Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

15 Aralık '10

 
Kategori
Öykü
 

Engizisyon temizliği

Engizisyon  temizliği
 

Görsel: Francisco de Goya



(Bu öyküdeki kişi ve olaylar tamamen düş ürünüdür.)


Birinci kadın arabasını yolun sağına çekti, yeni açılmış alışveriş merkezine baktı. Hazır durmuşken bir iki telefon konuşması yapacak, akşamki toplantı için yeni mekanın yerini bildirecekti. Gözünü devasa yapıdan ayırmadan, herkesi aradı, buluşmanın adresini bildirdi. Arayamadıklarına da aradıkları haber verecekti.

Dikiz aynasını kendine çevirdi, makyajının bozulup bozulmadığını kontrol etti, aynayı düzeltti. Anahtarı çevirdi, yeniden yola koyuldu.

Önceki toplantıyı düşündü, dudaklarında şeytanca bir gülümseme dolaştı. Yine öyle yapacaktı; hasmını arenaya çekecek, “saldır!” emri verecekti maiyetindekilere!

Alışveriş merkezinin kafeteryasına geldiğinde, birleştirilmiş iki masanın çevresine toplanmış, kendini beklediklerini gördü. Belli ki kahvelerini içerken konuyu önceden aralarında tartışmış, işi karar aşamasına getirmişlerdi. Kendine de bir kahve söyledi. Kahvesinden bir yudum aldı, tek tek süzdü masadakileri:

-Konuyu biliyorsunuz, arkadaşlar. Düşüncelerinizi alalım, dedi.

Birinci adam konuştu:

-Söz konusu kişi, bu camianın sırtında dört yıldır kerhen tahammül edilen bir kamburdur. Kendi iki kişilik yazı dünyasının kabuğunu böyle bir çamur atağıyla kırmaya kalktı; onu da yüzüne gözüne bulaştırdı. İyi ki elimizde Filistin askısı, cop ve biber gazı yok. Geçerli yöntem, kesinlikle dışlanmalarıdır!

İkinci adam, söze karıştı:

-Çekelim kuyruğunu, gitsin!

Konuyu ayrıntısıyla bilmeyenler suskun kaldılar. Bir kişiden mi söz ediliyordu burada, iki kişiden mi? Madem iki kişiydiler, ikinci kişi neden kavga dışı kalıyordu? Olup bitenlerden haberi mi yoktu, yoksa yüreksizin teki miydi? Özellikle de en çok konuşan birinci adam, kavganın dışında kalan bu ikinci kişiye vurgu yapıyordu. Oysa hiç sesini duymamışlardı sözü edilenin...

Birinci kadın, çantasından bir zarf çıkardı. Kuyruğu çekilecek olanın temsilî resimlerini yapmış, ama tarihin çağlarını birbirine karıştırmıştı. Tarih, bazen böyle oyunlar oynardı kendisini çekiştirip duranlara! Çoğalttığı temsilî resimleri masadakilere dağıttı.

Konuyu ayrıntısıyla bilmeyenlerin kafası iyice karıştı. İlkçağları yansıtan temsilî resim, ortaçağ engizisyon mahkemesini andıran bir masada dağıtılıyordu! Acaba hem tarihten, hem de felsefeden özürlü bir masada bulunmakla hata mı ediyorlardı? İlkçağ felsefesi safsataya değil, akla dayalı bir felsefeydi; ama ortaçağın karanlığının tadına doyamayan birinci adam tam da ortaçağ engizisyoncularından bugüne kadar sıçrayan ve günümüz çağına uydurulmuş işkence yöntemlerinden söz ediyordu.

İkinci adam, elindeki temsili resme hayretle baktı. Resimdeki kişiyle fiilen karşılaşmadığı için Allah’ına bin şükür etti.

Birinci kadın rahat bir soluk aldı. İnsanları linçe tahrik etme konusunda ustaydı. Çok köşeye sıkıştığında timsah gözyaşları döker, günün medya modasını yakından izler, boyalı medyanın izlediği yolları geçerek reytingi yükseltmek için seyirci avına çıkardı. Olaya heyecan katmanın tam da sırasıydı!

“Bence temsili resimdeki kişi daha iyi niyetli ve zarif!” dedi, sevincini gizleyemeden. Böylece yeni bir King Kong canavarı imajı yaratıyor, çevirdiği filmi izletmeyi düşündüğü masum insanların da canavara iyice inanmasını istiyordu!

