- Kategori
- Anılar
Esince Samyeli
çiçekler ezgi umut Temmuz 2007
Anılar, günce, günlükler ... bunların yazılması her zaman düşündürmüştür beni. Hep geç kaldığımı düşünürüm. Sonra Sevgili Muazzez İlmiye Çığ'ın "Çivi Çiviyi Söker" adlı otobiyografisinde anlattığı ( İş Kültür) ellili yaşlarda günlük tutmaya başladığını hatırlayıp içime su serpilir.
O hevesle gıcırgıcır yepyeni bir defterle başlarım her seferinde günü gününe yazma serüvenime. Yorumlar, yaşadıklarım, ailem, okuduğum kitaplar, ilk defa karşılaştığım sanat ve edebiyat dünyası insanları veya benim gibi izleyenleri, anlatır dururum... Okuduğum kitapların usuma ektiği esin tohumlarını geliştiririm. Yazarım da yazarım... Adeta bir susuzluk halidir bu bende. Bir kaç gün geçtikten sonra hızım kesilir ya da yaşamımda daha burgaçlı samyelleri esmeye başlar. Kendime yeni bir yolda çizdiğim o düzenli yazma çabam, bir çölün kumulları gibi yellere karışıp yok olur gider. Defterlerim, bir köşede içinde yazdığım kalemleriyle birlikte boynu bükük bekler durur.
Düzenli olarak günlük yazamayacağım anlaşılmıştır artık. Ağaç yaşken eğilirmiş deyip kendimi değiştiremeyeceğimin bilincine dönerim yeniden. Bu kez de düşünceler, genelde dans eden düşünceler, düelloya tutuşurlar usumda.
"Hani yaşam boyu eğitime inanıyordun" der biri. "Değişsene artık!"
Diğeri de "Evet inanıyorum ama bunun için sende irade ve özveri olması gerek!" diye seslenir ilkine.
"Sen bir çeşit pragmatistsin!" der diğeri öfkeyle.
İkincisi ilkini Oblomov olmakla suçlar.
Böylece usum daha da karışmış olarak, katlanırım bu düşünce çığlıklarına ve sonunda zevkle okuyacağım bir kitap geçer elime ve radyatörün yanındaki iskemleye tüneyip okumaya başlayınca, iki kavgacı ses de sükunete erip birlik olur. Okusana haydi okusana diye gün ağarana kadar işbirlikçilik yaparlar bana karşı.
İşte böyle güzel kitaplardan birini karıştırdım geçenlerde. YKY çıkmış olan Paul Klee'nin günlükleri. "Günlükler 1898- 1918" Paul Klee. çeviren: Selahattin Dilidüzgün
Kitapçı rafında, hele de çevirmeninin sevgili dost Selahattin Dilidüzgün olduğunu görünce böyle bir günlüğü okumamaya imkan var mı? Bir çeviri kitabı çekici kılan ilk etmen yazarı ve konusu ise ikinci ve belki de ondan çok önemli olan da çevirmenin ustalığıdır. Selahattin Dilidüzgün de Türkçe konusunda yıllarını vermiş değerli bir akademisyenimizdir. Burada çeviri ile ilgili kuramlardan bahsedecek değilim. Açar bakarım kitabı. Satırlar arasında bir sıcaklık beni yüreğimden ve beynimden kavramaya başlarsa, o kitap benimdir artık. Hiçbir kuvvet beni o kitaptan koparamaz.
"Paul Klee'nin bu dört günlüğünü okuyanlar, olasılıkla bu dünyanın dışında kalanlar olarak, "ressam" Klee'nin gizem dolu, tuhaf, özgün, ve titiz dünyasının içine gireceklerdir. Yazdığı günlüklerin önceleri başkalarına açık olması amaçlanmamış olup, ressamın kendi kendisiyle hesaplaşmasına yönelikti. Yaşadığı sürece babam özel yaşantılarının başkalarına, dahası bana bile açıklamazdı." * diye anlatıyor Felix Klee 1956 Bern tarihli özsözünün başlangıcında.
Demek ki günlük aslında "kişinin kendi kendisiyle bir tür hesaplaşması". Buldum galiba! Yazmama tutkum kendimle hesaplaşmaktan bir çeşit kaçış mı? Evet! Yazmama tutkum diyorum bilinçli olarak. Çünkü tutkuyla başlanan yazma edimim, sanki tutkuyla sürdürülen bir yazmama eylemine dönüşüyor eninde sonunda. Bir direnç, "geçmişte olanları günü gününe yazamadıktan sonra ne anlamı kalır ki"nin tedirginlikleri...
Oysa "bir düzen tutkunu olan babasının 19 yaşından itibaren düzenli günlükler tuttuğunu" * anlatan Felix'in sözüne aldanıp da "Günlük I" e göz atmasaydım önyargılarımı hala taşıyor olacaktım. Öyle ya ben; düzensizlikler kraliçesi nasıl düzenli bir günlük tutabilirim? Oysa Paul Klee'nin "Çocukluğuma İlişkin Anılar" başlığıyla yazdıkları ( Bern , seksenli yıllar) geçmişe doğru yapılan içsel yolculukların bir değerlendirmesiydi.
" Estetik duygum çok erken yaşlarda gelişmişti." diye başlayan satırlarında Paul Klee yaşamışlıkların çocuk ruhu üzerinde oluşturduğu etkilerin mükemmel bir değerlendirmesini yapıyordu. Zaten 3 yaşında okuma yazma bilemeyeceğine göre, daha erişkin yaşlarda yazmış oldukları, sadece bir değerlendirme ve anılar olabilirdi. Bu da yine içimde bahar tomurcuklarını yeşertti. Ne katı kalıplarım var Tanrım! İlle de günü gününe yazılmış günlük notların yerine, insan; yaşamının sonuna doğru, aklında kalanları da değerlendirebilir. Yaşasın! İyi fikir! Ben ne yazabilirdim ilk cümle olarak?
"Acıma duygularım çok erken yaşta gelişmişti " diyebilirdim örneğin. Tabakçı Hüseyin sokağında anneannemle pazar dönüşünde aldıklarımızı taşıyan küfeli adamlara acırdım. Biz uflaya puflaya yokuşu tırmanmaya çalışırken, hammalın çıplak yanık tenli kafasından fışkırıp boynunda bağlı o, ter lekeleriyle dalga dalga desenlenmiş kareli mendile doğru süzülen ter damlacıkları, çektiği acıların ve zorlukların gözyaşlarıymış gibi gelirdi bana. Allahın neden bazı insanları böyle yük taşımak için yarattığı konusuna kafa yorardım. Nedenini bir türlü bulamazdım ama ortadaki gerçek hiç de adaletli gelmezdi. Eve ulaştığımızda küfesini kırmızı taşlığın devamı olan beton çıkıntı üzerine yerleştirip, kollarını küfeyi tutan o kalın lastiklerden kurtardıktan sonra, o bulanık gözyaşlarının kaynağı çıplak kafasını kurularken, koşup küpten ona bir maşrapa buz gibi su vermeyi görev bilirdim. Kimilerinin de yana yatık taktıkları bir kasketi olurdu. Aneannemin deyimiyle "şımşırık" olmuş kasketi çıkarıp yine kareli büyükçe bir mendille başını kurulardı o kasketli adamlar. Üzülürdüm, acırdım; arabaların, tramvayların olduğu bir devirde insan bedeninin bu şekilde kullanılmasına karşı çıkardım. Daha pratik, daha insani bir yol olabileceğini düşünürdüm de ne olacağını çıkaramazdım ...
Yine acıma duygularımı pekiştiren bir yaşlı kadıncağız vardı radika satan küfeli bir çingene ... O ottan da salatasından da nefret ederdim ama küfesindeki papatyalar, küfeli kadıncağızın yolunu gözletirdi bana. Başında bir tülbent, kına kızılıyla beyazların karıştığı o tuhaf renkli saçlarını bile doğru dürüst örtemeyen bir tülbent ve üzerinde güllü çiçekli rengarenk elbiseler, ayağında kir pas içinde karamış parmaklarını ve çatlak topuklarını ortada bırakan şıpıdık plastik terlikler de olsa kadının çok yaşlı olduğunu okurdum yüzündeki bıçakla çizilmişçesine derin çizgilerden. Hele gözlerindeki o acılı ve anlamlı derin bakış. O bir çift göze bakmaya korkardım. Bir öfke, yaşama karşı bir nefret akardı gözlerinden, şakaklarından süzülen terlerle beraber..
