Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ekim '09

 
Kategori
Anılar
 

Gavurun Kurşunu

“Gavurun Kurşunu” isimli bu öykü rahmetli Anneannem (bilinen adı Asiye nüfustaki adı Emine olan) Asiye’ye kadının hikâyesidir. Onun, hayatında karşılaşmış olduğu zorlukları ve acıları bu öyküde anlatmaya çalıştım. Aynı zamanda bu hikâye, tarih boyunca hep söylene gelen Ermenilerin Türk milleti üzerinde yaptıkları zulüm ve soykırımın bir delili niteliğindedir. Bugün bile hâlâ Ermeniler Türklerin soykırım yaptığını iddia etseler de bu hikâye aslında kimin soykırım yaptığını göstermektedir.

Anneannem artık bugün hayatta değil ama onun yaşadıklarını onu yakından tanıyan herkes bilmektedir. O her zaman çevresinde kahraman bir Anadolu kadını olarak tanınır ve sevilirdi. Kendisi uzun yaşamasına rağmen, ömrünün son yirmi yılını hasta yatağında geçirmişti. Doktorların evham dediği ruhsal hastalığından son nefesine kadar kurtulamamıştı. Hasta olduğu her anı, feryat ve figan içinde geçmişti. O ıstırap dolu anlarında, bizlere dayanamadığını söyler ve: “Beni öldüren yok mu?” diye bilinçsizce herkese yalvarırdı. Ancak onun acıları, ölümü ile beraber son bulmuştu. Oysa kendisi hastalanıp yatağa düşünceye kadar, bir kurtarıcı kahraman gibi yaşamıştı. Herkes onu öyle tanımış ve kabul etmişti. Çünkü o doktorsuzluğun kol gezdiği bir dönemde, köyünde bir lokman hekim gibiydi. Kazazedelerin kırık ve çıkıklarını düzeltip tedavi eden, yaralarına ilaç yapıp saran, doğan bebeklerin ebe annesi, kurulan düğünlerin aşçısı ve sorumlu kişisi olurdu, on parmağında on marifet olan çok çalışkan bir kadındı. O bütün bunları insanlık adına hiçbir karşılık beklemeden severek gönüllü olarak yapardı.

Herkesin derdine derman olan o büyük kadın, ömrünün son yıllarında düştüğü amansız hastalığına, kendi deyimiyle, bir deva bulamamıştı. Bazen, O hasta yatağında “Kaç kadını ölümden ve nice insanları sakatlıktan kurtardım, nice dertlere derman oldum, bir kendi derdime çare olamadım” derdi. Kimi zamanda “Gâvurun kurşunu bütün ailemi kırdı da bir beni öldürmedi, bir ben hayatta kaldım. Meğer bu günleri görecekmişim de ölmemişim, daha çekecek ne çilem varmış Allah’ım” der, ağlardı.

Anneannemin “Gâvurun kurşunu” dediği olay, kendisi daha yedi yaşındayken yaşamış olduğu katliamın acı gerçekleriydi. O bu hazin hikâyesini her zaman gözyaşları içinde anlatırdı. Bu yüzdendir ki; ne zaman bir savaş sözü duysam, savaşın soğuk yüzünü içimde daha bir acı duyarım. O duyduğum acı içimde daha da katlanır ve hüzünlenirim.

