Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Haziran '17

 
Kategori
Futbol
 

Fatih Terim-Arda Turan Tartışması Bağlamında Türk Futbol Camiasının Mantıkla Sınavı

Fatih Terim-Arda Turan Tartışması Bağlamında Türk Futbol Camiasının Mantıkla  Sınavı
 

Neden Yazdım?
 
İlgilenenler bilir. Milli Futbol Takımımızın 2016 Avrupa Kupasında oynarken takım içinde oluştuğu söylenen olumsuzluklar konusunda bir tartışma başladı ve bugüne kadar sürdü. Muhtemelen, oynanmaya başlandığı ilk günden beri dünyada futbolun bir konusu üzerinde yapılan en uzun tartışma oldu. Bitecek gibi de görünmüyor.
 
En son oynadığımız Kosova maçından sonra bu konuda yadellerde Futbol Direktörümüz gece yarısı başlayıp sahura kadar süren bir basın toplantısı yaptı. Tesisin elektrikleri otomatik olarak kesilmeyecek olsaydı muhtemelen daha sürecekti.
 
Burada mantık hemen şu soruyu sormayı gerektiriyor. Neden yadellerde ve neden gece yarısı? Ülkeye dönerdik salim kafayla uygun yerde ve zamanda toplanıp konuşurduk.
 
Mantıkla sınavımız var dediysek hemen mantıklı sorular sorun demedik. Hem birazdan değineceğimiz mantıksızlıkların yanında işin bu yönü, olsa olsa, sürüyle günah ortalıkta dururken, komşunun bahçesinden bir tane elma çaldığı için kiliseye günah çıkartmaya koşan kadıncağızın durumuna benziyor.
 
Ben de maçı, toplantıyı ve toplantıyla ilgili yorumları izleyerek sabahı ettim. Bana neyse? Emeklilik hali işte. Yoksa milli sorumluluk mu?  Bilemedim şimdi.
 
Futbol ve milli gurur konusunun nasıl yan yana geldiğini hiç anlamam. Futbol bir oyundur. Hoşlanırsan seyredersin. Milli gurur oluşturma listesinde en son sırada bile yer alamaz. Bir ülkenin çocukları diğerinden iyi topa vurdu diye gururlanılır mı. Takımları yenilen ülkeler gururlarından mı kaybediyorlar. 
 
Milli gururu ölçmede milli gelir, yaşam kalitesi, teknoloji üretimi, sosyal adalet, eğitim, hukuk gibi pek çok evrensel değer vardır. Yanlış yerlere bakıyoruz gibi geliyor bana. 
 
Ben milli olsun olmasın tüm sporculardan sportmenlik, centilmenlik, kurallara uyum beklerim. Sonuca bakmam. Yenerlerse sevinirim. Yenilirlerse üzülmem. Yeter ki centilmence oynasınlar. Bütün güçlerini kullansınlar. Saçı sakalı birbirine karışmış, ağzından tükürükler saçarak canhıraş şekilde hakeme saldıran, istemeden düşürdüğü rakibini ayağa kaldırmayan oyuncuları benim milli takımımda istemiyorum.
 
Yazmamın iki nedeni var.
 
Ortada yıllardır süren hararetli bir tartışma var. Varsayalım ki, konuyu hiç duymadınız ve Türkiye'ye şimdi uzaydan geldiniz, bugünkü gazeteleri okuduğunuzda sormanız gereken soru şu olurdu. 
 
Nedir bu konu, neyi tartışıyorlar?
 
Cevap. Valla konuyu kimse bilmiyor. Herkes karşısındakine sen biliyorsun diyor. Bildiği iddia edilen ise bilmiyorum diye yemin ediyor.
 
Uzaylı şaşırır. İyi de neyi tartıştıklarını bilmeden nasıl tartışıyorlar?
 
İşte mantık sınavı başladı. Ne desem ki? 
 
Bu ülkenin futbol camiası 2016 yılından beri ne olduğunu bilmediği bir konuyu tartışıyor. Tartışmanın ateşi sönmeye yüz tuttuğunda, nereden geldiği ve doğruluğu-yanlışlığı belirsiz yeni bir haber sönmeye yüz tutan ateşin üzerine boca ediliyor. Tartışma hem alevleniyor hem de yeni boyutlar kazanıyor.
 