Üçüncü bir acı etkeni olarak da o incecik bilekli cılız atları geliyor Sakaların. Su dağıtıcılarını Saka diye çağırırdık. Atların üzerindeki semere bağlı bir tarafta üç olmak üzere 6 tane su tenekesi olurdu. Belki de sekiz. Tam anımsayamadım. Ama bidonların şekli ve üzerindeki dairesel deliği örten kulplu silindirik teneke kapak gözlerimin önünde. Yukarıda Yıldız'daki Hamidiye Çeşmesinden doldurdukları suyu bu teneke bidonlarla servis ederlerdi taşlıkltaki küplerimize. Atlara acırdım, sakalara da kızardım. Çünkü o dimdik yokuşun arnavut kaldırımı denilen eğri büğrü ve aralıklarla döşeli taşlarında; hele de yağmurda ayakları kayardı hep. O incecik bilekleri çıt diye kırılacak sanırdım ve yüreğime inerdi, bakamazdım. Dengesi bozulup ayağı kayan atlara, sucuların sert tavırları yüreğimi parçalardı.
Gördünüz işte! Benden anı çıkmıyor. Sadece acıların tüttüğü bir geçmiş yumağım var. Gorki'yi çok sevdiğimden mi nedir acıdan başka bi şey gelmiyor hatırıma. Yoksa acıyı en iyi anlatan olduğu için mi sevdim Gorki'yi? Sadece küçük bir İstanbul çocuğunun o çağla ilgili düşüncelerden oluşan bir anılar kümesi, bugün görsellikle beslenmiş insan beğenisi ve ilgisi yanında ne kadar barınabilir ki? Ben yine de yazmayı deneyeceğim. Paul Klee'den esinlenerek hatırladılarımı yazacağım. En azından çocukluk anılarımdan arta kalan düşünceler. Kimse okumazsa kendim için yazmış olmaz mıyım? Bu da tuhaf bir düşünce. Kendim için yazdığımı söylemiştim ya- bir başka bloğumda da- koca bir aldatmaca. Kendimi kandırmak sadece. Aslında içten içe okunmasını arzular insan yazdıklarının.
"Büyükler aralarında konuştukları zaman" diyor Paul Klee örneğin annesi bir arkadaşıyla konuşurken, birbiri ardına hızla gelen tümcelerdeki sözcükleri ayırt edemezmiş. Ben de insanların söyledikleri şeyleri unuttukları için söylediklerinin tersine davrandıklarını, yanlış yaptıklarını zannederdim. "Yalan" sözcüğünün gerçek yaşamdaki karşılığının bu tavır biçimi olduğundan habersizdim. Pek de safmışsın derseniz hak veririm. Evet hiç bir zaman kurnaz olamadım, değil üç, dört yaşlarında onca yaşanmışlıklardan sonra bile.
Karşımızda iki katlı bir evde otururdu Huriyanım Teyze. Ak saçlı modern görünümlü bir kadındı. Arasıra anneanneme misafirliğe gelir, taşlık; vişne şerbetlerinin eşliğinde güzel sohbetlerle şenlenirdi. Eski bir saraylıymış bu Huriyanım Teyze. Bana pembe satenden biraz daha kalınca bir kumaş üzerine, gümüşle işlenmiş minik bir örtü hediye etmişti. Ona da çok eskilerden kalmış bir hatıraymış. Oğlu mu beslemesi mi olan bir genç adam, gelini ve iki de ben yaşlarda yaramaz torunuyla yaşardı o evde.
Bize geldiği bir gün sohbete kulak kabarttım. Baktım anneannem bir şeyi yanlış söylüyor. Ben gidip eteğine yapışıp çekiştirmeye başladım.
"Anneanne o öyle değil, böyle olmuştu" diye.
