- Kategori
- Güncel
Farklı Bakışlar
İki kişinin kavga etmesi bu iki kişinin kavgasından menfaati olanlar için oldukça iyi bir kazanç kapısıdır. Hele de bu iki kişi birbirleriyle kanlı bıçaklı olurlarsa, bu iki kişinin kavgasından menfaat sağlayan kişi de yine iki kişi arasında olası tek hakemse bu durumda asla o iki kişi barışamayacak hatta kan gövdeyi götürmeye devam edecektir.
Türkiye aslında böyle bir sarmalın içine düşmüş devlet konumundaki en güzel örneklerden birisi hatta bence en mükemmelidir.
Olay bundan ben diyeyim yüz siz deyin iki yüz yıl önce Anadolu’da vuku buldu. Devletin dinamikleri o zamanlar tam dağılmamıştı. Bölgede Osmanlı Milletler Topluluğu adı altında, çatısı Osmanlı olan ancak direkleri başka milletlerce kurulmuş bir düzen mevcuttu. Herkes o zamanlar bir şekilde bu çatının altında konaklayabiliyordu. Ermeniler zanaat, Rumlar ve Yahudiler ticarette hâkim milletler idiler.
Yüzyıllar boyunca dışarıdan kaynak transferi sağlayamayan çatının altındaki milletleri kendi sorunlarına kendileri çözüm bulmaları konusunda arayışa itti. Amerika’dan, gelen misyoner ordusu İngiliz misyonerlerle gücünü birleştirince öteden beri bölgede etkin olan Fransız hâkimiyeti ile sıkı bir mücadeleye girseler de müşterekleri ortak olduğundan ortak çıkarlarda buluşmayı bilmişlerdi.
*
Anadolu’nun yüksek yaylalarında sürüleri olan dört sülaleden en güçlüsü tarihten bu zamana kadar Ahmet ağanın kabilesiydi. Osman ağa klasik kendi içine kapanık ama gözünü budaktan esirgemeyen bir o kadar da dışa kapalı bir davranış şeklini temsil ediyordu. Kimsenin işine karışmıyor, kimsenin de işine karışmasına razı gelmek istemiyordu. Komşuları Agop, Zaro, Yaramios idi. Bunlar da kendilerince işlerini yapıyorlar birbirleriyle sulh içinde yaşayıp gidiyorlardı. Birbirlerini iyi tanıdıklarından hem sinir uçlarını iyi biliyorlar hem de birbirlerine saygılı davranıyorlardı.
Osman ile Zaro’nun dini hassasiyetleri aynıydı. Aynı şekillerde ibadet ediyorlar, aynı mescitlerde namaz kılıyorlardı.
Öte yandan Agop ile Yaramios da aynı dini hassasiyete sahiptiler. Benzer kiliselerde ibadet ediyorlar, benzer inanışlara sahip olmaları onları birçok noktadan birbirlerine bağlayabiliyordu.
Aralarında hiçbir grubun da sorun yoktu. Herkes o zamanlar şimdiki gibi cennete gitmek istiyordu. Herkes birbirinin inancına saygıda kusur etmiyordu, çünkü binlerce yıldır bir arada birbirlerine en ufak bir saygısızlık etmeden yaşayıp gidiyorlardı işte. Cennet yolcularının dünyayı birbirine cehennem etmesine gerek yoktu. Herkese yetecek kadar yer bulmaksa sadece Allah’ı ilgilendiren bir konu olabilirdi. Zaman zaman aralarında sorunlar da olmuyor değildi elbette ancak yine de sorunlar bir şekilde çözülüyordu işte.
Kimse ne kadar neyle ilgiliydi? Herkes görebildiği alanı görebiliyor herkes o zamanlar bir araya gelip konuşabiliyordu. Dertler o zamanlar ortaktı. Çatı delinirse herkes ıslanırdı. Sel gelse insanları düşüncelerine, ırklarına, dinlerine göre ayırmazdı. Deprem herkesin evini başına yıkardı. Açlık herkese göre açlıktı. Bir bölgeye gelen bulaşıcı hastalık da insan ayırmıyordu. Herkesi aynı şekilde öldürüyordu.
Aynı ırka mensup insanlar dahi farklı dinlere inanıyorsa, farklı coğrafyalara dağılmış ve hayatta kalma mücadelesi veriyorken, aynı bölgedeki birbirine sıkı sıkı bağlı insanlar birbirlerinin iyiliklerini istemekte haksız sayılmazlardı. Kültürün temelinde hoşgörü vardı.
Dışarından gelen baskılar çatıya oldukça fazla zarar verdiğinde çatının altına bulunanların daha da sıkışmaları olağandır.
Daha önce on ekmeği paylaşan bir gruba beş ekmekle yetinin demek ayrı sorundur, on odalı evin iki odaya düşmesi ayrı bir sorundur.
