Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Haziran '07

 
Kategori
Anılar
 

Eğer Misafirseniz, Para Vermeliydiniz

Eğer Misafirseniz, Para Vermeliydiniz
 

Kayıp ve Suçlu (7)

Anımsadığım 1973 yılıydı, Türkiye’ ye yeni başlayan tv yayınları nedeniyle televizyon gelmişti, çok lüks bir araçtı ve statü göstergesiydi; öylesine ki, şehir merkezinde, apartman çatıları ve balkonlarındaki antenleri saymayı oyuna dönüştürür; yedi sekizden daha fazlasını sayamazdık. Çatıdaki anten gelir dağılımından alınan pastanın büyüklüğünün bayrağıydı sanki…

1974 ve sonrasında adına enflasyon deniliyormuş; öğrenecektim; paranın alım gücü düşmeye başlamış artık tedavüldeki en küçük para olan 5 kuruşlarla bir şey alınmaz olmuştu.

1973 yılı olmalı; yaz tatiliydi ve izindeydim; şehir merkezinde kaldırımda itiş kakış bir kalabalık vardı ve vitrindeki televizyona bakıyorlardı. Giderek kalabalıklaştı, ana caddeye taştı, seyir halindeki araçlar tıkanan yolda kalakaldı; televizyonda uzun süredir kar yağışını izliyorduk, ne bir ses ne bir müzik vardı; duyulan sadece hışırtıydı. Kalabalıktan bazıları meraklanıp televizyon satıcısına sormuştu da, tok satıcı rahatlığıyla, döner deri koltuğunda oturan dükkan sahibi biraz azarlar tonda, "daha yayın başlamadı kardeşim" demişti; ama meraklı kalabalık dağılmamıştı yine de. Bekledik. Bir şekil çıktı sonra, anlamsız bir şekildi ve dinlediğimiz bir müzik. Biz bu müziğe söz uydurduk arkadaşlarımızla sonraları; "Ab du ra man E fen di; efendi, dam dan düş tü ge … diii". Meğer benim ve kalabalığın izlediği şekil en az yirmi dakika sürecekmiş, çünkü hala yayın başlamamış… Polis marifetiyle açılmıştı cadde ve polis marifetiyle dağıtılmıştı kalabalık. İlk kez bir televizyon görüyordum; kalabalık insan grubu da öyle olmalı.

1974 yılıydı, yaz mevsimiydi; Kıbrıs Barış Harekatı yapılıyordu. Okulumuza gümrükte el konulan televizyon gönderilmişti. Okulumuzun bulunduğu köyde de ilk televizyondu; bu nedenle köyde bulunan kadını erkeği, yaşlısı, çocuğu giyinir, örtünür, süslenir yazlık sinemaya gider gibi yayın başlamadan yarım saat önce okulumuza gelirlerdi. Sanıyorum Kıbrıs haberleri, savaştan görüntüler ve yayınlar izlenmek isteniyordu. Erken gelirlerdi çünkü aynı zamanda yemekhane olan iki yüz kişilik tv izleme salonunda yer kalmazdı. Bizler de o saatte içeriye alınmazdık; yer de yoktu zaten.

Kimin aklına gelmiş; kim düşünmüş bilmiyorum; Ramazan Yıldırım ve birkaç kişi ellerinde bir avuç para ile dolaşıyordu, cepleri de para doluydu; oysa bizim hiç paramız olmazdı; izin dönüşü gerçek babalarımızın verdiği paralar da yurttaki babalarımız tarafından alınırdı. Ramazan söylemek istemedi ama çocuktuk; çocuklar sır saklayamazdı. Meğer biraz gözden ırak olan yurdun giriş kapısında, televizyon izlemek için gelen köylü halkın elini öper, hoş geldiniz der; para alırlarmış… Çok kıskanmıştım; çok kıskanmıştım çünkü para, bisküvi demekti, goflet demekti, leblebi, şeker demekti; dahası parası bitinceye kadar çevresinde fır dönülen, el üstünde tutulan kişi demekti…

"İnsanın değil, paranın değer olduğunu! " o zaman öğretmişler meğerse bize, henüz dokuz yaşındaydım.

Ertesi gün, tv izlemeye erken gelen köylüden daha erken gitmiştik okulun giriş kapısına, razıydık her gelenin elini eteğini öpmeye; ve daha kalabalıktık… Ama O (Nevzat) gelmemişti; hayatı boyunca bu tür işlere de hiç prim vermemişti.

Öpülecek eli kapma yarışları esnasında kavgalarımız da oldu; ama kavgayı uzatmanın anlamı da yoktu… Bitmek bilmez iç muhasebelerim devam ederken bir yandan, zorluyordum kendimi diğer taraftan.

Birden bir hareketlenme oldu; para "baba"lardaydı, önce kapılan "el"ler baba eliydi; kapılmıştı; arkada 17-18 yaşındaki torununun koluna girmiş, ayağını sürüyerek yürüyen yaşlı bir nene sahipsiz kalmış, benim payıma düşmüştü. Ürkek adımlarla yaklaştım; "hoş geldin nene yurdumuza" diyebildim. Nene yürümeye devam etti, bir an durdu; torunu kulağına eğilerek; yüksekçe bir sesle söylediklerimi yineledi kulağına ve hafifçe dürterek uyardı onu; nene anlamıştı; kaldı ki görmüştü arkadaşlarımın diğerlerinden aldığını...

Beni bir an başından savmak istediğini düşündüm, ağırlık çöktü yüreğime; pişmandım; ikircikliydim ki zaten, ne ki elim açık ve havadaydı; yumarak avucumu geri çekemedim; kalakaldım. Utandım; bakamadım.

Yüzündeki derin çizgileri ve işlevini büyük oranda yitirmiş gözleriyle bana bakan nene, basma entarisinin içine diktiği; göğsünün sol üstündeki iç cebinden, basmadan elde dikilmiş para kesesini çıkarıp, çözerek kesesinin ipini; teni kurumuş, titreyen eline inat bir hızla, çıkardı parmaklarına sıkışan ilk metal parayı; düştü avucuma beş kuruş ve iki damla gözyaşı…

İlk ve son el öpme paramdı; ve parayı ıslatan iki damla gözyaşıydı… Karşılıksız ve hesapsız sevgiyi ben; kuru bir dal gibi duran titreyen el, iki damla gözyaşı ve iki damla gözyaşı ile ıslanmış beş kuruşun sahibi neneden öğrendim.

O parayı ve iki damla gözyaşını hep sevdim hiç unutmadım; parayı cebimde, gözyaşlarını içimde her daim sakladım ve hiç harcamadım…

 

 
Toplam blog
: 12
: 690
Kayıt tarihi
: 23.04.07
 
 

Akdeniz Üniv EYO, İnönü Üniv. Egitim Fak. mezunuyum. Hacettepe Eğitim Fak. yüksek lisans eğitimimi a..