürler ama diğer taraftan da beslenmemek gibi bir tercihte de bulunamazlar, isteseler de istemeseler de beslenmek zorundadırlar. Bu nedenle de doğanın düzeninin tanrının kurguladığı sistemin doğal bir sonucu olduğunu kabul etmek mümkündür ve de gerekir. Sistemin esası da <ı>“Özgürlük = Zorunluluk“ ilkesidir. Bu esasa göre de doğada yaşayan her varlık bilinçsiz bir şekilde de olsa ne yaparsa yapsın daima hem istediği şeyi hem de yapmak zorunda olduğu şeyi yapar ve bu sayede de ilahi düzenin mantıksal kurgusu fonksiyonunu yitirmeden evrim sürecinin akıllı tasarımın amacına doğru ilerlemesine vesile olur.

Şimdi burada sistemin işleyişi açısından muhakkak ki gerekli ama diğer taraftan da başlangıç da hüküm süren eşitliğin evrim sürecinde bozulmasını açıklayan teknik bir sorunun altınını çizmek gerekir. <ı>“Özgürlük = Zorunluluk” esası varlık ile tanrı olarak tanımladığımız sistemin tasarımcısı arasında geçerli olan bir kuraldır ve evrim sürecine itici güç teşkil eden bu kuralın varlıkların kendileri arasındaki ilişkiyi belirleyen ve düzenleyen herhangi bir işlevi bulunmamaktadır. Örneğin aslan avını yakalar, yer ve hem kendi işini bitirmiş hem de doğadaki işlevini yerine getirmiş olur. Aslanın doğanın sistematik kurgusunda parçalayıp yediği ceylana karşı her hangi bir zorunluluğu yoktur. Ceylan ölmüştür ve bu da ceylanın kendi sorunudur. O da aslana yakalanarak zorunluluğunu yerine getirmek konusunda yetersiz kalmış ve varlığını yitirmiştir. Kısacası Tanrı ile aslan ve ceylan arasındaki ikili ilişkilerde <ı>“özgürlük = zorunluluk” esası bozulmamıştır. Her canlı özgür olduğu için bunun doğal bir sonucu olarak da yaşamının, yaşamdaki başarısının bir garantisi bulunmamaktadır. Netice olarak özgürlük istiyorsan başarının da başarısızlığının da ceylan örneğinde de olduğu gibi yok olup gidişinin de sorumluluğu sadece ve sadece sana aittir. Kuralı günümüze uyarlayıp yorumlayacak olursak tanrıya ibadet ettiğin için ondan rızkını beklemenin hiçbir rasyonalitesi yoktur. Ne kadar dua edersen et tanrı sana hiçbir şey vermeyecektir. Çünkü tanrının tasarladığı ve bu güne kadar da son derece mükemmel bir şekilde işleyen sistemde tanrının yaşayan varlıklara karşı sınırsız özgürlük haricinde en ufak bir taahhüdü yoktur.

Bütün ilişkileri niceliksel gücün sınırsız bir özgürlük çerçevesinde belirlediği doğada özgürlük elbette ki vazgeçmek isteyemeyeceğimiz bir yetkinliktir ama şu da bir gerçektir ki özgürlükler ikili, çoklu veya toplumsal ilişkilerde iki kenarı da keskin bir bıçak gibidir ve bu böyle olduğu için de aslan ceylan ilişkisinde de anlaşılacağı gibi bir taraf mutlu olabilirken diğer tarafın canının yanması hatta yaşamını yitirmesi işten bile değildir. Bu nedenle de sınırsız özgürlüğün hüküm sürdüğü doğal yaşam çok acıklı bir gerçekliktir. Bu nedenle de hangi topluma bakarsak bakalım daima azınlıkların mutlu büyük çoğunlukların ise mutsuz ve sefil bir yaşam sürdürdüğü görürüz. Peki, sınırsız özgürlüklerin ve bunun karşısında da eşitsizliklerin zorunlu olarak yaşandığı yabani yaşamın çoğu zaman oldukça acımasız olabilen gerçekliğini değiştirmek mümkün müdür?

