- Kategori
- Edebiyat
Eşref Saati
Memleketimden İnsan Manzaraları: 280
Eşref Saati
Başım dağ, saçlarım kardır,
Deli rüzgârlarım vardır.
Ovalar bana çok dardır;
Benim meskenim dağlardır.
Sabahattin Ali
“Saatlerin en güzeli hangisidir?” diye sorsak, çok farklı yanıtlar alırız. Kimi, “Kol saati” der; kimi, “duvar saati”… “Çalar saat” diyen de çıkar, “Güneş saati” ve “Elektronik saat” diyen de…
Bana sorarsanız, “Saatlerin en güzeli eşref saati”dir.
“Eşref saati”n niçin en güzel saat olduğunu, yaşanmış bir örnekle anlatacağım size:
Önceki yazılarımızdan biliyorsunuz ki, ilk hapis hayatını öğretmen olarak çalıştığı Afyon’da tatmıştı; Sabahattin Ali. İkincisini de Konya’da… Konya Hapishanesi’nde…
“Haksız yere 12 ay ceza verildiği”niyazıp temyize başvurmak isteyince, cezası 14 aya yükseltilip Sinop Hapishanesi’ne gönderilir. (1933) Oh be, adalet dediğin böyle olur işte!
Elimiz değmişken, birkaç yıl öncesine de bir göz atıp ne olmuş, ne olmamış; bir bakalım:
Bildiğiniz gibi, Yunus Nadi ile birlikte Cumhuriyet gazetesinin kurucularından olan Sabiha ve Zekeriya Sertel çifti, kısa bir süre sonra buradan ayrılıp Resimli Ay dergisini çıkarırlar. Ve şair Nâzım Hikmet’le birlikte, “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” olduğumuzu bilmezden gelip işçi sınıfının haklarını savunan makaleler yazarlar.
Ve 1929’da Nâzım, “Putları Yıkıyoruz” başlığı ile bir dizi yazı kaleme alır. Nedir bu putlar, bilir misiniz? Başta “Şâir-i Âzam” (En büyük şâir) adıyla anılan Abdülhak Hamit (Tarhan) olmak üzere, o dönemin önde gelen Mehmet Emin (Yurdakul),Ahmet Hâşim, Yahya Kemal ve Yakup Kadri gibi Ankara iktidarının kanatları altına aldığı şair ve yazarlar…
Abdülhak Hamit, Cumhuriyet öncesinde ünlü olmuş, suya sabuna dokunmayan bir şair, Ahmet Hâşim de öyle… Mehmet Emin:
“Ben bir Türk’üm, dînim cinsim uludur
Sînem, özüm ateş ile doludur;
İnsan olan vatanının kuludur.”
örneğinde olduğu gibi hamâsi şiirleriyle ünlüdür.
Yahya Kemal’i iyi bilirsiniz; aklı geçmiştedir hâlâ: Ya “Balkan şehirlerinde geçen çocukluğu”nu anlatır; ya “Her yaz şimâle doğru asırlarca bir koşu”yu, ya da “Bin atlı akınlarda dev gibi bir orduyu” nasıl yendiğimizi…
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini;
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?”
diyen Nâmık Kemal’e de benzemezler hiç:
“Yiyin efendiler, yiyin; bu hân-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!”
diyen Tevfik Fikret’e de…
Ne halkın dertleri ilgilendirir onları, ne de ülke sorunları…
İşte buna isyan eder Nâzım.
Sen misin isyan eden? Sen misin, birer yağlı kuyruk bulup yiyenleri eleştiren?
Nerdeyse tüm eli kalem tutanlar birlik olup Nâzım’a yüklenirler. Ancak Sabahattin Ali ve can dostu Pertev Naili (Boratav) gibi, “putları yıkan kahraman”ı alkışlayanlar da vardır.
Bilinçli bir yazardır; Sabahattin Ali. Biliyordu; niçin hapiste olduğunu. Korkmuyordu. Aynen:
“Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin,
Dönersem, kahpeyim; millet yolunda bir azîmetten!”
der gibi, Sinop Hapishanesi’nden İstanbul’daki sevgili Ayşe’sine ne yazıyor bakın:
“Ne yaparlarsa yapsınlar, bana bu beş ayda tahammül ettiğimden daha kötüsünü yapamazlar; bana daha çok çektiremezler ya… Ha bir de çektirsinler…”
Gördüğünüz gibi, “Dönersem kahpeyim. Ölmek var dönmek yok.” diyor bir bakıma.
“Duvar”, “Çaydanlık”, “Katil Osman”, “Kazlar” adlı öyküleri Sinop Hapishanesi’nin ürünleridir. Bu arada arkadaşı Pertev Naili’nin gönderdiği kitaplardan Jack London’ın “Demir Ökçe” romanını çok beğenir. Bu eser, “Faşizmin insanlığı felakete sürükleyeceğini, bu zorba yönetimi ancak devrimci güçler ve işçi sınıfının engelleyebileceğini” çok güzel anlatır.
“Öyleyse bu romanın Türkçe’ye kazandırılması gerekir.” deyip işe koyulur hemen. Ancak bitiremez. Sonraları, yakın arkadaşı Emin Türk Eliçin, O’nun bıraktığı yerden devam eder. Bu roman, 1966’da yayımlanabilir ancak.
1933, Cumhuriyet’in 10. yılıdır. Bu nedenle bir “Af Yasası” çıkarılır. 29 Ekim 1933 günü zimmet, kaçakçılık ve hırsızlıktan hüküm giymiş birçok mahkûm salıverilse de, “Siyasî mahkûm, Ayvalıklı Salahattin oğlu Sabahattin Ali” bırakılmaz.
Özgürlüğüne kavuşması için, 24 saat daha içerde kalması gerekir O’nun. Eh, o kadarcık bir fark da olsun canım!
Vapurla gelir İstanbul’a. Karşılayanı yoktur maalesef. Kime, nasıl haber versin ki! Tahta bavuluyla Erenköy’deki amcasının konağına gider. Açık olsa, doğru Resimli Ay dergisine koşacaktır ama çoktan kapatılmıştır dergi. (İktidardakileri alkışlamak yerine, işçilerin haklarını savunursan, öyle olur işte!)
Sabiha ve Zekeriya Sertel’i ziyaret eder evlerinde.
Sonra, yine Resimli Ay dolayısıyla tanıştığı Bayan Suat Derviş’i bulur. “Gönül Gibi” adlı romanı ilgi görmüştür; genç hanımın. “Emine” adlı 10. romanını yazmaktadır. Nâzım’ın adresini alır O’ndan.
Gizlenmektedir; ünlü şair ama çalışmaktadır da. Ve delicesine âşıktır Pirâye’ye. Birçok filmin senaryolarını yazmakta, yönetmenlik yapmaktadır. Polis tarafından arandığı için Mümtaz Osman takma adını kullanır.
Cebindeki para suyunu çekmiştir; genç yazarımızın. Ankara’da ünlü bir “asabiye doktoru” olan dayısı Rıfat Bey’e gider. Birkaç gün dinlendikten sonra, Millî Eğitim Bakanlığında görevli Hasan-Âli Yücel’in kapısını çalar. Yücel, önceden tanıdığı bu genç meslektaşına dostça davranır. Öğretmen olarak görev almak isteğini MEB Hikmet Bayur’la konuşacağına söz verir.
Birkaç gün sonra, Hasan-Âli beyin haber vermesi üzerine “Bakan”ı ziyaret eder.
Hikmet Bey, Sabahattin Ali’yi nezaketle dinleyip, ceza almasına neden olan şiirdeki görüşünün değiştiğini kanıtlaması gerektiğini sıkıştırır; sözlerinin arasına.
Öğretmenlikten başka bir mesleği yoktu ki, Sabahattin Ali’nin. Başka ne iş yapabilirdi? Dayısı olsun, amcası olsun; daha fazla yük olamazdı ki onlara.
Doluya koyar almaz; boşa koyar dolmaz. Yaşayabilmesi için Bakan Bayur’un söylediğini yapmaktan başka çare yoktur.
Oturup bir şiir yazar. Uzun uzun över; Gazi Mustafa Kemal’i. “Benim Aşkım” adındaki şiiri, Varlık dergisinde yayımlanır. Son dörtlüğü şöyledir; bu şiirin:
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir diziye,
Hisler kambur oluyor, dökülünce yazıya.
Kısacası: Gönlümü verdim, Ulu Gazi’ye,
Göğsümde şimdi yalnız O’nun aşkı yatıyor.
Şiirin yayımlandığı dergiden iki tane alır. Biri kendisi içindir. İkinciyi, Hasan-Âli Bey’e götürür; MEB Bayur’a iletilmesi için.
Günlerce beklese de bir haber çıkmaz. Sık sık Hasan-Âli’yi ziyaret eder. “Ne zaman?” sorusuna, “Eşref saati gelince” yanıtını alır hep.
Ne de zor gelirmiş; bu eşref saati!
Bir gün yine bakanlığa uğradığında, yerinde yoktur Hasan-Âli. Koridorda dolaşırken, “Bakan”la karşılaşır. Ne istediği sorulunca, “Efendimizi görmek isteriz.” der.
Bakan, buyur eder makamına. Der ki genç yazar:
“Öğretmenlikten alacağım 25 lira maaşı, başka bir iş yaparak da kazanabilirim ben. Ama öğretmen olarak yetiştim; öğretmen olarak hizmet etmek isterim devletime.” deyince, “Bakan” güler. Burnunun sürtüldüğünü anlayıp:
“Söyle Hasan-Âli’ye, tâyin kararnameni hazırlasın.” deyiverir.
Sabahattin’in yazdığı dilekçe üzerine, Bakan Bey, “Gazi Hazretleri’nden izin alındığı için muvafıktır.” notunu ekleyip işleme konulmasına izin verir.
Hem de nereye?
Bakanlıktaki, “Neşriyat Müdürlüğü Büro Şefliği”ne…
Ne demek bu?
“Öyle yazarsan öyle, böyle yazarsan böyle…”
Dünle bugün arasında hiçbir fark yok mu ne!
Şimdi söyleyin bakalım:
“En güzel saat, eşref saatidir” sözüme itiraz ediyor musunuz siz hâlâ?
Hüseyin Erkan
huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr