Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Kasım '11

 
Kategori
Fotoğraf
 

Fotografı çekilesi ibret-i alem için müzelere konulası olaylar

YAZI DİZİSİ: 04

Türk insanı – Türk’ün san’at anlayışı – Türk fotograf tarihçesine özet bakış –  Türk’ün Dünya ülkeleri önünde medeniyet katına çıkamama sebepleri – San’at dünyasında acı rekabetin vurduğu piyasa ve iş adamları – Adı rekabet olan, aslı rezaleti aşamayan işler sonunda, bugün Türkiye’nin vardığı olumsuz  neticeler.

Önceki yazımız, çelme takma ve ölme öldürme fikri üzerine bitince, birden aklıma gelen ya da aklımdan hiç çıkmayan, Bir hususa daha parmak basayım istedim.  Nedense bizim milletimizin Bir grubuna bu türden işler, çok kolay ve ahval-i adiden gelmiştir. Onlar çelme takınca, perende attırınca, adama cehennemin dibini boylatınca, işin bittiğini sanmışlardır. Ve bu akılla: Kuran-ı Kerim’de Diyar-ı Rum’u yani Doğu Roma’yı, bugünkü ismi ile İstanbul’u fethedenin yeri, SAV Peygamber Efendimizin Bir arkası olarak işaret edilmesine rağmen, Batı Roma seferi öncesinde, biz Fatih Sultan Mehmet Cihangir Han’ı, yemeğine zehir katarak şehit etmişizdir. Sonra her biri ayrı Bir konuda deha olan, hattat, müzisyen, kalemkâr, ebru ve tezhip ustası, şair, nakkaş, kuyumcu olan padişahlarımızı da katletmiş, halledemediklerimizi de perişân etmişizdir. Hiç ihtiyacı olmadığı halde; Atatürk ile Cumhuriyeti yüceltmek için, elimizdeki son çamurla da, mazimizi boylu boyunca sıvamayı marifet bilmişizdir. Osmanlı’nın eriştirdiği ve yetiştirdiği son büyük adam olan Atatürk’ü de, insanımıza her tür meziyeti ile tanıtmış olmamıza rağmen, Onun çok büyük Bir edip ve şair olduğunu, herkesten gizlemişizdir. Ve hatta “Nutuk” denen eserini “Söylev” olarak, ilk tercüme ve dolayısı ile de tahrif edilebilir eserler zümresinden kabul etmişizdir. Bu arada 50. baskıyı geçen Ogün Deli’nin “Atatürk Nasıl Öldürüldü?” isimli kitabını okumakta da yarar vardır.  Yakın tarihimizde katlettiğimiz Adnan Bey ile mesai arkadaşlarının, ne sebeple idam edildiğini de, zannımca herkes bilmektedir?!.  Ezcümle idam için mevcut ve makul, hiçbir sebep yoktur.

Şimdi görülen odur ki; bahse konu olan milletin bu belli kesiminin: Dehaya, çağdaşa, başarılıya, sıra dışı olanlara, büyük nefeslere, ezcümle kendini ve milletini ancak insanları ve milleti yararına aşacak ya da aşmış olan insanlara, tahammülü yoktur. Ayrıca bu tahammülsüzlük, Sana bana Ona Buna karşı da değildir. Tüm üstünlere karşıdır. Bu kişiler geldiği gibi gitmek, geçilmeden ölmek, enginlere açılmadan iade edilmek fikrinden yanadır. Bu tavırlarının esas sebebi de: Kendilerinin nitelik ve nicelikleri ortaya çıkmasın, un ufak olup dağılmasınlar, ayaklarının altındaki post çekilip alınmasın, minicik beylikleri bozulmasın içindir. Onların kendileri için bu tasarrufunu anlamak, tabiî mümkündür. Böyle de davranmakta yerden göğe kadar haklıdırlar. Ancak kimsenin bu türden Bir hakkı, milleti aleyhine kullanmak lüksü olmaz, olamaz. Benim esasen karşısında durduğum durum da budur.  Hiç kimsenin endişesi olmasın ki; bu durumu, bu sefer, Bir dut ağacı silkeler gibi silkeleyeceğim. Bu zevat gerçeği anlayana kadar da, bu fiiliyata devam edeceğim. İşin o tarafı çok kolay da; hatta o zevata, kendi dutlarından çekme rakı yapıp, kendilerine ikram etmek bile mümkün de; Benim bu yazıyı uzun tutmamdaki Bir önemli sebep de: Maalesef bu kaba olaylara benzer bazı bildiklerimin, benimle mezara gitmesini de artık istemediğim içindir. Bu tür kimseye yaramaz işlere kalkanların, er veya geç teşhir olunacağını da anlamalarını istiyorum. Bir sonraki yazı içeriği dolayısı ile de, kimin nereye kaçacağını da, şimdiden merak ediyorum?!.