Sevgili Anneannemin bu acı öyküsü herkesin bildiği ve dedelerimizin muhacirlik dönemi diye adlandırılan, 1915–1916 yıllarındaki Rus ve Ermeni askerlerinin Doğu Karadeniz Bölgesinin Harşit Çayı boylarına kadar işgal ettiği dönemde yaşanmıştır. O dönem herkesin canını kurtarmak adına evlerini terk ederek batıya doğru zorunlu olarak göç etmeye başladığı çileli yıllardır. İşte bu zorunlu göç bizim köyümüz, Karademir (İregür) Köyünde de başlamıştır. Anneannem, o zaman Yusufoğlu ailesinin ileri gelenlerinden ve çarıkçılıkla uğraşan Şaban’ın torunu, hacı Talip’in kızıdır. Dede-oğul ve torunlarından oluşan, on kişilik ailenin göçe katılmaları çok güçtür. Çünkü yaşlı ve şişman olan Şaban dedenin yürüyebilmesi imkânsızdır. Hatta dede, atla götürülmek istense de bineceği at onu taşıyamamış ve bu yolda başarısızlıkla son bulmuştur. Dede oğluna: “Sen çocukları al ve git ben ananla kalırım, onların hayatını olsun kurtar.” diye yalvarsa da oğlu bunu asla kabul etmez. Zamanında görevli olarak hacca gitmiş, görmüş, geçirmiş, dindar olan ve maneviyata değer veren oğlu anasını babasını yalnız bırakmamak adına çocuklarıyla beraber köyde kalmaya karar verir. Ne olursa olsun, hep beraber olacaklardır. Mevsim sonbahardır ve herkes köyü terk etmiştir. Köyde yalnızca bazı erkekler vardır; ama onlarda düşman askerlere görünmemek için kaçak olarak etrafta dolaşmaktadırlar. Bir tek aile olarak anneannemler köyde kalmışlardır. Her geçen gün askerlerin çok yaklaştığı söylentileri artmaktadır. Anneannemin babası her ihtimale karşı beyaz çarşaftan yaptığı, barışı simgeleyen bir bayrağı evin damına asar ki olası bir saldırıyı önlemek ister. Sıkıntı dolu bekleyişle geçen, günlerin birinde evlerine baskınların ilki yapılır.

Rahmetli Anneannem o günleri kendisi şöyle anlatırdı: “O zaman evleri siyah ve beyaz üniformalı iki çeşit askerler dolaşırdı. Bu askerlerin, siyah üniformalı olanlarının Ermeni askerlerinin olduğu, beyaz üniformalı olan askerlerin de Rus askerleri olduğu söylenirdi. Rus askerlerine göre Ermeni askerleri insanlara karşı daha zalim davranıyorlardı. Evimize yapılan ilk baskında bir grup Rus askerleri geldi, evde asker var mı, diyerek arama yaptılar. Giderken de babamı tartaklayarak yanlarında götürdüler. Bizler peşinden gözümüz yaşlı bakakalmıştık ve hiçbir şey yapamamıştık. Babamın o hali gözümün önünden hiçbir zaman gitmez ve bu bizim onu son görüşümüz olmuştu. Artık, evde babasız kalmıştık korkumuzdan dışarı bile çıkamıyorduk. Ahırdaki hayvanlardan bile zor haber alıyorduk. Yine günün birinde bir gurup siyah üniformalı askerler aniden evimize girerek tüfek ve süngülerle saldırmaya başlamışlardı. Ben o anda beşikteki kardeşimin arkasına gizlenmeye çalıştığımı hatırlıyorum, bayılmışım. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum uyandığımda etrafımda bir kaç inilti dışında hiç ses yoktu. Beşikteki bebek de dâhil herkes bir tarafa yayılmıştı. Kimseden ses seda çıkmıyordu. Sadece Saliha, Hacer ve Kazım Abim yaralıydı. Öyle ki karınları dışarı çıkmış ve delik deşik bir vaziyette yatıyorlardı. Arada “Su! Su!” diye inliyorlardı. Hacer Ablam, ayağa kalkmak istemişti, ama kalkamamıştı. Kapının önüne yığılı kalmıştıı. Bu arada ben de sol omzumdan yaralanmıştım arada bir sendeliyordum. Arada da, ablalarıma su ve süt vermeye çalışıyordum.

Artık kazım abimde susmuştu. Ölmüştü ama ben onları uyuyor sanıyordum. Bir ara birkaç beyaz üniformalı asker yine evimize gelmiş ne dediklerini bilmediğim bir homurtuyla süngülerini bana ve ablama yönelttikleri sırada ablam, “Be askerler biz size ne yaptık, biz zaten ölüyoruz bu çocuk size ne yapabilir?” diye ağlayınca o gâvurlar ne dediğimizi anlamış gibi merhamete geldi de silahlarını indirerek geçip gittiler. O gün askerlerden kaçak yaşayan amcam bizden haber almak için eve geldiğinde korkunç manzarayı görünce; “Size böyle ne yaptılar?” diyerek ne yapacağını şaşırdı. Bir yandan da askerler yine gelirler diye korkuyordu. Yaralı olan Saliha ablam amcama, “Amca bizim yaramız ağır, çok yaşamayız ama Asiye’nin (Anneannem) yarası önemli değil onu yanında götür, burada yalnız kalamaz” dedi. Amcam da; “Şu anda her taraf asker kaynıyor şimdi götüremem, ama gece gelir alırım” diyerek yanına biraz ekmek ve birkaç giyim çarık alarak evden çıkmıştı ki, dışarı çıkar çıkmaz dışarıda bir kıyamet kopmuştu. Amcamın dışarıda askerlerle karşılaştığını anlamıştık. Ben korkudan hemen ölülerin arasına yatmıştım, maksadım ölü taklidi yaparak canımı kurtarmaktı. Gürültü sesleri kesildikten sonra tekrar ayağa kalkabilmiştim. O geceyi evde geçirmiştim, yine aynı gece Saliha Ablam da ölmüştü ve amcam da beni almaya gelememişti.

Ertesi sabah uyandığımda ahırdaki hayvanlar bağırıp duruyordu. Hemen ilk iş olarak hayvanları dışarı salmak için yavaşça dışarı çıktım. Hem korkuyor, hem de gidiyordum. Ahır kapısına geldiğimde, burada, amcamın giderken yanına aldığı ekmek ve çarık çıkınına rastladım. Belliydi ki amcam, aldıklarını askerlerden kaçarken düşürmüştü. Ben, hemen ahırdaki bütün hayvanları dışarı saldım. Artık hayvanların nereye gidecekleri önemli değildi. En azından, açlıktan bağırmayacaklardı. O günüm de evde asker korkusuyla geçmişti. Ne zaman askerlerin geldiğini duysam ölülerin arasına yatıyordum ve onlar süngüleriyle sağ olan var mı, diye ölüleri yokluyorlardı. Bu yoklamalara benim bedenim de maruz kalıyordu, ama bunlara rağmen Allah’tan sağ olduğumu anlamıyorlardı. Korku içinde, bir gün daha akşam olmuştu. Evde ne süt ne de ekmek kalmıştı. Hacer Ablam; “Su! Su!” diye inliyor, bağırıyordu. Artık evde su da bitmişti, bana; Git pınardan su getir” diye yalvarıyordu. Pınar evden yaklaşık olarak iki yüz metre aşağıdaydı ve gece gitmeye korkuyordum. Sonunda ablamın feryatlarına dayanamayarak su kabıyla pınara gitmek için evden çıktım. Etraf çok karanlıktı ve çok korkuyordum. Mısır tarlamızın kenarından aşağı yavaş yavaş gidiyordum ki tarladan gelen gürültülü bir ses duydum. Korkudan hemen yere çöktüm. Ellerimle başımı tutarak olduğum yerde saklanmaya çalışıyordum. Bir hışırtı sesinin arkama yaklaştığını duyuyordum, ama kıpırdamıyordum. Tam ensemde sabah dışarı saldığım yavru tayımızın kişnemesini duydum. Duyduğum korku birden sevince dönmüştü. Sanki bana, korkma ben buradayım, dercesine beni koklayıp duruyordu ve bu sayede bütün korkularım gitmişti.