Yabani yaşamdan insanların eşitlik, barış, güven ve adalet içinde mutlu bir uygarlığa geçmeleri aslından kolaylıkla mümkündür. Ama bunun yapılabilmesi için önce bir şeyin bilinmesi ve her ne yapılacaksa ona göre yapılması gerekir: Özgürlük ve eşitlik birbirlerinin karşıtlarıdır. Ne kadar çok özgürlük varsa o kadar az eşitlik vardır ve ne kadar çok özgürlük, o kadar az eşitlik varsa yaşamın da bir o kadar az garantisi vardır. Eğer özgürlük istiyorsak insanların birbirlerini öldürmeleri, yaralamaları, birbirlerine kadınlara, çocuklara tecavüz etmeleri, birbirlerini kandırmaları, birbirlerinin malını mülkünü gasp etmeleri, çalmaları hatta toplumsal olarak birbirlerini yok etmeye çalışmaları ve bunu birde kahramanlık öyküleri halinde destanlaştırmalarının da özgürlüğün tezahürlerinden olduğunu göz ardı etmemek gerekir. En basit misaliyle ifade özgürlüğü deyip birbirimize kuyruklu yalanlar söylemekte, küfürler ve hakaretler etmekte bir sakınca görmediğimiz de unutulmamalıdır. Hatta ve hatta medyanın masal yazarcasına haberler uydurmasını, akla zarar yorumlarla çarpıtmasını, medya patronlarının şahsi çıkarları adına siyasetçilerle ahbap çavuş ilişkisine girmelerini, anlı şanlı köşe yazarlarının çıkar kavgalarında kalemleriyle tetikçilik yapmalarını, işlerine geldiğinde övgü dolu rüzgâr tersine döndüğünde de sövgü dolu yorumlar kurgulayıp galeyana getirici manşetler atmalarını <ı>“basın özgürlüğü” adı altında kutsaya kutsaya bir hal oluşumuzu da dikkate alıp özgürlük dediğimiz şeyin işlevselliği üzerinde tekrar tekrar düşünmemiz için yeterli nedenlerdir.

Daha önce <ı>“Özgürlük keyfiyettir” başlıklı blogumda da belirttiğim gibi özgürlük bütün canlılarda da olduğu gibi tüm <ı>“insanların yapabilecekleri bir şeyi yapabilme yetkinliğidir”. Bu yetkinlik de zaten doğal bir yetkinliktir ve akıllı tasarım dediğimiz doğa kurgusunun temelidir. Her insan doğanın sistematiği gereği özgürdür ve bu nedenle de onun sorunu özgürlük sorunu değil zaten sahip olduğu özgürlüklerin kendisinden daha yüksek bir güç tarafından keyfi bir şekilde sınırlandırılıyor olmasıdır.

Kanunlar köleleri özgürleştirmez, kanunların yaptığı ve yapabileceği güçlünün zayıfı köleleştirebilmesini engellemekten diğer bir ifadeyle de güçlünün özgürlüğünü kısıtlamaktan sınırlamaktan ibarettir. Güçlünün kanuna ihtiyacı yoktur. O hem özgür hem de güçlü olduğu için korumaya muhtaç değildir. Korumaya muhtaç olan aslında özgür olan ama gücü yetmediği için özgürlüğünü yaşayamayan zayıftır ve işte bu nedenle de uygarlığın en önemli parametresi zaten var olan ama kişilerin zayıflığı nedeniyle yaşanamayan özgürlüklerin yasal koruma ve güvence altına alınması ve bunların <ı>“sosyal haklar” olarak tanımlanması, belirlenmesidir.

Sosyal yaşamda hak ve özgürlükler maalesef o kadar birbirlerine girmiş ve karışmıştır ki bunları birbirlerinden ayırt etmek çoğu zaman atomu parçalamaktan daha zordur. Buradaki en önemli sorun da dünyayı ve yaşamı anlayış, anlamlandırış, kavramlaştırış şeklimizdeki yetersizliklerimizdir. Hak ve özgürlükler ile ilgili kavram kargaşasını güncel bir misal ile örneklemek belki sorunun açılımını da kolaylaştıracaktır.