En fazla dört yaşındayım. Anneannem aldırmadı, ya da aldırmaz göründü. Ama ben doğrucu davut gibi ille de onun yanlışını düzelteceğim. Bir kaç kere daha söze karışınca Huriyanım Teyze aldı sazı eline. Beni sevecen bir şekilde yanına çekerek dedi ki:
"Bak yavrum, Büyükler bazen gerektiği için böyle konuşurlar. Onların böyle anlatması için bir nedenleri vardır. Sen anneanne yanlış söyledin doğrusu bu demekle yanlış yapıyorsun."
Elbette Huriyanım Teyze tam olarak bu sözcüklerle konuşmamıştı ama çıkardığım sonuç buydu. Yani yalanla tanışmam. Demek ki büyükler gerektiğinde, daha önce söylediklerinin tam tersini de anlatabilirmiş...Ne ayıp!
Kahramanca atıldığım yanlışı düzeltme eylemim, üstelik büyüklerin işine karışılmaması ve hatalı anlattıklarını düzeltmemin yanlış olduğu uyarısıyla geri püskürtülmüştü. Hınç duydum. Pembe bir yalan olsa bile düşürüldüğüm o konumdan müthiş bir hınç duydum. Oysa Huriyanım teyzeyi de anneannemi de hep sevmişimdir. O zaman o hıncı kime duydum? Kendime mi? Dünyanın iki yüzlülüğünü yavaş yavaş kavramaya başlayacaktım o andan sonra. İşte yalanla tanışmam da böyle oldu diyebilirim.
Sonra bir gün, Huriyanım Teyzecik bana yukarıdaki camın demir parmaklıklarından uzanarak o şeker pembesi gümüş işlemeli örtüyü atmıştı armağan olarak. O örtü ne zaman elime geçse bana verdiği öğüdü anımsadım.
Yazıya başlama amacım çok sevdiğim ve değer verdiğim bir blog arkadaşıma Narçiçeği'ne ithaf etmek için oyunlarla ilgili anılarımı yazmaktı. Narçiçeği'nin "Yağ satarım, bal satarım" başlıklı bloğuna** yorum yazarken usuma düşmüştü bu fikir. Anneannemin beni nasıl engellediğini, çocukluğumda öteki kızlar doyasıya ip atlarken; barsaklarım dolaşırmış diye bana ip atlamanın yasaklandığını yana yakıla anlatacaktım. Sek sek oynamak da yasaktı. Hele "Beş taş oymak" o da nesi eve uğursuzluk gelirmiş. Zaten durmuş oturmuş, bir çocukluğum da olamadı. Emanet çocuktum anlayacağınız, annesi babası başka kentte çalışan bir misafir...
Annemle babamın yaşadığı o küçük kente gittiğimde bir kentsoylu olup cam güzelini oynardım. Kentin ana caddesinde olan en görkemli apartmanın üçüncü katında hapis olurdum. Karşımızdaki sinemanın camdaki yansımalar nedeniyle şekillerini, resimlerini bazan seçip bazen seçemediğim seçemediğim afişlerine, ışığın yansıma kırılma olaylarının görüneni görünmez kılmasına, kentin sosyetik kadınlarının suareye gelirken giydikleri şık elbiselere ve Hint filmlerindeki danslara, şarkılara kafa yorardım.Bir ara iyice kafama koymuştum dansçı olmayı. Bir de bant karikatürler, Akbaba dergisi ve geceleri özellikle geceleri uykudan önce ( ne kadar yanlış) okunan kare biçimindeki hikaye kitaplarımın samanlı kokusu ve öykülerdeki hayali dünyalar doldururdu yaşamımı. Örneğin kesik başlı at canım ciğerim "Falada" ya acırdı yüreğim. Nilüfer'in Sırma Saçları öyküsündeki aciz ruhlu prense sinir olurdum. Mademki prens, gelip de ordularıyla Nilüfer'i o cadının elinden kurtartaracağına her seferinde kızın saçlarına tutunarak , saç diplerini acıta acıta kuleye neden çıkıyor olduğuna bir türlü akıl erdiremezdim.
Pek çok oyuncağım vardı kızlara özel, Beyoğlu Japon Mağazasından alınma. Kimbilir o minicik yemek ya da koltuk takımı için maaşlarından ne kadar önemli bir bölümü feda etmişti bizimkiler, sırf küçük kızları mutlu olsun diye....
Mavi gözlü bir taş bebek.Tahtadan özenle kesilmiş koltuk takımları. Kapalı çarşıdan aldığımız minik bir lira büyüklüğünde tabaklar ve onlardan taşmayacak boyutlarda çatal kaşık takımı. İçine konan balık maketleri. Sonra gelsin tek kişilik evcilik oyunları. Yaşamım sırf monologmuş çocuklukta o küçük kıyı kentinde. . Jean Piaget'in kitaplarını okuyunca daha iyi kavradım yalnızlık monologlarımı. Hafta sonları midye kabuklarıyla bezeli o mavi deniz kıyısına götürülmeyi beklerdim dört gözle. Arkada mutfak balkonunda bir iskemle üzerine çıkınca, o lacivert mavinin güzelliği ince bir çizgi olarak bir hafta boyunca çağırırdı beni. Hala bir resim olarak belleğimde o görüntü. Deniz kıyılarını çok severim ve gidemeyince bugünkü gibi hep hüzünlenirim.
Orada o küçük kentte arkadaşım da yoktu ne yazık. Bir misketlerimi yutan Alican vardı annemlerin meslektaşlarının çocuğu. Acaba yaşıyor mu şimdi? Misket alınmıştı bana ya oynamasını bilmezdim. Sadece renklerine o parlak camların içindeki şekillerin güzelliğine bakmaya doyamazdım. Misket torbam Ali Baba'nın bulduğu hazinelerden bile daha değerliydi. O yüzden de Alican gelince misketlerimi alacak korkusuyla onunla da diyaloğu kesmiştim.
En çok sallanan atlardan alınsın isterdim. Hani şu sallanan sandalyeler gibi binince olduğu yerde ileri geri kayık salıncaklar gibi sallanan kırmızı atlardan. Ondan da almadılar bir türlü. O erkek çocuklar içinmiş. Kent kültürü ne de olsa. Onun yerine ipinden çekince dönen tekerlekleri üzerinde yürüyen ve başını sağa sola oynatan -tıpkı tontonlar çizgi bantındaki köpeğin benzeri- kırmızı renkli bir tahta fino aldılar. Onun kız çocukları için olduğuna bir türlü ikna olamadım. Yazık ! Finoyu bile saklayamadım. Çok sevdiğim bir tanıdığın çocuğuna hediye etmiştim üniversitedeyken. Çocukları büyüyünce istedim geri ama sobada yakmışlar finomu. Nasıl üzüldüm. Sanki çocukluğumu da alevlere atmışlar gibi nefret ettim onlardan.
Esas mutluluğum ip atlayamasam, seksek oynayamasam da yine Beşiktaş'taydı. Bir yolunu bulur, yan sokaktaki bakla bostanına kaçardım çocuklarla ya da tek başına. Orada çiçeklerle olmak, kuş sesleri dinlemek, uzaktaki kötü bostan sahiplerinin bizi sopalarla kovalayacağı ana kadar yüzü koyun yatmış borazan çiçekleri, pisipisiler, papatyalar ve gelincikler arasında doğayla, kelebeklerle, karıncalarla haşır neşir olurken zamanın durması...
Bir de kandil gecelerini severdim. Genellikle elde yağlı bir çıra, tüm çocuklar evleri kapı kapı dolaşarak helvaları o güzelim fıstıklı irmik helvalarını servis ederdik kandil geceleri. O zaman çok mutlu olurdum. Yine Cumhuriyet Bayramlarımda fener alayları olurdu mahallede. Çocuklar ellerinde fener gezip şarkılar söylerdik. Demek ki bunlara pek karışmamışlar bizimkiler. Bir de yağ satarım bal satarım oynadığımı anımsıyorum.
