Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Eylül '07

 
Kategori
Sağlık
 

Elinde kalanlar hep çok azdı...

Elinde kalanlar hep çok azdı...
 

Sırası gelen kışın ıslattığı taş kaldırımda, ciğerlerini yakan kömür kokusundan bir an önce kurtulmak için, hızla ilerliyordu. Koltuğunun altındaki gazetesini dengeleyip, üşümüş ellerini ceplerinin daha derin bir yerini bulmak ister gibi zorladı. Pervazlarının boyaları çatlamış pencerelerdeki, rengi solmuş perdelere baktı birkaç ev boyunca. Pencerelerin dışındaki, ikiye bölünmüş küflü zeytinyağı tenekelerinden, solmuş sardunyalar sarkıyordu.

“Soğuk” diye geçirdi içinden; “Bundan sonra hastalar artar...” Yol sağlık ocağının olduğu sokağa kıvrılırken gazetesini koltuğunun altında tekrar dengeleyip adımlarını hızlandırdı. İki çarşaflı kadın geliyordu karşıdan, dört basamakla çıkılan ocağa girmeden önünden geçip gittiler. Ocağın karşısındaki terzinin selamını basamakları çıkarken aldı; “Ayaz var bu gün doktor bey.”

Kasabanın, köylerden göç edip taş ocaklarında çalışan işçi ailelerinin yaşadığı bu mahallesinde, sohbetinin olduğu az sayıdaki esnaftan biriydi bu terzi. Beş yıl önce, daha ilk geldiği gün kendisini dükkânına ısrarla çağırıp, sobasının üzerinde demlediği çaydan ikram etmişti. İlk hoş beşten sonra, daha bir heyecanla, kendisinin de İstanbullu olduğunu söyleyip hatta Tarık Akan’ın liseden arkadaşı olduğu konusuna getirmişti lafı. "İlginç bir adam" diye düşünmüştü onun için. Daha sonra terzi dükkânına her uğradığında, Akan’la arkadaşlıkları ile ilgili anlatılarla karşılaştı. Onu dinledikçe anlattığı şeylerde kendi geçmişine ait izler buluyordu. Uzun boylu terzi, arada bir hüzünlenip; “Darbeden sonra kayboldu ortadan çocuk, biz de buraya kadar geldik işte” diye bir başka konuya gelirdi. O ise kendisinin de sürüklendiği, bozkırın ortasındaki bu kasabada, zihninde Tarık Akan’la terziyi hiç yan yana getiremezken, anlatılanları sadece dinlemekle yetinirdi.

Sağlık Ocağının tanıdık sıcağına kavuşunca, bedeninin soğuk nedeni ile almış olduğu şeklinden kurtulmaya çalıştı. İyice ısınınca sağlık ocağı hemşiresinin sulamakta olduğu, konserve kutularının içindeki menekşeler gibi yaydı kendini doktor odasındaki koltuğa. Menekşeler, dışarıdaki griliğe inat, rengârenk süslemişlerdi odayı. Gazetesini masanın üzerine açtı. Birazdan çalışma arkadaşları gelecek, tadı buruk çayın eşliğinde, ülkenin gidişatına ilişkin konuşmaların gürültüsü odayı dolduracaktı. Bazen bu sonsuz konuşmalar onu boğar, işte o zaman İstanbullu terzinin dükkânına gidebilmek için fırsat kollardı. “Biz çok konuştuk, düşündük, çok mücadele verdik vaktiyle” diye içinden geçirir, sonra da elinde kalanların azlığı aklına gelir, üzüntüsü sonsuz olurdu.

Tüm bu düşüncelere dalmışken odanın kapısı çalındı, “gel” diye seslenince önde bir oğlan çocuğu, 50'li yaşlarında görünen bir kadınla açtılar kapıyı. Gerçi burada adamlar, kadınlar hiçbir zaman oldukları yaşı değil, belki 15–20 yaş daha büyük gösterirlerdi. Yine de, muayene olmaya geldiklerini söyleyen kadına, “Teyze” diye hitap etti; “Erken gelmişsin, saat dokuzda başlıyor muayene” Ne söylenirse itaat edeceği her halinden belli olan kadın, bir özür gibi belli belirsiz konuştu; “Köylük yerden geldiydik de doktor bey, erken vardık...” anlık bir duraksamadan sonra; “Bekleyeceksiniz!” diye kararlı konuştu. Kadınla çocuk çıkıp, boş koridorda sobanın en yakınındaki tahta sandalyelere oturdular. Aralık bıraktıkları kapıyı, odanın ısısının azalmasından endişe edip, kalkarak kapattı.