Sorunlar artmıştı kısacası; nasıl ki Avrupalı istilacılar Hindistan’dan Amerika’ya kadar bir sömürgeleştirme süreci yaşanırken genel kaide basitti. Sıradan bir orman kanunu gereği güçlü olanlar güçsüzleri yok ediyor, direk ordular göndermek yerine önce güçlerini gönderdikleri bir paylaşım savaşı yaşanıyordu. Bu paylaşım vahşi bir süreç olup mantığı basitti; güçlü olan haklıdır. Dünyada genel olarak hiç değişmeyen bu kaide şimdi bölgede yani Anadolu’da da etkilerini gösteriyordu. Zamanında Doğu’dan gelen baskı seli tersine dönmüştü.
Osmanlı geri çekiliyordu. Kuzeyden Ruslar, Batı’dan Fransız destekli Hırvatlar, Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar ve Macarlar yeniden kendilerine geliyordu. Basitçe deniz kabarmıştı, dalgaları kabartan şeyse zayıfın yok olması güçlününse var olması şeklinde tezahür ediyordu. Anadolu’ya sıkışmış genel olarak Türkler ve Kürtler sözde Osmanlı’nın ana omurgası idi ama yönetim kadrolarında esamileri okunmuyordu. Müslüman Arapların dahi eski hasletlerini hatırlamaları Anadolu’ya sıkışmış farklı ırklara mensup insanlar arasında olmaması düşünülemezdi, hepsi kendince bir hayal görüyordu. Hepsi de bölgenin ana unsuru iddiasındaydılar ki kendilerince haklıydılar. Bizans’ı sona erdiren bir Ermeni Rum anlaşmazlığıydı, Türklerle kurdukları ittifakla Ermenileri Rumlar öteden beri düşman görüyordu. Ancak diğer taraftan Ermenilere yüzyıllardır kapıkulu muamelesi yapan Ermeniler de kendilerini haklı görüyorlardı. Türklerin doğudan gelişi onlara can simidi olmuştu zamanında ama o köprülerin altından çok sular akmıştı.
Anadolu’da kalan yayladan şehirlere, ovalara sıkıştırılan insanların birbiriyle kapışması için ortam yüzyıllar önce hazırlanmıştı. Bu basitçe kaleyi içten fethetme hareketiydi. Süreç onlarca yıldır devam ediyordu, en sonunda kıvama gelen topraklar geçmiş yüzyıllardan kalan kardeşliğe “ne olursan ol yine gel” diyen hoşgörüden adeta birbirini neden dövdüğünü bilmediği bir kör dövüşü ortamına hazırlanmıştı. Ayaklanma denemeleri, çetecilik hareketleri kendilerine dost gibi görünen komşuları, halklar 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, Ermenistan kurulmuş, Yunanistan kurulmuş olmasına rağmen geride en sona bırakılan plan Kürt Türk çatışması için bitmeyen bir azimle çalışmaktaydı. Onları birleştirme niyeti olanların sesleri cılız çıkıyor, ayrıştırmak isteyenlerse ödüllendiriliyordu. Karadeniz yaylasında bir çocuk, Egedeki bir Yörük’ten, Doğu Anadolu’daki bir Kürt çocuğundan habersiz koyun otlatıyor, nizaları yine kendileriyle oluyordu. Tıpkı Yunanistan’da bir balıkçının Karadeniz’de bir balıkçıdan bihaber yaşadığı gibi Siverek’ten gelen bir Türkmen ise, Ankara’da sahibi Erzurumlu Şemsi hocaya, Afrika’da bir maden sahasında kullanmak üzere makine siparişi vermeye geliyordu. Kimse doğru soruları sormuyordu, soramıyordu.
Karadeniz'in bir yaylasında bir Türk ağlıyordu, Rum komşularının gönderilmesine. Diğer Türk ise soruyordu ona "Kardeşim bak, Urum gidiyor, onlardan kalan topraklar bizim olacak" Türk'ün Türk'e cevabı ise iyi diyorsun da kardeşim, atımıza kim nal yapacak, sabanımızı kim yapacak, biz bunları bilmeyiz ki! Zanaat başka milletlere havale edilmiş, ticaret başkasına, ilim başkasına anlaşılan yaylada yakınan adama da çobanlık çiftçilik kalmıştı.
Herkes doldurulmuştu birbirine karşı, yaylalarda koyununu satan Batı’ya kaçarken, Afganistan’dan İran’dan Suriye’den insanlar kitleler halinde batıya göçüyordu. Kendi bölgelerinde Batı’nın en modern silahlarına sahip terör grupları onları yerlerinden ederken, Batılı petrol ve enerji şirketlerine yer açıyor, batılılar en yakınımızda demokrasi getiriyorlardı kendi ikiyüzlü felsefeleri gereğince. Bunu asla görmek istemeyen insancıklar Batı’nın en büyük metropollerinde kırma eleme makinası işlevi gereği görevlerini yaparken soğuk şaraplarını yudumluyorlardı lıkır, lıkır…