Bir de Madam İfi' yi anımsıyorum. Hiç unutamadığım hayalet kişilerden biridir o. İştahsızdım sanırım. Teyzeciğim bir elinde cam bir yoğurt kasesi, diğerinde maydanozlu ızgara köfteler tabağı, peşimden koştururdu. Sokağa kaçardım. Sonra bir gün köfteleri yemeyeceğim diye köşeyi dönüp saklanacak yer ararken İfi'nin dükkanının kapkara bir kömüre dönüştüğünü ve usul usul kara bir isle, lodosta geri tepen bir soba gibi, için için tüttüğünü görmüştüm. İfi'nin pirinçleri ise sokakta yerlere saçılmıştı.
"İfi'nin pirinçleri, İfi'nin pirinçleri ! " diyerek ağlayarak eve döndüğümü hatırlıyorum. Daha sonra çok takdir gören bir davranışım olarak, aile arasında tekrarlardan da olabilir olayı hatırlayışım. Ama hayır! Madam İfi'ye ve pirinçlerine yapılan haksızlığı ta yüreciğimde o gün nasıl da hissetmiştim bir acı olarak. O ak saçlı zarif hep siyahlar giyen yaşlı kadından ve dükkanından ne istemişlerdi de yakmışlardı? Bunu anlayamamıştım. O gün bana taktıkları ve arkadan bağlanan, o çizgili, o beni nefessiz bırakan, o nefret- mama- önlüğünü anımsadığım kadar canlı, yerdeki pirinçler ve tüten dükkanın belleğimdeki fotoğrafı.
Bir de yaş günlerim. Hep de yaz ortası olurdu. Bazen değişen bayramlara bakıp yaş günlerimin de kışın kutlanabileceğini ummuş muydum? İlle de yeni bir elbise diktirirdi annem her yaş günümde, her bayramda da yaptığı gibi. Öyle pastalı börekli kutlamaları hatırlamıyorum yedi yaşına kadar. Ama annemle babam izin alıp da gelemediklerinden, koskoca evrende bir nokta kadar yalnız ve terkedilmiş bir varlık olarak hissederdim kendimi. O duyguyu hep yaşarım. Yine öyle bir günde o minik beyaz puantiyeleri olan kalın askıları omuzdan fiyonklu, yepyeni kloş etekli kırmızı elbisemi, beyaz bilekten bağlı ayakkabılarımı giydirir giydirmez ananeannem; sokağa fırlamış ve uzun saçlarımı savurarak Ihlamur Bostanının yolunu tutmuştum. Kimse yoktu sokakta. Deri çantasıyla erken bir iğneden dönüyordu sanırım İğneci Enver Bey Amca sokağımızın kısmi entelektüeli:
"Ooo!" demişti. " Bak sen, kırmızıları da giymişsin. Seni çaylaklar kapacak."
Eliyle köşedeki yüksek taş duvarlarının aralıklarından kadife gibi kara yosunları fışkıran, kiraz ağaçlarının gölgelediği o gizemli konağın üzerinde uçan çaylağı göstermişti. Koskoca bir çaylak görkemli kanatlarını açmış yukarılardan, sanki hayran hayran bana bakınıyordu. Yedi yaşında bile yoktum... Nasıl istemiştim. Gelsin o çaylak beni kapsın ve sonra Kurbağa Prens hikayesindeki gibi yakışıklı bir prens olsun. Kaçalım oralardan. Birlikte kaçalım. Dünyaları gezelim... Çaylak beni bostana gidene kadar izlemiş, üzerimde daireler çevirerek uçması beni sevinçten deli etmişti. Yalnız değildim artık. O pikelerle, dolanmalarla yeni yaşımı kutluyordu işte! O çok sevdiğim ve adını hala bilmediğim sarı çiçeklerime kavuşunca bostanda; çaylağı da, yaş günümün hüznünü de o anlık unutuverdim. Zamanın durduğu yerdeydim... Çocukluk işte!....2008 Mart 5
Bu metnimi çok değerli dostum Narçiçeği'ne armağan ediyorum güzellikler ve mutluluklarla dolu, uzun upuzun bir yaşam sürmesi dileklerimle...
* "Günlükler 1898- 1918" Paul Klee. çeviren: Selahattin Dilidüzgün YKY, 1 Baskı, İstanbul Aralık, 2005
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=96045