Türkiye’ye İkisi erkek, biri kadından oluşan, Bir Arjantin triosu gelir. O tarihlerde İtalya’da konservatuar tahsili görmüş olan Mehmet Ali Bey isimli Bir zat,  Vefa Lisesi müzik öğretmenidir. Bu trioda yer alan Bir hanıma aşık oluyor. Ve fakat hislerini açıklayamaz. Bu arada bu hanımın doğum günü gelip çatar. Mehmet Ali Bey, Onun adına Bir beste yapıp, Ona hediye eder. Trio hediyeyi aldığı doğum günü gecesi, bu eseri çaldığı gibi, sonraki tüm ömürlerinde de Dünya’nın her yöresinde,  her gece, her yerde çalar. Ve tabiî bu eser Dünya’ca meşhur olur. Kısa Bir süre sonra da, bu eserin bestekârı Mehmet Ali Bey o tarihlerin meşhur hastalığı olan veremden ölür. Bu eserin adı Lâ Compar Cita’dır. Siz aşkın güzelliğine bakın ki; Türk’ler de yıllarca bu tango ile düğünlerindeki ilk dansı açarlar.  Açarlar da, bu eserin bestekârını kim bilmektedir? Onu kim anmaktadır? Hadi bundan vazgeçtik. Bu tango tüm Dünya’da Bir Arjantin Tango olarak biliniyor. Oysa o müzisyene sahip çıkılmış olunsaydı, bu tango Türk Tangosu olarak bilinseydi, Bu tango Bir asırdan fazla, tüm Dünya’da Türkiye için Bir reklâm unsuru olarak yaşamayacak mıydı? Siz Heavey Metal dinlemeye devam edin sevgili gençler...

Yine Bir lisenin fizik öğretmeni, telgraf denilen aleti icat eder. Zaman padişahlık zamanı, diğer fizik öğretmeni ve de başka öğretmenlerin bu adamı çekememesi sebebi ile bu hocaların “-Aman padişah efendimiz duymasın. Seni perişân eder.” sözlerine kanıp, bu hoca bu keşfini akim bırakır. Bugün bu keşfin sahibi olarak, Mehmet hoca değil, Fransız Claude Chappe (1793) biliniyor. Markopaşa bile bu komediye gülmez mi? Bu işe padişahın sevinmesi gerekmez mi? Ben askerken muhabereci olduğum için, her ne zaman maniple görsem, hep içim sızlardı. Sizin içinizin de bu gibi sebeplerle hiç sızladığı oldu mu? 1800’lü yıllarda telgraf Osmanlı da çalışır halde olsaydı, Üç kıtaya dağılmış ulakla haberleşen Osmanlı İmparatorluğu acaba ne kayıp ederdi?