O gece ondan aldığım güçle ablama su taşıdım. Sonunda, sabaha karşı ablam bana: “Gel artık sen de yat, seni de bunalttım, daha su istemiyorum, gel sen de yat artık” deyince ben de yattım. O sabah uyandığımda güneş epeyce yükselmişti. Hacer Ablama baktım hiç ses vermiyordu. O da ölmüş ben tamamen tek kalmıştım. O zaman ben ölümün ne olduğunu bilmeyecek kadar küçük olduğumdan günlerce onların uyanmasını beklemiştim; ama günlerce uyanmamışlardı. Evde yiyecek adına hiçbir şey kalmamıştı ve ne yapacağımı bilemiyordum.

Bir gün, yanıma birkaç parça giyecek aldım, evde saklı bulunan paradan da bir miktar para alarak başörtümün ucuna bağladım, küçük yavru köpeğimizi de yanıma alarak yola koyuldum. Beni sahile götürecek olan yolu takip etmeye başladım. Ne de olsa, herkes gittiği yere oradan gitmişti. Hem gidiyor hem korkuyordum, etraftaki evlerde kimseler yoktu ve evlerin kapıları kapalı olmasına rağmen bir insan, bir tandık görebilmek için etrafı dikkatle inceliyordum ama kimseyi göremiyordum. Köyün bugünkü Mehdili Mahallesine girmiş gidiyordum ki ileriden bir bağırma sesi duydum ve olduğum yerde durakladım. Sonra, yine ağır ağır gitmeye başladım, o sesi merak etmiştim, yine aynı mahallede bulunan bugünkü caminin hemen ön tarafında birkaç askerin çıplak bir adama işkence yaptıklarını görünce çok korktum, elim ayağım titreyerek hemen geri döndüm ve oradan ayrıldım. Köpeğimin bir havlaması bile beni ele verebilirdi, ama sanki o da olan bitenlerin farkındaydı ve hiç bir ters hareket yapmıyordu. Oradan uzaklaşarak tekrar eve geldim ve o geceyi de evde aç geçirdim. (Yıllar sonra, bu işkencenin olduğu yerde insan kemiklerinin bulunduğunu duyacaktım.)

Ertesi sabah uyandım, yine köpeğim peşimde yola koyuldum. Bu sefer beni güneye doğru götürecek olan yolu takip etmeye başladım. Nereye gittiğimi bile bilmiyordum ve evden o kadar uzaklaşmıştım ki, artık geri dönsem belki de evimi bulamayacaktım. Bugünkü, Hacı Hüseyin Köyü ormanlarına ulaştığımda burada düşman askerlerinin cephaneliğine rastladım. Çalılıkların arasında sandıklarda saklı silahlar vardı. Allah’tan o anda askerler oralarda yoktu. Hemen oradan uzaklaşmak için hızlı bir şekilde ormanın içerisine doğru gittim. O gün ormandan çıkamadan akşam olmuş ve karanlık çökmüştü. Gecenin karanlığında bir ağacın dibine kıvrılarak oturdum. O gece uyur uyanık vaziyetteydim. Köpeğimi yanımdan bir şey bağırtarak alıp götürmüştü, ama korkudan hiçbir şey yapamamıştım. Güneşin ilk ışıklarıyla yine yola koyulmuştum, biraz ileride köpeğimin parçalanmış ölüsüyle karşılaştım. Artık, hayattaki tek yoldaşımı da kaybetmiştim. Korku ve üzüntü içinde yapayalnız giderken ileride birtakım sesler duydum ve çok sevinmiştim. O kadar mecalsiz ve güçsüzdüm ki kimseye seslenecek halim yoktu. Sesin geldiği evin bahçesine gelince, olduğum yere oturdum. Güneş, bana öyle vurmuştu ki iyice kendimden geçmiştim ve uykum gelmişti. Günlerdir de hiçbir şey yememiştim. Zaman zaman beni kolumdaki yaranında sıtması tutuyordu.