Tartışsınlar dursunlar sana ne, izlemezsin olur biter, derseniz yerden göğe kadar haklı olursunuz. Bu tartışmaların mantığını anlamaya ve sonuç çıkarmaya çalışan, çıkaramayınca da üzülüp kendilerini helak eden, görüşlerine değer verdiğim spor yorumcularının (Mehmet Demirkol ve Cem Dizdar gibi) hallerine üzülmeseydim dediğinizi yapardım. Bende mantığımı pek dinlemeyen bir vicdan var. Kendisini susturamıyorum. Her işte mantık arayıp bulamayınca da üzülen insanlara yardım etmeyi kendime iş edindim bu söz geçiremediğim vicdan yüzünden.
 
Biraz iddialı olacak ama bu yazıyla ortadaki konunun bir mantık konusu olmadığına onları ikna edebilirsem umarım kafaları rahatlar ve bu işte mantık aramaktan vazgeçerler. Okuyacakları ne belli derseniz bu benim değil onların sorunu.
 
İkinci neden kişisel. Bahar mevsiminde bahçede yapılacak çok iş oluyor. Havalar güzel. Ne sıcak ne soğuk. Otları temizle, bahçeyi belle, domates ek derken zaman akıp gidiyor. İnsanın canı kapalı mekanlara girmek istemiyor. İş bittiğinde sıcaklar da bastırmış oluyor. O zaman ki işte şimdi, benim için yaz yazı döneminin başladığı zaman oluyor.
 
Yazacaklarım hocamız Fatih Terim ve kardeşimiz Arda Turan'ı eleştirmeye yönelik değildir. Her ikisinin de mesleklerindeki başarılarını önemserim.
 
Kendi konuşmaları ve davranışlarındaki ip uçlarına bakarak konuyu analiz etmeye çalışacağım. Analiz sırasında onlar hakkında yapacağım yorumlar kişilklerine değil davranışlarına yönelik olacaktır. Bunu hoş karşılayacak olgunlukta olduklarına inanıyorum.
 
Yazarken zaman zaman onlardan eski ve yeni nesil diye söz edeceğim. Eski nesil deyimi Fatih Hoca'nın da içinde olduğu benim çağımdaki herkesi kapsar. "Hep bir hallı Turhallı'yız biz bize benzeriz" demiş şair. Yeni nesil deyimi Arda'yı ve onun çağındakileri tanımlar. 
 
Kişisel olmayan ve kişileri hedef almayan yazının tek istisnası Arda'nın uçaktaki davranışı üzerine yapacağım yorum ve kendisine vereceğim tavsiyedir. Onu en sona bırakıyorum.
 
Haydi başlayalım.
 
Sorun nedir?
 
Dikkatli gözle bakıldığında açıkça görülen emarelere göre bu olay duyguların aklın önüne geçtiği (prevail) tipik bir nesiller çatışmasıdır. Duygular öylesine yoğundur ki sağduyuyu sindirmiş yok etmiştir. Sağduyuyu işlevsiz kılan yoğun duygular tarafları rehin almış ve rehin tutmayı sürdürmektedir.
 
Nesiller neden çatışır?
 
Nesiller çatışması insan doğasının gereğidir ve kaçınılmazdır. Değişimin ve gelişimin itici gücüdür. Nesilleri çatışmayan toplumun sosyoljik yapısı arızalıdır. Gelişme şansı yoktur.
 
Anılan çatışma son tahlilde faydalı olmakla birlikte sancılı bir süreçtir. Şekli ve şiddeti toplumdan topluma değişir. Çocuklarını her davranış ve söylemleri için büyüklerinin gözlerine bakıp onay aratarak yetiştiren toplumlarda süreç sancılı olur çünkü, baskılanarak geciktirilmiştir. Kültürlü toplumlarda doğal akışında seyrettiği için daha az çatışma olur.
 
Ülkemiz kültürel özellikleriyle birinci kategoriye daha yakındır.
 
Eski nesil olarak bizler elimizdeki hükmetme gücünü arkadan gelen nesillere kaptırmaktan çok korkarız ve onu korumak için sonuna kadar mücadele ederiz. Azıcık paylaşmaya bile razı olmayız. Bu güç elimizden gittiğinde hayatımızın anlamsızlaşacağını düşünürüz. Bunun temel nedeni işimizi bir araç olarak değil hayatımızın amacı olarak görmemizdir. Hayatlarımızda işimiz dışında bize değer katan pek fazla şey yoktur genel olarak. İşimiz bize bir statü ve toplumun gözünde itibar sağlar. İşimiz elimizden giderse itibarımızın da kaybolacağından endişe ederiz.
 
Gücümüzü korumak için her yolu  deneriz.
 
Gücü korumanın birinci şartı her türlü değişime peşinen karşı çıkmaktır. Gücümüzü mevcut ortamda elde ettiğimiz için oyunun aynı kurallarla sürmesini isteriz. Değişim sonucu oluşacak yeni ortam bize halihazırda sahip olduğumuz statüyü vermeyecektir. Belki bize ihtiyaç bile duyulmayacaktır.
 
Değişime karşı olmak doğal olarak değişim önerenlere karşı çıkmayı ve onları pasifize etmeyi gerektirir.
 
"Eski köye yeni adet getirme" demiş atalarımız. Ne güzel anlatır bizi bu söz.
 
İyi de, Milattan 500 sene önce Efes'te yaşayan birisi de "değişmeyen tek şey değişimin kendisidir" demiş. Gel de çık işin içinden.
 
Kişiliğimizle işimizi özdeşleştiririz. İşimize yapılan eleştirileri kişiliğimize yapılmış kabul ederiz. Eleştiri bize geldiğinde hep kapıya asılmış "kapalıyız" tabelasıyla karşılaşır. İçeri giremez.
 
Bildiğimizin her zaman tek doğru olduğunu savunuruz. Kimse daha iyisini bilemez ve yapamaz deriz. Değişme ve gelişme anlamsız kavramlardır deriz.
 
Oysa değişim kaçınılmazdır. Nesiller arası yumuşak geçişi sağlamak öncelikle biz eski nesillerin sorumluluğudur. Bir de "zirvedeyken bırakmak" diye bir kavram vardır. Zordur ama akıllıcadır. Kimse vazgeçilmez değildir. Kendisini vazgeçilmez sananlar gün gelir eski kazandıklarından harcamaya başlarlar. Çok ısrar ederlerse zaman hükmünü icra eder. Tükenirler.
 
Dünyanın en büyük takımı Barcelona'da oynayan bir futbolcuya, sorduk mu orada ne tür yenilikler olduğunu. Bizim yapmadığımız bir şeyler yapıyorlar mı maçlara hazırlanırken? Onlardan bir şeyler buraya taşıyabilir miyiz diye araştırdık mı? Merak ediyorum.
 
Gelelim yeni nesillere. O cephede de değişen pek bir şey yok.
 
Yeni nesilken yaşadığım bir olayı anlatırsam nerede yanlış yapıldığını daha kolay anlatabilirim diye düşünüyorum.
 
Arda'lı yaşlardaydım. 70'li yıların sonu. Çok değil canım kırk küsür sene önce.
 
Çalıştığım kurum beni Amerika'ya öğretmenlik kursuna gönderdi. İlk yurt dışına çıkışımdı. O zamanlar Amerika görmüş olmak insanlara bayağı bir prestij sağlardı. Bir şey yapmış olmanız şart değil. Gidip, kaybolmadan geri gelmiş olmanız bile insanların size başka gözle bakmalarını sağlardı. Bir de" Ben Amerika'dayken" diye anlatmaya başladınız mı herkes pür dikkat kulak kesilirdi. Rüyalar ülkesiydi Amerika. Ülkemde televizyonun olmadığı zamanlardan söz ediyorum.
 
Ben o zaman yeni nesli temsil eden bir öğretmendim. Doğal olarak eski nesil büyüklerimizle birlikte görev yapıyorduk.
 
Eski nesil ingilizce bilmezdi. Zaten okumayı yazmayı pek sevmezlerdi. Kendilerinde Allah vergisi bir yetenek olduğuna ve başka bir şeye ihtiyaçlarının olmadığına inanırlardı.
 
Benim kurs hakkındaki gözlemlerime göre Amerika'lıların yetenek olarak bizden üstün bir yönleri yoktu ama anlayışları çok farklıydı.
 
Öğrenme olayını gerçekleştirmek "öğretmenin" sorumluluğudur diyorlardı. Ortam hazır, öğrenci öğrenmek istiyor ama eğitim gerçekleşmiyorsa öğretmen işini yapamıyor demektir diyorlardı. Anlatmak, öğretmek demek değildir diyorlardı. İnanamadım. İngilizcem de ona göre, yanlış mı anladım diye kılı kırk yarıyorum. İyi de "sıfırcı" hocaları ne yapacağız şimdi? Öyle ya bize ilkokuldan beri başarısızlıktan hep öğrenci sorumludur demişlerdi. Öğretmenin notu ne kadar kıtsa o kadar iyi öğretmen sayılırdı.
 
Eğitime bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyordu.
 