Çocukluk yaşlarımda aile içindeki asker ve ulemalar tartışıyorlar. Ben de cin gibi dinliyorum. Albert Einstain diye biri, Bir şeyi parçalayacakmış. Aynı şeyi parçalamakla meşgul olan diğer Bir kişi de, bizim komşumuz olan Fizikçi Zihni Beymiş. Sonunda Zihni Bey atomu parçalamış. Ancak, Zihni Beyin mühendis olduğu halde, fanatik kalan oğlu Ahmet, asla ve kat’a atomun parçalanamayacağına kanaat getirmiş olduğu için, bizim aile ulemalarının dahî ısrarlı itirazlarına aldırmadan, babasını o günkü adı ile Bakırköy’deki tımarhanesine kapatmış. Ancak bu arada bu bilgiler, Avrupa’daki ilgili mercilere de yollanmış olduğu ve Onlar birbirlerini kayırdıkları için, tabii o bilgilerle de aydınlanan Albert dostumuz, aradan Altı ay geçmeden, atomu parçalamış. Bu olay Dünya’da bomba gibi patlayınca, Ahmet efendi de babası Zihni Beyi, Bakırköy’deki tımarhaneden çıkartmaya koşmuş tabiî. Ancak babası Zihni Beyi oğlundan gördüğü ihanetten dolayı, gerçekten çıldırmış Bir halde bulmuş tımarhanede, tımarlanası Ahmet. Ve kısa Bir zaman sonra da, Rahmet-i Rahman’a kavuştu Zihni Bey. Bu dahîden oğlunun bile haberi yoksa; bu rezaletten kimin haberi var? Bu müthiş olayı, Türkiye’de sadece Bir mahalle halkı biliyorsa, buna da sebep, diğer komşumuz tarihçi Reşat Ekrem Koço’nun, dedikoduyu pek fazla seven kız kardeşi, Halet hanım yüzündendir. Şayet bu atom Türkiye’de parçalanmakla kalmayıp, yola devam edilmiş olsaydı; bu işlerin gerektirdiği teknolojiyi, 60 yıl sonra Ondan bundan satın alıyor olur muyduk? Yoksa başkalarına biz mi bu teknolojiyi satıyor olurduk? Ya da İran ya da İsrail ile karşılıklı stratejik durumumuz ne durumda olurdu?!.

Bugün kullandığımız Yale anahtarının mucidi, benim anne dayım Kemâl Porsun’dur. Hayatı boyunca hiçbir işte çalışmamış olan bu zat, sabahtan akşama kadar projeler üretip, ürettiği projelere yurt içinde talip bulunmadığı için, yurt dışına satıp, patent alarak yaşamını idame ettirmiştir. Yazın İstanbul’a gelip, projelerini bizim köşkte üretir. Kışın da İzmir’e gidip, Bir tanıdığının yanında çizimlerine devam ederdi. Onun da İzmir’de Hakk’a intikalinden hemen sonra, mühendis Bir bey kapımızı çaldı. Ve dayının bazı projeleri elinde olduğu halde, projelerin diğer kısmını bizden talep etti. Bizlerin hiçbir şeyden haberimiz yoktu tabiî. Bu zat konuştukça anlaşıldı ki; dayı bey havanın oksijenini yakan Bir alet keşfetmiş. Hatta proje tamamen bitmiş de. Ve fakat o arada ölmüş. Evdeki tüm kâğıtlarla birlikte bu proje de kâğıtçıya satılıp, kesekâğıdı yapılmış. Ve bize muhatap olan mühendis bey, manavdan birkaç kilo meyve sebze alıp, tesadüfen karşısındaki projeyi görünce, şaşkına dönmüş. Koşup manavdan tüm kesekâğıtlarını satın almış ama nafile. Çünkü projenin ana bölümü yok. Bu zat ve bizler İki sene uğraşmamıza rağmen, projenin o önemli kısmına ulaşamadık. Bir insan bir dahinin projesini nasıl olur da kâğıtçıya satar? Böyle Bir akıl, akılların tümüne zararlıdır. Şimdi bu alet  var olmuş olsaydı, Projenin son kısmını bildiğim için şu kanaatteyim ki; muhtemelen Van’da çadırları tutuşturmadan ısınmak mümkün olabilirdi. Ayrıca bu cihazın Dünya satışı ve patenti, Ellili yıllarda Türkiye için büyük değer taşamaz mıydı?