Yine böyle bir anımdaydım. Ben orada otururken evin gelini mi kızı mı bilemediğim genç bir bayan beni görünce hemen yanıma gelerek bana neyin nesi olduğumu ve nereden geldiğimi sormuştu. Benim aç ve yaralı olduğumu anlayınca beni eve götürmüştü. Evde, ihtiyar bir dede ve nine de vardı. Sonra genç kadının evin gelini olduğunu öğrendim. Beni çok güzel karşılamışlardı, bu aile şimdiki Hacıhüseyin Köyünde Ağasaroğulları (asallo) denilen bir aileydi. Evin gelini karnımı doyurmuş ve beni yıkamış, üzerimi değiştirmiş ve yaramı temizlemişti. Başımdan geçenleri anlattığımda çok üzülmüşler, beni gözyaşları içinde dinlemişlerdi. Burada da aynı korku ve endişeler vardı. Herkes tedirgindi. Evin gelini askerlerin baskın yapması endişesi ile gündüzleri genelde ormanda saklanıyordu. Onun evde olduğu bir gün askerler gelmiş eve baskın yapmışlardı. Evdeki ihtiyar kadını ve kocasını evden dışarı atmışlardı, beni de çıkarmak istiyorlardı, ama ben genç kadının eteğine yapışmış bırakmamak için direniyordum. Bu direniş karşısında askerin biri beni kolumdan tutuğu gibi kapıdan dışarı fırlattı. O anda başörtümün ucundaki paralar ses çıkartınca hemen askerin biri yanıma gelerek paraları yerinden çözüp almış, beni iterek içeriye girmişlerdi. Askerler evde tuttukları geline her türlü işkenceyi yapıyorlardı. Onun feryatları karşısında ihtiyar dede ile nine kendilerini yerden yere atıyorlar, gözyaşları içinde ağlıyorlardı.

Askerler gidince, yaşlı kadın bana, “Bak yavrum bizim halimizi görüyorsun, sen bizim yanımızda emniyette değilsin su ilerideki tepenin ardında bir mahalle var, orada fazla kimse göç etmedi, şu yolu takip edersen oraya varırısın ve senin için orası daha iyi olur. Hem de açlık sorunun olmaz bizlerin ne olacağı belli değil” diyerek beni gözü yaşlı uğurladı. (Yine yıllar sonra bu gelinin kendi canına kıydığını duyacaktım.) Ben ürkek ve çekingen bir halde yine yola koyulmuştum, uzun bir yürüyüşten sonra gösterilen tepeye ulaştım tepeden aşağıda biraz uzakta birkaç ev görünüyordu. Çok sevinmiştim ve umutla yürüyordum.

Karşıma ansızın genç bir kadın çıkmıştı. Beni görünce hemen yanıma gelerek, şaşkın bir şekilde: “Yavrum sen nerden geldin, kimin nesisin? Pek buralılara benzemiyorsun” deyince, ben de başımdan geçenleri ona da anlattım. Kadın beni dinledikçe gözyaşlarını tutamıyor, ağlıyordu, bir yandan da, “Ah yavrum, ah yavrum!” diye bana sarılıyordu. Sonra bana, “Kızım ben şimdi ormana saklanmaya gidiyorum, akşam geleceğim, şu bizim eve git, yalnız benim gönderdiğimi söyleme. Evde yaşlı kaynanamla, kaynatam var, kaynatam biraz huysuzdur bağırıp çağırabilir, sen aldırma, ama kaynanam iyidir. Eğer kaynatam seni kovacak olursa sakın bir yere gitme, kapıda beni bekle, ben akşama geleceğim, o zaman seninle ilgileneceğim” dedikten sonra ormana saklanmak için yanımdan uzaklaştı.