Masadakilerden biri, oldukça etkilenmiş olmalı ki, böyle canavarların yok edilmelerindense, tecrit (!) edilmelerinin de bir çözüm olabileceği görüşünü attı ortaya. Ama birinci kadının hiç de böyle bir niyeti yoktu. O, bir zamanlar büyük bir hınçla linç ettirdiği, ama yok edemediği hasmını da yardımcıları aracılığıyla kavgaya çekmek ve bu kez yok ettirmek niyetindeydi.

Birinci adamsa, temsili resimdeki adamın işini engizisyonda bitirmeyi tasarladığını çok açıkça belli ediyor, ama bir yandan da avını yalnız yakalamanın yollarını arıyordu. Balıkçıydı birinci adam. Balık yakalamak için de, “alık” yakalamak için de oltaya yem takılması gerektiğini düşünüyordu. Ne var ki oltayı elinde “evirip çevirirken” oltanın misinasına dolanıyor, misinayı kurtarayım derken tökezliyor, bulanık sulara yuvarlanıyordu. Sudan çıkmaya uğraşırken de zokayı kendisi yutuyordu!

Birinci kadın, “tecrit” önerisini getirene üstü kapalı bir “hücum” mesajı yollarken, birinci adama da “mutabıkız” anlamında göz kırpıyordu.

Masada biri daha vardı. Şair! Konuşulanları büyük bir ciddiyetle dinlermiş gibi yapan ama kendi söylediğinden başkasını dinlemeyen bir muhterem! Toplantıya ilişkin notlar alıyormuş gibi önündeki küçük kağıda eğilmiş, bu kez de çiftliğin hanım ağası Güllü’ye nağmeler karalıyordu.

Hey Güllü! hele hele Güllü!
Çattığı bela püsküllü!
Şimdi ezan okunur...
Fazla yeme dokunur!

Taciser’e selam söyle
Naz yapmasın bana böyle
Bir kalemde silerim
Mualla’ya dönerim!

Birinci adam öksürünce, şair kalemi kağıdı gömlek cebine tıkıştırdı. Bir yerden söze girmesi gerektiğini düşündü; yoksa toplantıda konuşulanları dinlemediği anlaşılacaktı.

“Balık oltaya gelince hemen tuzlayacaksın abi! Bizim köyde, mallarımız vardı eskiden. Tuzlardık biz o malları, konserve yapardık. Yoksa kusar bu mallar çobanın üstüne başına! Sen balığı kılçıklı mı tuzluyorsun abi, kılçıksız mı? Hani bu mallar kılçıklıyken başka kusuyor abi, kılçıksızken başka!”

Masadakiler güldüler bu çok zeki esprilere! Şair sevindi. Şairlerin bazıları çok duygusaldırlar, hemen sevinirler zaten. Bunların en “güvenilmez” olanına ne kadar “güvenilir” olduğunu söyle, hemen uysallaşır, yumuşacık olurlar!

Birinci kadın konunun dağıldığını görünce, “hello!” demekle yetindi şaire ve yeniden konuya girdi. Yüzyılların saygınlığını beğenmeyip, yeni bir saygınlık tanımı yaptı, önce. Saygınlık, kişiye özel bir kavramdı. Toplumun sistemden imtiyazlı kişileri, istediğine her türlü ağır küfür ve hakareti yapabilir ve saygın kalırken; sisteme karşı olanların hiçbir durum ve koşulda saygın oldukları düşünülemezdi bile! Saygınlık, ancak sistemle barışık olan kişilere özgü olabilirdi.

İkinci kadın söz aldı. Ayrıntılara takılmanın zaman kaybı olduğunu düşünüyordu belli ki... “Biletini keselim, olsun bitsin! Ben de ‘tecrit’ten yanayım” dedi.

Diğer kadınlar neşeyle gülerek desteklediler. Onların bu neşeli tutumu, toplantıya biraz renk getirdi. İnsanlar konudan uzaklaşıp, kendi aralarında sohbete daldılar.

Birinci adam döndü, dolandı, konuyu yine aynı yere getirdi. Temsili resimdeki adamın ilkel çağa özgü bir aymazlık içinde olduğunu ve ormanda geyik avlarken kendi kazdığı kuyuya düştüğünü, geyiği haklayacak yerde resimdeki o balyoz taşı kendi kafasına vurduğunu falan ima etti.