Öğretmenin işini iyi yapabilmesi için uygulaması gereken "öğretim teknikleri" ni aylarca anlattılar bize. Kılık-kıyafetten başladık, ses tonuyla devam ettik, ders anlatırken ellerimizi nereye koyacağımızı, nereye bakacağımızı bile anlattılar. Uygulamalar yaptık. Diploma alabilmek için öğretilen teknikleri kullanarak 30 dakikalık bir ders anlatmamız gerekiyordu. Yani üstelik ingilizce. 
 
Sınıf ve öğretmenler jürisi "ok" derse öğretmen oluyorsunuz, yoksa git geri. Başardık ama gelin de bana sorun üç ayda beş kilo nasıl verilirmiş. Amerikalı bir kursiyer ders anlatırken iki defa "eee" diyerek öğrencilerin dikkatini dağıttı diye elendi. İngilizce ana dilimiz olmadığı için bize biraz tolerans gösterdiklerini de itiraf etmeliyim.
 
Neyse anılara daldık. Sadede gelelim. Sağ-salim yurda kavuştuk. 
 
Ne öğrendin anlat bakalım dediler.
 
Öğretim teknikleri geliştirmişler. Onları anlattılar. Bir de öğretimde sorumluluğun öğretmende olduğunu söylüyorlar. İyi öğretmen öğretebilen öğretmendir diyorlar. Öğrenme gerçekleşmiyorsa sorumluluğu öğretmene yüklüyorlar, dedim. Bunu deyince işler karıştı. Oysa ben değil Amerikalılar söylüyordu. Kuvvetli bir cephe oluştu bana karşı. Ben de geri adım atmadım. Tam bir "aforoz" olayı gerçekleşti.
 
Eski nesil statüsünü tehlikede gördü. Haklıydılar. Doğal insan davranışı. Yarı yaşlarında birinden yeniden öğretmenlik öğrenecek halleri yoktu.
 
Ben de daha yumuşak ve kimseyi kırmayan, dışlamayan bir yaklaşımla meramımı anlatabilirdim. Gençlik işte.
 
"Gençlik bilseydi, ihtiyarlık yapa-bilseydi" demişler.
 
Zamanla her şey yoluna girdi. Birbirimizi anladık ve birlikte yola devam ettik. 
 
Analiz
 
Ben gündemdeki olayın nesiller arasındaki bir çatışma niteliğinde olduğunu düşünüyorum.
 
Yeni nesil futbolcu muhtemelen eski nesil hocanın tarzını doğrudan ve/veya davranışlarıyla sorgulamıştır. Bu sorgulama bilinçli veya bilinçsiz yapılmış olabilir. Daha da ötesi futbolcu sorgulamamış da olabilir. Bazı davranışları "sorguluyor" hissi uyandırmış olabilir. Uzun süre yurtdışında kalan genç insanlar oradaki davranış şekillerini benimserler. Benimsemezlerse orada dışlanırlar. Bu davranış şekillerinin bazıları bize uymaz. Dışarıda edindiğiniz ve orada çok normal görülen bir davranışı, kötü niyetiniz olmasa da, burada sürdürürseniz eleştirilirsiniz. En hafifinden "burnu büyümüş" derler.
 
Ben yurtdışından dönüşte toplantı odasına bir sabah elimde çay bardağıyla girmiştim. Orada öyle yapardık. Bardakta çay değil kahve olurdu tabii ki. Burada bir sopa sorma gitsin. Kabahat benim. Dönsene artık ülkene.
 
Eski nesil hoca sorgulandığı duygusunu hazmedememiş olabilir. Hele kendisine çok yakın gördüğü birisi tarafından.
 
Bizde yakınlık büyüklerin sözünden çıkmamayı esas alan bir uyumla ölçülür. Uyum bozulursa yakınlık da biter.
 
Beni böyle düşünmeye sevk eden emarelere gelelim.
 
Ayrışmanın çok eskiden başladığını düşünüyorum.
 
Hoca Galatasarayın başına geçmek Arda ise  ayrılıp Atletico Madride gitmek üzereydi. Basından okuduğumuza göre Hoca Arda'yı arayarak "gitme" dedi. Hatta o zaman telefona çıktı-çıkmadı tartışmaları bile yansımıştı gazetelere.
 
Arda dinlemedi gitti. Hoca muhtemelen sözünün dinleneceğine emindi. Ama olmadı. İlk kırılma noktası burası olabilir.
 
Hoca'nın son basın toplantısındaki iki cümlesi konunun anahtarıdır. Söze başlarken ülkedeki şehitlerden söz ederek, böyle bir zamanda "şımarıklıklarla" uğraşmak zorunda kalıyorum dedi mealen.
 