Çanakkale şehitleri için, Gelibolu yarım adasının burnunda yapılacak Bir abide var. Ve bu abidenin üzerine, şehitlerle ilgili Bir de şiir yazılacak. İlgililer tarafından, Bir müsabaka açılmasına karar veriliyor. Eli kalem tutan, günlü de yangın kokan, her vatan perver, Bir şiir yazıp, gerekli mercie yolluyor. Bu müsabakaya Şair-i azam Mehmet Akif Ersoy da dahil oluyor. Şiirler açılıp, jüri tarafından okunmaya ve elenmeye başlanınca, Yılmaz isimli Bir subayın şiiri, diğer tüm şiirleri aşıp, Birinciliğe oturuyor. Juri ne yapacağını bilmez bilemez Bir halde. Büyük Bir sansasyon olmasın diye, Subay Yılmaz’ın şiiri kenara itilip; Şair-i azama Birincilik veriliyor. Akif’in şiirine asla söyleyecek tek sözüm yok. Ancak okuduğum için biliyorum ki; diğeri şiir değil de, sanki gökler yarılıp da; o kişiye nasip olmuş, vahî gibi Bir şey. Kimin hakkı olabilir, umuma açık Bir yarışmada, Bir genç subayın hakkını yemek? Akif olsa o jüride, asla bu haksızlığa göz yummazdı elbet. Ama bunu ne Sizler biliyordunuz, ne de Mehmet Akif ömrünce öğrenmedi elbet...

Köşkün merdiven başında ,o güne kadar hiç görmediğim, yaşlı Bir zat ile karşılaştım. Gayet zayıf ama muntazam vücutlu, ak saçlı ve ak pala bıyıklı, ama sakalı olmayan Bir zattı, karşımda duran şahıs. Kekeleyerek bana, Pederimi sordu. Kekelemesinin sebebi, sürekli böyle Bir rahatsızlığı olması idi elbet. Yoksa acz içinde olmasından değildi. Bu zatı Peder Beyin yanına götürdüm. Kendisini Şair Besim Berkman olarak takdim etti. Ve o gün Peder Beye Üç kitabını da imzalayarak verdi. Orada başlayan dostluk, yıllarca devam etti. Bendeniz Bir şair namzedi olarak, o kitapları kim bilir kaç kez okudum. Sonra kitap olarak basılmamış, yeni şiirlerini de nice kez okudum. Şair-i azam da dahil olmak üzere, ben bugüne kadar, hayatımda bu denli mükemmel Bir şiir aklı ve tavrı hiç görmedim. Şiirindeki felsefe başka dillere de tercüme edilse; kim bilir ne kadar hoş olurdu? Ve insanlar kim bilir bu mükemmel şiiriyetten ve fikriyattan ne denli müstefit olurlardı. Aranızda Besim Berkmen’i duyan tanıyan birileri var mı? Yok tabiî. Olamaz da.. Onlar abide şahsiyetlerdi. Şiirlerini meyhane köşelerinde serhoş masalarında yazıp, yine o civarlarda pazarlayamazlardı. Esasen Onlara değil; Onları tanımamakla Onları anlamamakla, cemiyete yazık oldu.

Esas işi boya badana türünden işler yapmaktı. Pederle de bu sebepten dolayı tanışmışlardı. Sonra da babamın Müzik derslerine devam eder ve hatta Pederin İstanbul radyosundaki seanslara iştirak eder olmuştu. Tambur çalardı. Solak olduğu için de, pederin tamburileri, saz heyetinin iki başında yer alırlardı. Kendisi nota bilmediği için, Yesarî Asım Ersoy’a kaleme aldırdığı, beş de eseri vardı. Her biri ayrı ve mükemmel değerde eserlerdi bu eserler. Onun da zayıf bedeni, hem taşıdığı ümitsiz aşka, hem de işinin meşakkatine dayanamayıp, verem hastalığına duçar olmuştu.. Ve Hakk’ın aguşuna çok genç yaşta uçup gitti. O mükemmel eserleri Ondan sonra kim çaldı, kim okudu?.. Hiç kimse! Çünkü çalsalar okusalar tuhaf olurdu. Pahası Dünya değer, Bir boyacının eserleri üzerine, kendi eserleri yok olurdu. Aranızda Boyacı ustası Tamburi Bestekâr Cemil Muslu’yu tanıyanlarınız var mı?

Müşavirliğini yaptığım şirketin, hiçbir işten anlamaz müdürleri, garip Bir adamı başlarından savıp, bana yollamışlardı. Adamcağız esasen, mahalle arası sobacısıydı. Ancak, değişik Bir soba imâl etmiş, bu soba için imâlatçı Bir finansör arıyordu. O sobasını yakıp da, bana fonksionlarını göstermeye çalışırken, onca kâşif, dahî, ulama arasında yetişmiş Bir budala olarak, bu mütevazı sobacının, basit ama mükemmel buluşunu, saniyesinde çözmüştüm. O sobayı bulunduğum şirketin fabrikalarında süratle yapmak mümkün olabilecekken, ben bu kâşif sobacı ile keşfini, yurt dışına postaladım. Çünkü o müdürlerle, o sanayiî  anlayışı ile iğne bile yapmak mümkün olamazdı. Sonra Dünya yıllarca o sobayı kullandı. “-Neden biz değil?” diye, ne olur bana sormayın. O sobadan evinizde varsa, o sobacı ve bana dua edin. Türk milleti karışık genleri sebebi ile yapamama, yaptırmama, çelme takma, engel olma üzerine, programlı Bir millettir. Şayet Bir taraf yapıyorsa; diğer taraf perişân olur. Gerekirse yapanı, her taraftan vurur ki; başarı olmasın. Türk ileri adım atmasın diye, elinden geleni ardına koymaz. 

OtuzBeş yıl önce, Bir iş münasebeti ile Onu Uludağ’da, karlı Bir gece yarısı, kaldığım otelin resepsionunun önünde tanıdım. Ondan sonra da arkadaşlığımız sürdü gitti. Bahis ettiğim kişi, Türkiye’nin en son ve her yönü ile mutlak kaliteli müzikholünün sahibi, aynı müzikholde kendisi de sahne alan ve de Klâsik Türk Musikisini bihakkın icra eden, Sayın ve Sevgili Zeki Çetin’dir. O müzikhol olmadığı gün, Klâsik Türk Musikisi ve o müziği icra edenler, o musikiyi ve icraatkârlarını yıllardır koruyan, piyasadaki son yapı taşını da kayıp edeceklerdir. Zîrâ Zeki Çetin, gırtlağına kadar zarar içinde olmasına rağmen, Klâsik Türk Musikisine karşı, duyduğu aşk sebebi ile bu işe devam etmektedir. Bir gün bana, eski dinleyicilerine ne olduğunu, artık neden ortada görünmez olduklarını sordu. Kendisine, O insanların öldüğünü söylerken, beynimde acı Bir sual adeta kafatasımın duvarlarına vurmaktaydı. “-Neden yerlerine kimseleri yetiştiremediler? Neden bu kültüre kimseleri varis edemediler?” diye. İnsan öz malına kendi musikisine, bu kadar uzak ve ilgisiz olur mu? Dünya’da hangi millet klâsik musikisine bu kadar yabancıdır? Bundan da vazgeçtim.  Dünya’da hangi millet kendi milli marşını bu kadar detone, falso ve çok kötü okur?!.

Peder Merhum Dünya’nın en son rebab virtüözü idi. Rebab Hz.Mevlâna’nın Hind’den Türk’e kazandırdığı Hz.Pir’in de bizzat çalmış olduğu Bir sazdır. Sabahaddin Volkan yine rebabî olan hocası, Bestekâr Eyyubî Mustafa Sunar ile birlikte, uzun zaman çalışıp didinip, esasen iptidai olan bu saza, ciddi ve yeni Bir hüvviyet kazandırmışlardır. Bu şekilde de, ziyadesi ile hırçın olan bu saz, çalıcısı için, nispeten rahat çalış pozisyonları sağlar Bir duruma gelmiştir. Dünya’daki tüm sazlar, müzik geliştikçe mecburen evrim geçirmişlerdir. Ve bu evrimi o sazlara sağlayanlara, o sazların icraatkârları medyun-u şükran kalmışlardır. Oysa yeni yetme, güya Rebab çalarlar, bu son tip rebabı ıskalayıp, eski tip rebaba dönmüşler ve bunu Bir marifet saymışlardır. Bu garabeti Dünya da hiçbir müzisyen ve çalgı çalan insan yapmaz. Bu nasıl bağnaz ve yenilikten anlamaz Bir akıldır? Bunu anlamak mümkün değildir. Bu asırda, kapısında otomobili dururken, tahtaravanla alışverişe kim gider? Gitse gitse nereye ve nasıl abdest bozulacağını bilmeyenler gider.

Ömrü boyunca Müzikten cebine Bir kuruş sokmamış ve BeşYüz civarı bilâbedel  müzisyen talebe de yetiştirmiş olan: Rebabî Sabahaddin Volkan’ın, güfteleri de kendine ait olmak üzre, Otuz kadar Klâsik Türk Musikisi formunda bestesi ve de Şair Melek Hiç’e ait güfteleri ile İki ilâhisi vardır. Onca zaman İstanbul Radyosu’nda “Rebabdan Sesler saatinde / Sabahaddin Volkan ve Arkadaşları” namı ile seansı da olmuş olan Sabahaddin Volkan: Yapı ve Kredi Kültür Sanat yayıncılık tarafından, büyük Bir özenle hazırlanmış olan, “İstanbul Radyosu Anılar ve yaşantılar ” adlı 286 sayfalık kitabın 134’üncü sayfasında “Hafif müzik orkestraları arasında, Sabahaddin Volkan ve arkadaşları,“ diye Bir tek cümleyle anılmıştır. Bundan da acısı: İstanbul radyosunda, yıllarca seansı olan Bir duayen olarak, Sabahaddin Volkan’ın İstanbul Radyosu arşivlerinde, muhtemelen seanslarına dair, hiçbir bandı da yoktur. Keza, Rebabın halk tarafından tanınması için, yine kendisinden istenerek alınmış, rebab çalarken görünen Bir fotografı, Müzik ve Müzisyenler Ansiklopedisi’nde yayınlanmış olmasına rağmen; maalesef bu Ansiklopedide, kendisi hakkında, tek Bir bilgiye dahî yer verilmemiştir. Remzi Kitapevinden 1986 yılında piyasaya sürülen, bu ansiklopedi dolayısı ile bu terbiye dışı tavır için, yazarı Vural Sözer, milletinden ve müzik aleminden, hiç mi utanmaz acaba?..

Son olarak, bilgilerinize arz edeceğim mesele, daha da vahimdir. Beyazıt camiinde, musallanın başında kılınan cenaze namazından sonra, tabutun başında İki üniversiteli genç ile Bir imam kalakaldığında: Tabutun diğer İki koluna birilerini aramak gerektiğinden, geçenlerden recacı olunmaya çalışıldığı Bir esnada ve o arada ortaya çıkmıştır ki; cenazesinde kimsesi olmayan o mevta, Mehmet’tir. Yani şair-i azam Mehmet Akif’tir... Şimdi ister tüm yukarıda adı sanı ve durumu geçenlere Bir Fatiha okuyun. Ya da kendiniz için, falsosuz Bir İstiklâl marşı okumayı deneyin...

Haydar Volkan

Çiftehavızlar: 25.11.2011

Bu yazı dizisi, başlığındaki konularla ilgili olarak, devam edecektir. Lûtfen takip ediniz. Ki; bilmediğiniz çok enteresan konulara vakıf olunuz. Hem kendinizi hem de çevrenizi tanıyınız.

 

  

 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..