Kültürlerimiz gereği İslami erkek egemen toplumlarda kadının örtünmesi kadını toplumdan dışlayan, onu ikinci sınıf bir insan haline sokan bir örf, adet, gelenek dolayısıyla da töre kuralıdır. Özgür ve bilinçli bir kadının örtünerek kendisini toplumdan dışlaması elbette ki söz konusu değildir. Bunu yapıyorsa mutlaka üzerinde bir baskı vardır da onun için yapıyordur. Ama diğer taraftan şunu da biliyoruz ki uzun yıllar yapılan baskılar sonucu edinilen davranış biçimleri zamanla alışkanlığa dönüşür ve o alışkanlıklar baskılar kalktığında bile sürdürülmek istenir. Alışkanlıkların korunmak istenmesi hem erkek hem de kadın için geçerli bir davranış biçimidir.

Bilinçsiz ve çağın gerisinde kalmış erkek yakını kadınların örtünmesini istediği gibi aynı şekilde bilinçsiz ve çağın gerisinde kalmış kadın da bazen fiili bir baskı altında olduğu için ama bazen de örtünmek onun için her ne sebepten olursa olsun vazgeçemediği bir alışkanlığa dönüştüğü için örtünmek ihtiyacı, zorunluluğu, istemi hisseder. İran devleti kendi felsefesi gereği kadının örtünmesini şart koşar ve bu İran’ın sorunudur. T.C devleti de kanunen yasaklamasa bile fiiliyatta çeşitli uygulamalarla örtünmeyi ve özellikle de türban kullanımını engellemektedir. Peki, şimdi bu örnekte hak ve özgürlükler nasıl ve ne şekilde birbirine girmiş ve ayırt edilemez bir hal almıştır?

Kadın yakınlarının örtünmesini isteyen erkek veya bunu yasalarla zorunluluk haline getiren İran devleti kendisinden zayıf konumdaki kadına kendi dünya anlayışını dayattığı için güce dayalı özgürlük kullanmış ve bunu yaptığı için de kendilerinden daha zayıf konumdaki kadınların özgürlerini ihlal etmiş demektir. ( Bunu yapanlarda kültürel dayatma altındadır ama o başka bir sorun)

Örtünen kadın kendisinden güçlü olan erkeğin veya toplumsal baskının zoruyla örtünmek zorunda kalıyorsa o kadının kendi istediği gibi giyinme özgürlüğü elinden alınmış, gasp edilmiş demektir. Yok, ama ister istediği için, isterse de alışkanlık edindiği için olsun örtünmek istiyorsa bu artık o kadın için bir hak olmuş demektir. Çünkü her insanın istediği gibi giyinmek özgürlüğü vardır. Kendi isteğiyle örtünen kadının bu özgürlüğünü kısıtlamanın makul bir gerekçesi olamaz, çünkü bu örnekte kadın güçlü olan değil güçsüz olan taraftır ve kaldı ki o giyim biçimini başkasına dayatmamakta, sadece kendisi için yaşamaktadır.

Türban başta olmak üzere kadının örtünmesi ile ilgili en anlaşılmaz tutum ise T.C. Devletinin sergilediği tutumdur. Devlet burada asli görevi gereği güçsüzün özgürlüğünü kendisinden daha güçlü olanlara karşı korumak zorundayken garip bir şekilde örtünen kadını kamu alanlarından dışlayarak, üniversite eğitimi alabilmesini engelleyerek onu güçlüye karşı korumak yerine uğradığı mağduriyetten dolayı cezalandırmaktadır. Oysa devletin bu konudaki görevi eğitim yoluyla tüm bu baskıların asıl nedeni olan örf, adet ve geleneklere karşı aydınlatıcı bir savaş açmak ve buna ilaveten de kadın üstündeki tüm baskıları engellemek ve gerektiğinde de baskı uygulayanları cezalandırmak olmalıdır. Kısaca T.C. Devleti örtünme ve türban konusunda zalimi değil mağduru cezalandırarak son derece ciddi bir hak ve özgürlük ihlaline neden olmaktadır. Kaldı ki ne T.C. Devletinin ne de herhangi bir devletin vatandaşlarının giyim biçimlerine karışmak, müdahale etmek gibi bir hakkının olamayacağı muhakkaktır. CHP genel başkanı Deniz Baykal’ın bile sonunda idrak edebildiği gibi türban gibi, kara çarşaf gibi son derece masum bir bez parçasının uzun yıllar boyunca Anayasa Mahkemesine kadar tüm yargı sistemimizi meşgul eden bir konu oluşturabilmesi haklar, özgürlükler ve hukuk açısından geri kalınmışlığın can yakıcı bir ölçüsüdür.