Şımarıklık diyerek futbolcunun yapmaması gereken davranışları sergilediğini ve konunun mantık değil duygusallık konusu olduğunu açık etmiş oldu.
 
Sonra bir bahaneyle futbolcunun adını vermeden dünyanın en büyük oyuncusu da olsa oyuncu oyuncudur, dedi Hoca.
 
Bu cümle, Hoca'nın, Arda'nın kendine biçilen oyunculuk profilinin dışına taşarak kendi otoritesini ve yeterliliğini sorguladığını düşündüğünün açık delilidir.
 
Aslında çözüm çok kolaydı. Hoca sorgulandığını düşündüğü anda Arda'yı yanına çağırıp, ben senin şu davranışlarından benim otoritemi ve yeterliliğimi sorguladığını düşünüyorum. Niyetin bu mudur diye sormalıydı. Arda evet derse, peki kardeşim topla eşyalarını derdim ben olsam. Şaka, şaka!!
 
Demezdim. Neyi neden sorguluyorsun anlatır mısın derdim. Dinlerdim. Haklı yönleri varsa peki bazı şeyleri değiştirelim elbirliğiyle derdim.
 
Haklı olduğu yönler yoksa yanlış düşündüğüne ikna etmeye çalışırdım kendisini. Sonrası O'na kalmış. Israr ederse yolları ayırırdım.
 
Hayır sorgulamıyorum derse zaten sorun yok. Hangi davranışlarının bende bu duyguyu uyandırdığını açıkça anlatır, bunlara dikkat etmesini isterdim.
 
Konu kapanırdı. 
 
Uzaktan bakınca ne kadar kolay değil mi? Ah şu duygular olmasa.
 
Arda'nın söylemleri de aynı şekilde duygusallığın ve iletişimsizliğin olaydaki rolünü açık ediyor.
 
Benim yüzüme karşı bir şey söylenmedi. Her şeyi medyadan öğrendim diyor. Hoca Çek maçından sonra beni tebrik bile etmedi diyor.
 
Ben kim doğru kim yanlış söylüyor arayışı içinde değilim. Herkesin söylediğini doğru kabul ederim. Olmayan şeyleri söyleyen varsa günahı söyleyenlerin başına.
 
Analiz etmeye çalıştığım nesiller çatışmasındaın yarattığı duygusallıktan kaynaklanan iletişimsizliğin dışında her iki tarafın da yaptığı önemli bir hataya dikkat çekmek isterim.
 
Milli duygular ve şeref gibi kavramlarla, adam olmak veya olmamak gibi söylemler hiç kullanılmamalıydı. Bu sert söylemler iletişimi imkansızlaştırmış, dışarıdan olayı izleyenlerde kampta her halde çok ciddi problemler oldu algısını yaratmıştır. 
 
Konuları somut olgularla tartışamadığımız zaman herkesin bizim görüşümüze katılacağını umarak soyut alanlara taşırız. Bundan olumlu sonuç çıkmaz.
 
Eh artık uzaylı hala 2016 yılında kampta ne oldu diye soruyorsa, umarım gönül rahatlığıyla "konuşmaya değecek" bir şey olmadı diyebilirsiniz.
 
Her davranışın arkasında mantık arayan spor yorumcuları da rahat bir nefes almışlardır umarım!!!
 
Son söz Arda'ya.
 
İzninle.
 
İnsanlar konuşarak anlaşır. 
 
Nedeni ne olursa olsun bir insana karşı şiddet kullanmak insanlık dışıdır.
 
Mazereti ve açıklaması yoktur.
 
"Babası yaşında gazeteci" gibi klasik deyimlerle konuya yaklaşan herkesi de şiddetle kınıyorum. Yani gençlere ve gazeteci olmayanlara şiddet hoş mu görülecek.
 
Sana tavsiyem kendini affettirmendir. İşi şova dökmeden, basına haber bile vermeden git af dile. Gerekirse seni gönülden affedene kadar kapısında yat. Bu günahla öteki dünyaya gitmene gönlüm razı olmaz.
 
Ne derler. "Öteki dünyada ateş varmış ama odun yokmuş Herkes odununu buradan götürürmüş."
 
Ne kadar az odun taşısak o kadar iyi.
 
 
 
 
Toplam blog
: 82
: 1739
Kayıt tarihi
: 04.05.13
 
 

Emekli pilotum. 1950 yılında Polatlı Çekirdeksiz köyünde doğdum. İlkokulu köyde ve Polatlı'da, li..