Masada bilirkişi heyetinden biri daha vardı, üçüncü adam... Keçileri kaçırmış ve bir türlü bulamayan bunca insan varken, harıl harıl bir günah keçisi aramanın abesle iştigal etmek olduğunu söyledi. Ama sözünü Hoca Nasreddin’in “Sen de haklısın hanım!” fıkrasıyla kapatmadan da duramadı.

Ne de olsa herkesin haklı olduğu yerde “suçlu” aramak da yersizdir. Herkes suçlu aramaya kalkışırsa, karışıklık çıkar. Sistem, anarşiden hiç hoşlanmaz, öyle değil mi? Anarşiyi kendi çıkarsa bile!...

Birinci kadın çok keyiflendi, üçüncü adamın sözlerine. Uzun bir nutuk çekti, masadakilere. Yazı ve edebiyat alanında yetkin olanlar konuşacak, diğerleri ağızlarına kilit vuracaklardı. (Ama yazı ve edebiyat alanında kendisinden daha yetkin biri çıkarsa karşısına, onu sistemin “engizisyon”dan kalma silahlarıyla al aşağı etmek mubahtı! Hatta üslubuna bakılırsa, birinin bahçesinde ağaç olmak istediğinde, kendi bahçesinde dikenli çalı dalı olmayı yeterli bulurdu.) Bir yazının yazılma amacını, salt yazıyı okuyarak anlayamazdı alık okurlar! Mutlaka yazıyı yazan, dip notlarla “açmalı”ydı yazıyı yazma amacını. Madem bu kadar kişi sıraya girmişti “yardım” için... bunu da yardımsız yapmamalıydı.

Birinci kadına göre “yazı” ve edebiyat alanında yetkin olanlar konuşacak, “resim” ve edebiyat alanında, ya da “yontu” ve edebiyat alanında, “sinema” ve edebiyat alanında yetkin olanlar susacaktı. Burada sözü edilen “yazı”, alınyazısı olmalıydı. Alınyazısı kara olanların nasıl ki Müslüm baba yerine Bach dinlemeleri yasaktı; alınyazılarında edebiyat yazmayanlar gidip pazarcılık yapacaktı. Ne de olsa pazarcı, çorap sattığı adamın iki lirasını uzun saplı süzgeciyle alırken “Hörmetlerimnen Hocam!” diye haykırırsa kimsecikler ayıplamazdı.

Seviyenin korunmasından yana olan bir başka kadın, ilgisiz kalmanın en büyük hakaret olduğunu söylerken, birinci adam bu sözleri üzerine alınmış olmalı ki, yerden bir taş alıp rasgele fırlattı, uzaklarda ilgisiz kalan birine doğru.

Ama “akıllılar” çukurun içinde; taş attıkları“deli” yukarıda, çukurun dışındaysa işleri zor demektir. Bir delinin attığı taşı kırk akıllı bir olup çıkaramazken; çukurdaki bir “akıllı” bir “deli”ye taş atıyorsa, o taş kocaman bir kaya parçası olarak geriye dönecek demektir!

Peki ne zaman? İşte bunu kestirmek çok zordu!

Birinci adam ve birinci kadın, masadakileri kendi hallerine bırakıp, ikisi konuşmaya başladılar.

“Düzen dışı” olmakla “asosyal” olmanın farkı üzerine bilimsel(!) bir tartışma başlattılar. Arada bir, masada kendi hallerinde konuşanlara da laf yetiştiriyorlardı. Ama her laf dönüp dolaşıp, engizisyonda bitiyordu. Bağıra çağıra tartıştılar... kulaklarını başka seslere kapatıp, yalnızca kendi seslerine açtılar!

Sosyal olmanın bu coğrafyada eğ-it-im ile sağlandığını göz ardı ettiler! Bu coğrafyada topl(a)mı oluşturan büyük çoğunluğu “gri sakallı”nın değil, “çember sakallının, badem bıyıklının eğ-it-tiğini... Bu coğrafyada çoğunluğu oluşturan anti-sosyallere karşı a-sosyal olanın, kendisini it-enler karşısında asla eğ-il-meyeceğini anlamaya hiç mi hiç niyetleri yoktu!

Zelin Artuğ, Aralık 2010, Yeryüzü

http://www.kucukisler.com/2010/12/16/engizisyon-temizligi/#more-10072

 
Toplam blog
: 142
: 969
Kayıt tarihi
: 04.07.08
 
 

Yaşam, sorulardan ve yanıtlardan oluşmuş. Her soru, aynı zamanda kendinin yanıtı... Çift yumurta ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara