- Kategori
- Öykü
Elimde bir bıçak tutuyordum, ucunda kan vardı. Ben kimi öldürdüm?

Alıntı'dır.
Küçüktüm. Daha çok şeyi akıl edemeyecek ve düşünemeyecek kadar küçük. Ne zaman büyüdüm, ne zaman hayatı anladım, ne zaman bu kadar çok şeyi öğrendim farkında değildim. Ancak, yılların penceresinden bakınca cevap verebiliyorum. Bir vadiden salınarak gelen trenin vagonları gibiydi hayatım.
Kimi zaman devrilecekmiş gibi yüreği ağzında, kimi zaman incecik rayların üzerinde gidebilecek kadar ayrıcalıklı, kimi zaman gürültücü, kimi zaman güvenli, kimi zaman gizemli ve kimi zaman son sürat bir tren yolculuğu gibi geçen 40 yıl.Yazdan daha çok güz, güzden daha çetin bir kış, ama hep sağanak yağışlı.
Havanın, kapalı ve kurşuni bir renk alan öğleden sonrasıydı. Issızlığa ve karabasanlara terk ederek çıktım o sabah evden. Eski arkadaşlarımdan biriyle karşılaştım.
- Bugün pek iyi görünmüyorsun, dedi.
O gün iyi göründüğümü biliyordum. Hatta her zamankinden daha iyi görünmem gerekiğini düşünerek hazırlanmıştım dışarıya çıkarken. Rachel bunu nasıl farketti anlayamadım; kötü olduğumu. O iyi bir dedektifti ve dedektiflerin, hiçbir şeyi gözden kaçırmadıklarını daha iyi anladığım bir andı. Hergün ne zaman kolay oldu ki benim için ! Geçmişi, ailesi ve sevgilisi dahil, kötü anıları olan zavallı bir kadındım ben. Richard ile buluşmalarına çok az kaldığı için öyle telaşlıydı ki; Altı üstü yedi sekiz yıldır birliktelerdi ve her zamanki rutin buluşmalarından biri olduğunu çevresindeki herkes bilirdi. Fakat Rachel, her buluşmasında olduğu gibi, bu kez de heyecanlı ve mükemmel görünüyordu.
- Neyin var senin, yolunda gitmeyen bir şeyler mi var, diyebildi soğuk elleriyle adımları telaşla uzaklaşırken.“Seni ararım, konuşuruz. Bunun için vakit ayırırsan sevinirim, akşama ! “…Sesi de çoktan kendisiyle Hampstead’deki caddeyi dönmüştü.Ginger&White’da bir kahve içmek geçiyordu aklımdan. Birkaç mağaza gezip bir kahve içerek, oldukça sade ve huzur dolu bir gün geçireceğime kendimi de inandırmak istiyordum, etrafımdaki herkese olduğu gibi. Önce antikacıların olduğu küçük çarşıya girdim. Parmak ucu kadar küçüklükte yapılmış minyatür oyuncaklardan birkaç tanesini kestirdim gözüme. Belki de bunları evde yerleştirecek bir yer bulamayacak, hatta eve dönmeye bile fırsat bulamayacaktım. İnsanın başına ne zaman ne geleceği belli olmuyordu nihayetinde.Yine de, minyatürlerin, gülümseyerek uzattığım parasını öderken, mutlu ve huzur meleği yerleşmiş bir yüzle bakmaya çalıştım ödemeyi alan adama. Satıcı, ödeme için teşekkür sözcüklerini bitirir bitirmez arkamı dönerek çıktım. Dükkanın kapısında bir an durakladım. Bugünü, rahat ve sorunsuz gibi yaşamaya çalışmaktan çok, korku, kaygı, telaş ve huzursuzluk gibi kelmeleri kabullenmeyi düşündüm. Büyüklerin hiçbir şeyden korkmadıklarını düşünmüştüm çocukken. Büyüktüm ve de korkuyordum, korkmam için nedenler vardı.
Ginger&White, kahve keyfi için ideal bir yerdi benim için. Fakat bir kahvenin zihnimi bu kadar harekete geçireceğini düşünmemiştim. Üşüyordum.Üşüdükçe bütün bedenimi, bir ahtapotun kolları gibi saran soğuk, buz gibi bir şey, içimi titretiyordu. Bedenimin en sıcak yerlerine küçük buz parçaları değiyor gibi irkiliyordum. Onlar, sonra eriyerek soğuk tere dönüşüyor, akıp kayboluyordu sanki tenimde. Gözlerimi sıkıca yumduğum her dakika, zifiri karanlıkta gördüğüm bir gölge düşüyordu gözbebeklerime. Her an tetikte bekler gibi beklediğimi ve bu sırada kahvemden bir yudum bile içmediğimi farkettim. Fincanı avuçlarımın arasına alarak, kendimi ısıtmaya çalıştım. Omuzlarımı yukarıya kaldıracak kadar kendimi, avuçlarımda da fincanı sıkıyordum. Fena halde yorgundum. Başağrımın gittikçe arttığını hissediyordum. Ama birilerinin karşısına çıkacak kadar iyi görünmek zorunda olduğumu biliyordum. Çantamdan ayna çıkarmak üzereyken tırnaklarımın diplerindeki koyu lekeleri farkettim. (Parmaklarımdaki ani telaşla) Tırnaklarımı, diğer tırnaklarımın diplerindeki lekeleri temizlemek için aceleyle davrandım. Gereksiz yere dikkat çekmek istemiyordum. Garsondan nazikçe bir peçete daha istedim. Çıkardığım pislikleri peçeteye silerken önce utandım. Antikacı adama para verirken ne kadar da insanı rezil eden bir duruma düştğüm aklıma geldi. Sonra o utanç, o rezillik, maskesi düştü yüzümden. KAN’dı bu koyu lekeler. O delirtici başağrısının artmaması için dua ederek avuçlarımı şakaklarıma kapadım. Her zamanki şiddetli migren ağrılarımdan birinin habercisiydi. Başka yerlerimde de var mıydı? Kafamın içinde, damlatan musluktan akan su gibi bir ses! Bütün vücuduma yayılan korkunç bir acı! Kafatasımın içinde atan bir kalp! Giderek hızlanan nabzım beni hareketsiz bırakıyordu. Birden eve gitmek için yerimden ok gibi fırladım. Aynı anda omuzlarımdan bir şey bastırarak beni yerime tekrar oturttu. Beynimi kurtlar kemiriyordu. Demir bir kafese kapatılmış gibiydim ve gittikçe içinde sıkıştırılarak nefessiz bırakılıyordum.Tırnaklarımın dibindeki koyu lekelerden tiksiniyordum. O kadar tiksiniyordum ki; Canlı bir fareyi kafasından ısırıp yutmak gibiydi. O esnada yan masaya oturan bir çifte kaydı gözüm.
- Burada yaşayan herkesin parmak izi alınıyor mu? Nasıl bulacaklar katili? Vahşice bir şey olmalı. Dikkat ettin mi sende? Her yer polis ve dedektif kaynıyordu?
- Sen moda dergilerinden başka şeylerle de ilgileseydin, bu ülkede, günde kaç kişinin cinayete kurban gittiğini, en azından, tahmin edebilirdin. Onların işi bu. Artık polis ve dedektifler daha örgütlü çalışıyor. Yakında suçlu ya da suçluları bulunacaktır.
"Dünya bir oyun tahtasıydı ve herkes onun üzerinde olmalı" ydı diye geçti aklımdan. Caddenin sesleri büyük bir uğultuyla yükseliyordu kulaklarımda. Birden aklıma annem ve babam geldi. Babam da çoğu kavgalarında anneme “ kes sesini yoksa seni öldürürüm” derdi. Babam mı annemi öldürmüştü yoksa? Annem-babam -sevgilim ve tırnaklarımdaki yarı kurumuş tiksindirici pislikler, kabusuma geri getirmişti beni.
- Af edersiniz konuşmalarınızı duydum, cinayet mi dediniz? Nerede işlenmiş cinayet, bilginiz var mı?
- İki sokak aşağıda ve o caddenin hemen yukarısında vahşice bir cinayet diye konuştuklarını duyduk. Etrafı çevirmişler. İnanın her yerde polisler var. Fazla sürmez, kırk sekiz saat içinde enselerler kim yaptıysa, diye cevap verdi genç zenci.
- İki sokak aşağıda mı? Erkek arkadaşım! En az benim kadar endişelenir o bu tür haberler duyduğunda. Hemen onu arasam iyi olacak. Söylediğiniz civara yakın bir yerde oturuyor.
- Bayan, sanırım telefonla biri size ulaşmaya çalışıyor, dedi.
Telefonumu titreşime almıştım ve farketilmeyecek kadar küçük bir cızıltıyla çalıyordu. Telefonumu nereye koymuştum? Evden çıkarken cebime koymuştum.Ceketimi de sandalyeye asmıştım.Cebimden çıkarmaya çalışırken düşürdüm. Zenci ve genç adam eğilerek aldı. Simsiyah derisinden bakan büyük ve beyaz gözbebekleri, kalbimden fırlayan telaşı ve tırnaklarımdaki pisliği görmüş gibiydi.
- İyi misiniz? dedi, tedirginlikle.
- Evet , bu aralar cinayet haberleri beni de fazlasıyla ürkütüyor, diyebildim.
Arayan numarayı cevaplamak için arkamı onlara dönerek, boşta kalan kolumu diğer telefonu tutan kolumun koltuğunun altına sıkıştırarak açtım.
- Cinayet masası dedektiflerinden Robert Rowlands ben. Telefondaki son aranan isimlerde “ Bebeğim Sarah” diye yazıyordu. Bay Steve’in yakını mısınız bayan Sarah?
- Evet ama…
- Bayan sanırım buraya gelseniz iyi olacak.
- Neden peki? Neden oraya gelmem gerek? Neler oluyor söyleyebilir misiniz lütfen?
- Buraya geldiğinizde herşeyi anlayacaksınız.
- Ne?
Nutkum tutulmuştu. Gerçek olduğuna inanmayacak kadar şuurumu kaybettim bir an.
- Lütfen kısa sürede burada olun, dedi ve kapandı telefon.