Bir süre sonra elinde sağlık fişleri ile ocak hemşiresi odaya geldi; “Doktor bey, işçiler geldi muayene için.” Koridorda bekleyen çocukla kadını fark etmeden, muayene odasına geçti. Taş ocağı işçilerinin durumları içler acısı idi... Kuru dal gibi kalmışlardı. Her gün üçüne beşine baktığı işçilerin çoğu “silikozis” denilen bir akciğer hastalığına yakalanmışlardı. Altı işçiyi muayene etmesi, akciğer filmlerini incelemesi yaklaşık 2 saati buldu. Onlar için beş yıldır ne çok çabaladığını düşündü, çalışma ve yaşam şartlarının iyileştirilmesi için. Ama fukaralık, bilgisizlik, patronların aymazlığı kolay aşılır şeyler değildi. Bu gördüğü işçilerin bir kısmının gelecek sene bu mevsimde yaşamıyor olabileceği geldi aklına. Elinde kalanlar burada da çok azdı.

İşçilerin muayenesi bitince, koridorda küçük çocukla kadını fark etti tekrar. Biraz da mahcup görünmeye çalışarak; “ah teyze, sen keşke diğer arkadaşa muayene olsaydın ya” dedi. Kadın yine duyulur duyulmaz bir sesle cevap verdi; “biz seni bekledik doktor bey”. Muayene odasına geçtiklerinde sabahki aksiliğinden eser kalmamıştı. Sevecenlikle, tahta sandalyeyi gösterip; “buyur, otur teyze” dedi. Küçük çocuk da hemen sobanın yanında yere çömeldi. “Ne şikâyetin var söyle bakalım?” Kadın göğsünün sağ tarafını gösterip, “doktor bey burada bir ağrı oldu bir zamandır” dedi. Bir zaman şikâyetin öyküsünü sorguladıktan sonra, muayeneye geçti. Hemşire tek başına soyunmakta güçlük çeken kadına yardım ederken “ne çok da kat kat giyinmişsin” diye söylendi. O kat kat kıyafetinin altından, kadının bir çocuğunkini andıran zayıflıkta, buruş buruş vücudu ortaya çıktı.

Sağ memesini görünce durumu hemen anladı, koltuk altında da birçok bezeyi hissetti eliyle. Aksiliği tekrar gelip yerleşmişti sanki üzerine. “Ne zamandır bu böyle?” diye sormayı düşünürken vazgeçti. Bir süre düşüncelerini toplamaya çalıştıktan sonra; “Amca yok mu teyze?” diye bir başka soru sordu. “Kardan önce kiremitleri aktarıcam diye, gelmedi bu gün, torunla geldik biz.” Yaşlı kadın giyinirken, şehirdeki hastaneye gitmesi gerektiğini anlattı. “Bak, amcaya söyle hemen yarın gideceksiniz hastaneye, tamam mı? Zaten gidip gitmediğinizi kontrol ettireceğim sağlık memurunu gönderip” Kadın “olur”, “tamam” diye tekrarlıyordu sürekli. En sonunda, “Kötü bi hastalık mı doktor bey?” diye sorabildi. Bu arada Sağlık Ocağının yoldan dört basamak yukarıdaki ahşap kapısına kadar birlikte gelmişlerdi.

Kapıyı açtığında, yüzüne sabahki ayazın ehlileşmiş serinliği vurdu. Kaldırım taşları hala ıslaktılar, aralarından kömür tozları akıyordu. Gri bulutların arasından akan sarı ışığı daha çok hissetmek istercesine, yüzünü güneşe çevirdi.

Yaşlı kadına doğru dönerken, yüzüne umut veren bir ifade yerleştirebilmiş olmayı diledi; “Merak etme teyze...”

İstanbullu terzi, dükkânının içinden gülerek el sallıyordu...

 
Toplam blog
: 48
: 1573
Kayıt tarihi
: 17.11.06
 
 

Konuştuğum gibi yazmamalıyım... Yazmak, konuşmaktan farklı ve her zaman onun önünde benim için.....