Hak ve özgürlükler gerçekten birbirine karışan ama birbirine asla karıştırılmaması gereken yetkinliklerdir. Çünkü bunlar arasındaki ince çizgi tam da yabanilik ile uygarlık arasındaki kalın çizgiye paralel oluşturacak bir şekilde çizilmek zorundadır. Aksi takdirde insanoğlunun yüzlerce yıldır idealize ettiği, hayalini kurduğu evrim sürecinin başlangıcında hüküm süren ama sonradan yitirilen eşitliğin tekrar tesisi bir ütopya olmaktan asla ileri gidemeyecektir. Peki, hak ve özgürlükler bir tarafta yabanilik ve uygarlık diğer taraftaki paralellik nasıl ve ne şekilde tesis edilecektir?

Doğanın tasarımındaki belirleyici etkenin <ı>“Özgürlük = zorunluluk” ilkesi olduğunu ve bu ilkenin evrimin gelişme sürecini mümkün kıldığını ama bu gelişmeyi sağlarken de canlılar arasındaki eşitliği yok ettiğini yazının başında belirtmiştim. Buradaki sorun <ı>“Özgürlük = zorunluluk” ilkesinin tasarlayıcı otorite olarak kabul ettiğimiz tanrı ile canlı varlıklar arasındaki eşitliği sağlaması ama canlı varlıklar arasındaki ilişkileri düzenlemek konusunda herhangi bir işleve sahip olmamasıdır. Hal böyle olduğu için de şimdi burada yapılması gereken de toplumlar içinde yaşayan bireyler arasında eşitliği sağlamak amacıyla özgürlüklerin sınırlandırılmasına dayalı yeni bir esasın belirlenmesi, benimsenmesi ve ondan önce de bu esasın kurallarını belirleyebilecek yeni bir düzenleyici otoritenin geliştirilmesidir.

Tanrının tasarımına paralel ve insanlar arasındaki özgürlükleri hiçbir kimsenin diğer insanların özgürlüklerini keyfi olarak kısıtlayamayacağı bir şekilde yeni bir hukuk düzeni kurmak tanrının kurguladığı akıllı tasarıma aykırı değildir. Çünkü tanrı insanlara sınırsız özgürlük vermiştir ve bu nedenle de insanların kendi özgür iradeleri çerçevesinde özgürlüklerinden kısmi bir şekilde feragat edebilmeleri ilahi hukuka göre de mümkündür. Burada önemli olan gönüllü bile olsa söz konusu sınırlandırmanın tanrının belirlediği ve herkes için bağlayıcı temel ilke olan <ı>“Özgürlük = zorunluluk” ilkesine aykırı olmamasıdır. Çünkü yaşadığımız evrende en üst irade bu evrenin tasarımcısı olarak kabul ettiğimiz iradedir ve bu nedenle de biz insanların kurgulayacağı her toplumsal yapı ve her yaşam biçimi de bu en üst iradenin tasarımına ve temel prensiplerine uyumlu olmak zorundadır. İşte bunun sağlanabilmesi içinde eşitlik içinde yaşayabileceğimiz bir medeniyet tesis etmek istiyorsak bunun temel esasının da yine <ı>“Özgürlük = zorunluluk” olması ve bu esasın da sadece bireyler arasında değil, bundan daha önce özgürlükleri eşitlik çerçevesinde sınırlamakla görevlendireceğimiz toplumsal otorite ile bireyler arasında da kurulabilmesi vazgeçilmez bir ön koşuldur.

Bireyler arasındaki eşitliği sağlamak ve bunu da sonsuza kadar korumakla mükellef bir otoritenin yeniden icadına aslında hiç gerek yoktur. İnsanlık tarihi bu icadı çok uzun zaman önce yapmış ve onu <ı>“Devlet” olarak adlandırmıştır. Sorun bizim bu devlet dediğimiz devasa aygıtın şimdi ondan beklenen fonksiyonlarını henüz yerine getiremiyor olması ve daha da önemlisi, her şeyden önce de günümüzde var olan her devletin bir <ı>“meşruiyet” bunalımı yaşamasıdır. Her devletin bir meşruiyet sorunu vardır çünkü hiçbir devletin özü itibariyle var oluş nedeniyle eşitlenmiş bir var oluş amacı bulunmamaktadır. Oysa <ı>“var oluş nedeni = var oluş amacı” dengesi insanın kuracağı her türlü sosyal kuruma da meşruiyet kazandırabilecek olmazsa olmaz bir sebep sonuç ilişkisidir. Devlet meşru bir kurum olacaksa bu meşruiyetini yöneteceği bireylerden almalı ve sergileyeceği yönetimde bireylerin eşitliğine hizmet edecekse kendisine verilen yetkinlikle dengelenmiş, özdeşleşmiş, eşitlenmiş işlevselliğe, yani görevlere sahip olması gerekir. Tanrının bile sahip olmadığı karşılıksız bir özgürlük, bağımsızlık hiçbir şekilde devlet için de söz konusu olamaz. Tanrı bile karşılıksız özgürlüğe sahip değildir çünkü o da yarattığı tüm canlıları özgür bırakmış ve bu nedenle de milyarlarca yıldır evrim sürecine hiçbir şekilde müdahale etmeden olan biteni sessizce seyretmekte, bu şekilde kendi belirlediği <ı>“Özgürlük = zorunluluk” esasına uymaktadır. Tanrı, evren ve canlılar arasındaki ilişkiyi başka türlü anlamlandırmak da zaten mümkün değildir. Çünkü benim zaman zaman sevecen bir şekilde koca papuçlu olarak tanımladığım tanrının acil durumlarda bile mekânından aşağıya inip arada bir <ı>“hişt mişt” diyerek kulak çekmediği ve yol göstermeden evrim sürecini kendi akışına bıraktığı gün gibi aşikârdır.

Devlet toplumsal yaşamı egemenlik alanında yaşayan tüm bireylerin özgürlüklerini birbirlerine zarar vermeksizin bir diğerlerinin özgürlüklerini kısıtlamaksızın eşitlik ve adalet içinde yaşayabilecekleri bir şekilde düzenlemek üzere var olan, insanlar tarafından kurulan ve insanların mutluluğu için kurulmuş olan bir kurumdur. Meşruiyeti de elbette ki insanlar tarafından kurulmuş ve insanlar için kurulmuş olmasında gizlidir. Devlet insanlar tarafından yüceltilecek, kutsanacak bir tanrı hatta yarı tanrı bile değildir. Onun kendisinden beklenenleri yerine getirebilmesi için gerektiği kadar güce sahip olması gerekir ve bu güçte vatandaşlarından aldığı <ı>“Özgürlük = zorunluluk” esasına dayalı yetkinliğidir. Devlet vatandaş ilişkilerinin tamamında karşılıklı olarak <ı>“özgürlük = zorunluluk” esası korunmak zorundadır aksi takdirde sistemin sonsuza kadar yürütülebilecek bir şekilde kurulabilmesi mümkün değildir. Bu bağlamda bireyler devlete kendi özgürlüklerini kısıtlama yetkisi verir ve bu yetkilendirilişin karşılığında da kendi yaşamı için gerekli tüm özgürlüklerin korunacağının garantisini ve güvencesini alır. Bu sayede de hem devlet ile vatandaşlar arasında karşılıklı görevlendirme ve yetkilendirme hem de bütün vatandaşlar aynı garanti ve güvenceleri almış olacağı için vatandaşlar arasında eşitlik de sağlanmış olur.

İnsanın yaşamını eşitlik içinde sürdürebilmesi için gerekli bütün özgürlüklerin devlet tarafından tanınması ve garanti altına alınması tanrı ile canlılar arasındaki <ı>“özgürlük = zorunluluk” esasını ortadan kaldırmaz ama ondan sonra özgürlüklerin ve zorunlulukların kapsamlarının ve niteliklerinin değişmesine neden olacak ve kavram kargaşasına neden olmamak için de özgürlüğün <ı>“hak” , zorunluluğun da <ı>“görev” olarak tanımlanması gerekecektir. Yabani yaşamdaki özgürlüklerin ve zorunlulukların kapsamları ve nitelikleri değişmiş olacak çünkü toplumsal yaşamda eşitliğin sağlanabilmesinin gerektirdiği kadar sınırlandırılmış olacak buna karşı zorunluluklar da özgür irade çerçevesinde ve isteyerek üstlenilmiş görevler olacaktır. Diğer taraftan da toplumsal yaşamda <ı>“hak = görev” dengesi kurulduğu için yabani yaşamın esası olan <ı>“özgürlük = zorunluluk” dengesi ve esası aynen korunmuş olacaktır. Zaten doğa yasalarının en üst ilke olmaları nedeniyle haklar ile görevler arasındaki denge tüm bireyler için geçerli olacak bir şekilde sağlanamaması halinde sistem hiçbir şekilde yürümeyecek ve şimdilerde de olduğu gibi insanlar arasındaki eşitsizliğin egemen olduğu yabani yaşam devam edecektir.

Kısacası <ı>“özgürlük” tanrının doğada tüm canlılara <ı>“ne yaparsan yap” sınırsızlığında tanıdığı bir yetkinliktir. Yabani ortamda her canlı yapabileceği her şeyi yapabilme özgürlüğüne sahiptir. İnsanların kurmayı hayal ettikleri eşitliğe dayalı bir medeniyette ise elbette ki <ı>“ne yaparsan yap” sınırsızlığı kabul edilemez bir özgürlük anlayışıdır. Bu nedenle de medenileşmiş toplumlarda insanların birbirlerine zarar vermeden ve eşitlik içinde yaşayabilmeleri ve elbirliğiyle yaşam biçimlerini geliştirebilmeleri amacıyla kısıtlanan ama aynı zamanda da yasalar tarafından korunan, garanti altına alınan özgürlüklere, yetkinliklere ve beklentilere <ı>“hak” adını vermek gerekir.

Özgürlük ile hak arasındaki fark birinin insanlara doğal diğerinin ise sosyal yetkinlik tanımasıdır. Herkesin yapabileceği her şeyi yapabilmesini ifade eden özgürlüğün kapsamı hiçbir şekilde genişletilemez. Her şeyi yapabiliyor olmanın ötesinde artık hiçbir şey kalmamıştır. Ama birinin özgürlüğü diğerinin özgürlüğünü kısıtlamaya başladığında, ona zarar vermeğe başladığında bu özgürlüğün sınırlandırılması mağdurun özgürlüğünü yaşayabilmesini mümkün kılacaktır. Örneğin gazeteci ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü gibi özgürlüklere dayanarak okurunu yanıltmaya başladığında okurun haber alma özgürlüğü kısıtlanmış dolayısıyla da mağdur duruma düşmüş demektir. Bu mağduriyeti ortadan kaldırabilmek içinde gazetecinin özgürlüğünü kısıtlamaktan başka bir yolu ve yöntemi yoktur. Basın tarihi okurların haber alma özgürlüklerinin ne sansür sayesinde ne de basının kendi kendisine uyguladığı basın ahlak kurallarıyla korunamadığını yeterince göstermiştir. Bu nedenle de sosyal ilişkilerde özgürlüklerin birbirine zarar verdiği durumlarda zarar gören tarafın özgürlüğünün korunabilmesi, yasal bir hak haline gelebilmesi her iki taraf arasındaki eşitliğin sağlanabilmesi için şarttır. Çünkü özgürlükler hiçbir şekilde genişletilemez ama özgürlüklerin sınırlandırılmasıyla sosyal hakların geliştirilebileceği tarih tarafından fazlasıyla belgelenmiştir. Örneğin kralın (ve siyasetçinin) özgürlüğünü kısıtlamadan vatandaşın özgürleşemeyeceği, efendinin özgürlüğü kısıtlanmadan kölenin özgürleşemeyeceği, erkeğin özgürlüğü kısıtlanmadan kadının özgürleşemeyeceği veya gazetecinin özgürlüğü kısıtlanmadan okurun özgürleşemeyeceği bilinen gerçekliklerdir.

Bu blogumda tanrı, doğa, insan ve toplumsal ilişkiler açısından hak ve özgürlüklerin genel bir tanımlamasını yapmaya çalıştım. Özgürlüklerin nasıl, ne kadar ve ne şekilde kısıtlanması veya sosyal hakların ne kadar genişletilebileceği sorusu tanrı ile insan arasında değil artık sadece bireyler arasında ve devlet ile birey arasındaki apayrı bir konudur. Onu da <ı>“Devlet nedir ve ne işe yarar?” başlıklı bir başka blogumda ele alacağım.

24 Kasım 2009

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..