- Kategori
- Kültür - Sanat
Ekber Kutlu Hocayla sanat üzerine sohbet

Ekber Kutlu Hoca ile atölyede
O yaşam deneyimi, genel kültür ve özelde sanat kültürü, bakımından oldukça birikimli bir insan.
Son Kırgız Hanının evlatlarından biri olarak çoğumuzun hayal bile edemeyeceği şeyleri yaşamış, görmüş, düşünmüş biri.
İleri görüşlü, aydınlık fikirli birisi olan babası Rahmankul Han, başka bir kardeşlerini kendi yerine yönetici olarak yetiştirirken sürekli doğa ile iç içe olan, çiçekleri, böcekleri kovalayıp anlamaya çalışan, taştan, çamurdan bir şeyler üreten Ekber Kutlu Hocayı ve ağabeyi Malik Kutlu’yu eğilimlerini görüp takdir ettiği için sanatsal çalışmalara yönlendirmiş.
Yine baba Rahmankul Han Afganistan’ın yüksek Pamir Yaylalarında yaşarken Rusların Afganistan’a girmesi üzerine o bölgedeki geleceği sıkıntılı görmüş, Aksakallıların onayı ile halkını bulundukları yerden Pakistan’a göç ettirmek zorunda kalmış.
Bu büyük göç, Pamir Kırgızlarının Mao başkanlığındaki komünist yönetimden önce gittikleri Çin’deki yeni rejimin varlıklarını tehdit eden baskısından kaçarak Pamir’e dönüşlerinin ardından yaşadıkları ikinci büyük göçleri olmuş.
İki kardeş, Malik ve Ekber, Pakistan’da kaldıkları süre içinde bir taraftan geçimlerini sağlamak için ticaret yaparken öte taraftan dükkânlarında müşteri bulunmayan zamanlarda sanatsal etkinliklerini sürdürmüş, resim ve heykeller yapmaya devam etmişler.
O süreçte ürettikleri sanat eserlerinin pek çoğu Pakistan’daki sanat meraklıları tarafından adeta kapışılmış, pek çoğu ellerinden çıkmıştır.
1980’li yılların başında Pakistan’da iken yapmış oldukları iltica başvurularını değerlendiren ABD ve Türkiye’den aynı anda kabul haberi gelince, Müslüman bir ülke olduğu gerekçesiyle Rahmankul Han ve aksakallılar dinlerini ve kültürlerini de korumaları gerektiğini düşünerek ortak bir karar almış, Alaska yerine Türkiye’yi seçmiş ve ülkemize gelmişlerdir.
Van’a yerleştirilmelerinin ardından Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin o zamanki rektörü Prof. Dr. Hakkı Atun tarafından üniversite kadrosuna alınan Malik ve Ekber kardeşler sanatsal faaliyetlerine üniversite çatısı altında devam etmişlerdir.
Hakkı Atun’un onlarla ilgili önemli projeleri ve beklentileri vardır ancak bir süre sonra kendisi rektörlükten ayrılınca o projeler kendiliğinden gündemden kalkmıştır.
Üniversitede kendilerine verilmiş olan teknisyen yardımcılığı kadrolarında sanatçı olarak çalışmalarını sürdüren iki kardeş rektör değişikliğinden sonra bir anlamda gözlerden uzak kalmışlardır.
Sonraki süreçte Yüzüncü Yıl Üniversitesinin yeni açılmış bir birimi olan ve 1994’de Van Merkez’den Erciş’e taşınan Erciş Meslek Yüksekokulu’nun yaşadıkları Erciş’e bağlı Ulupamir köyüne yakınlığını gerekçe göstererek, talepleri üzerine aynı kadro ile bu okula nakledilmiş, bundan sonraki resim ve heykel faaliyetlerini yüksekokulda oluşturulan bir atölyede sürdürmüşlerdir.
Uzun zamandan beri solunum sorunları olun ve ressam olarak çalışan ağabey Malik Kutlu geçen yıl Hakkın rahmetine kavuşunca Ekber Bey atölyede heykel çalışmalarına resim çalışmalarını da eklemiş, her iki türden eserler üretmeye devam etmiştir.
Yüksekokul personeli olarak zaman zaman ziyaret ve hatta bazen rahatsız ettiğim Ekber Kutlu Hocamızla son görüşmemizde konuştuklarımızın önemli olduğunu, bu konuşmanın sadece bende kalmasının haksızlık olduğunu düşünerek siz kıymetli okurlarla da paylaşmam gerektiğini düşündüm.
*
Zemin katta yüksek pencereli geniş atölyeye kapıdan girdiğimde aklımdan geçen şey bu büyük ustanın bu dört duvar arasında bir anlamda harcandığı yönündeydi.
O usta bizim bilmediğimiz dilleri, Kırgızca’nın yanında Farsça’yı, Urduca’yı, Çağatayca’yı ve diğer kimi Orta Asya dillerini biliyordu.
Zengin bir geçmişi, Han çocuğu olarak her anlamda önemli deneyimleri ve birikimleri vardı.
O vaktiyle Farsça şiir yazmıştı, çok sayıda resim ve heykel üretmişti.
Şu anda bulunduğu atölyeden dışarıya ancak bir tahta basamağa basarak bakabiliyordu ve bundan şikâyetçi değildi.
Hep yaptığım gibi aklımdan geçenleri söyledim ona.
“Hocam”, dedim, “sizin gibi bir değerin uzun yıllar bu atölyede kapalı kalmış olması ne kötü. Sizin şu anda dışarılarda, ilham kaynağı olan coğrafyalarda, o insanlarla iç içe olmanız, oralardan alacaklarınızı sanatsal üretimde değerlendirmeniz ne iyi olurdu.”
Zaman zaman yaptığı gibi bir kaşını kaldırıp yüzüme baktı, gülümsedi ve ağır ağır konuşmaya başladı.
“Hayır Şahbettin Bey, yanılıyorsun” dedi. “Bir sanatçı olarak ben bu atölyede yalnız değilim. O senin saydığın her şey, dış dünyadaki kelebekler, böcekler, kuşlar, insanlar, denizler, gökyüzü ve ilham vermek adına aklına gelen her şey aslında burada, bu atölyede ve benim kafamın içinde.
Benim dış dünyaya çıkıp onlarla yüzleşmem gerekmiyor. Resmini çizmek için yukarıdaki arkadaşımız Mahmut Bey’in yanına gitmeme gerek yok. Onun yüzü de benim aklımda.”
Ben burada tuvalin önünde, heykel yaptığım ağacın önünde oturmuşken aslında saydıkların ve fazlasıyla birlikteyim. Yalnız değilim ve öyle hissetmiyorum.
Mikelanjelo’yu biliyor musun? O aslında çok zengin bir ailenin çocuğuymuş. Bütün onları bırakıp sanatın peşine düşmüş. O mermerin üzerinde en fazla dört saat uyur, kalkıp işine dönermiş. O çocukken yakınlarında bulunan bir mermer atölyesine gide gele bu işe başlamış.
İşadamı olan babasının bütün ısrarlarına rağmen para kazandıracak işlere dönmemiş. Sanat öyle bir şeydir.
Sanatı para için yapan kimseden çok hayır gelmez. Çünkü o insan sürekli olarak para kaygısıyla hareket eder, para fikriyle yatar, kalkar. O sanatını gerçekleştirirken aklında hep para olduğu için kalıcı, doğru şeyler üretemez. Para getirecek, çabuk bitecek ışıltılı şeylere yönelir ki onların da sanatsal değerleri olmaz.
Biz sanat eserleri üretirken asla para merkezli düşünmedik. Aslında Pakistan’da elden çıkardığım eserler hak ettikleri değerlerden satılmadılar. Biz sadece üretiyor, onların verdikleri fiyatlara elden çıkarıp yenilerine başlıyorduk. Bir ay uğraşarak ürettiğimiz eserleri bir-iki günlük vasıfsız işçi ücreti fiyatına veriyorduk. Bizim için önemli olan bir şeyler üretiyor olmaktı.
Nitekim bir gün o ucuz fiyata verdiğimiz eserlerden birini sergilerimizde değerlendiririz diye geri almak için sattığımız adama gittik. Kendisinden aldığımız paranın iki katını önerdiğimiz halde o eseri bize geri satmadı.
Pakistan’dan Türkiye’ye geleceğimiz belli olduktan sonra Pakistanlı bir sanatsever bize ev ve çalışma ortamı sağlayacağını söyleyerek orada kalmamızı istedi.Biz halkımızla birlikte göç etmeyi seçince de çok üzüldü.
Ağabeyim Malik bizim Afganistan’dan Türkiye’ye göç maceramızı karakalemle bir resim dizisi halinde çizmişti. Resimlere Van’da bizi ziyaret eden biri İngiliz diğeri İsviçreli iki yabancı talip oldular. İsviçreli olan Bernard bu resimleri memleketinde kitap olarak bastıracağını söylemişti. Ağabeyim resimleri ona verdi. O da memleketinde çok güzel bir baskı ile onu kitaplaştırdı.
Sonraki zamanlarda Van Valisi Mahmut Yılbaş’la bir görüşmemizde bu konudan söz ettik. O da “niye bize bastırtmadınız da yabancılara bastırttınız” diye sordu. Oysa o dönemde buradan hiç kimse öyle bir teklif yapmamıştı ve yapılmayacağını da aşağı yukarı biliyorduk. O biraz sanat bilinci ile ilgili bir şeydi. “
Bir ara kendisini ziyaret edip vaktini alarak onun eseriyle arasındaki yoğunlaşmayı bozduğumu ifade ederek özür diledim. Ortak sanatçı dostumuz Ressam Mustafa Ümit Şanal’ın da resim yaparken dışarıdan gelen kişiler tarafından dikkatinin dağıtıldığını ifade ettiğini; aynı şekilde benim için de yazı ve şiirle meşgulken gelen üçüncü kişilerin dikkat dağınıklığına neden olduğunu söyledim.
Gülümsedi ve kesinlikle dikkatinin dağılmadığını hatta bir süre öyle bir nedenle ara vermenin yararlı bile olduğunu ifade etti.
“Ben dedi resim ya da heykel üzerinde çalışırken sonraki yapacağım işi hep aklıma kaydederim. Nerede kaldığımı, sonrasında ne yapılacağını bilirim. O bakımdan öyle bir endişeye gerek yok. İşe döndüğüm zaman da sorunsuz bir şekilde bıraktığım yerden çalışmamı sürdürürüm.”
Ekber Bey’le şu an aklıma gelmeyen daha pek çok şeyden konuştuk.
Ondaki beni hep etkileyen derinlik, sanatçı ruh, dünya malına değer vermeyen ve soylu bir aileden geldiğini her ortamda belli eden duruşu anlattığı kelebeklerle, kuşlarla, müziklerini dinleyip internet üzerinden kliplerini izlediği İranlı, Hintli, Pakistanlı, Afgan sanatçılarla, soğuk iklime sahip yüksek Pamir Yaylalarındaki obalar, oralardaki yol vermeyen dağlar, oralardan geçmeye çalışan atlı kervanlarla birleşip şimdi beni daha çok sarıyor, etkiliyordu.
Yanından ayrıldığımda benim için artık bir şeyler eskisi gibi değildi. Bilge bir hocanın yanından ayrılan öğrenci gibiydim.
12.04.2014 11:08