Ben, kadının gösterdiği evin kapısına gittim, bir kanara oturdum. Nasıl karşılanacağımı bilemediğimden kapıyı çalmaya çekiniyordum. Biraz sonra yaşlı kadın evden dışarı çıkmış beni görmüştü. Benim nereden geldiğimi ve kimin nesi olduğumu öğrenmek için beni soru yağmuruna tutmuştu. Hikâyemi dinledikten sonra, çok üzülmüştü ve bana, “Sen oralardan buralara nasıl geldin?” diyor, bir yandan da korkusundan, “Bey bey bak buraya bir çocuk gelmiş, bütün ailesini askerler öldürmüş” diye çağırıyordu. Biraz olsun, kocasını yumuşatmaya çalışıyor gibi bir hali vardı. Kocası da basmıştı narayı, “Nasıl çocukmuş? Burayı nerden biliyormuş? Biz yemeye ekmek bulduk da bir çocuk kaldı, o çocuğu nereden buldunuzsa oraya götürün!” diye bağırıyordu. Kadın; “Yapma Bey nereye gider? Onun yiyeceğinden ne çıkar? Bir kaç gün olsun kalsın” diye yalvarıyordu; ama nafileydi. Adam, Nuh diyor peygamber demiyordu. Akşama doğru adam zor da olsa biraz olsun yumuşamıştı. Ama adamın homurtusu bitmiyordu. Bu yüzden orada kaldığım ilk günler ondan hep çekinmiştim. Evini bana gösteren gelin ve diğer kadınlar saklandıkları yerde askerlerin baskınına uğramışlar. Gelin oradan kaçarken bacağı kırılmış vaziyette eve dönmüştü.

Burada da kimse rahat değildi. Askerlik çağındaki gençler hiç evlere uğramıyordu. Herkes can siparane vatan savunması için evlerinden gitmiş, her biri bir vatan köşesine dağılmışlardı. Evlerde, genelde ihtiyar ana ve babalar, gelinler kızlar ve çocuklar vardı. Artık, yer olarak Boğalı Köyü civarında İmatlı mevkiinde bu ailenin yanındaydım. Yaşlı adam da zamanla bana iyi davranmaya başlamıştı. Kimi zaman da karısına: “Bu Asiye’nin ailesi epey bir aile gibi, baksana babası hacca bile gitmiş. Dediği gibi ailesinden kimse kalmadıysa bunun yeri yurdu da vardır, biz bunu bakalım” dediğini duyduğum oluyordu.

Bu ailenin yanındayken o civarda Poşuloğullarından bir şahıs hikâyemi duyunca babamı çok iyi tanıdığı için, beni kendisi yanına alır. Halam beni bulana kadar bu ailenin yanında kaldım.” diye anlatırdı anneannem yaşadığı o acı günleri. Anneannemi halasının bulması da ayrı bir hikâyedir. Hala, baba ocağında bıraktığı ailesinin başına gelenleri ilk duyduğunda köye gelmek için Tirebolu’ya kadar gelse de Harşit Çayı’ndan ötede kalanların durumlarının iyi olmadığını ve her tarafta düşman askerlerinin kaynadığını duyunca geri dönmek zorunda kalır. Nihayet, köylerinin işgalden kurtulmasıyla muhacirliğe giden herkes gibi onlarda muhacirlik döneminden sonra evlerine döneler. Hala, kocasıyla beraber köye gelir gelmez ilk olarak baba ocağına gelir. Burada gördüğü manzara korkunçtur. Her taraf kemik parçalarıyla doludur ve her biri bir tarafa dağılmış vaziyettedir. Sadece saçları kınalı olan anasını saç örüklerinden ve çok cüsseli olan babasını kafatasından tanır. Diğerlerinin kemikleri etrafa dağılmış, kimlere ait olduğunu anlayamamıştır. Hala, aynı zamanda Hoca olan kocasıyla beraber gözyaşları içinde kemikleri toplayarak mezarlığa gömerler. Ama bir şey vardır ki halanın içine aileden birinin yaşıyor olabileceği kuşkusunu doğurmuştur. Çünkü evde bulunan kafa kemikleri eksiktir. Bu da halayı umutlandırmaktadır. Kocası da kemiklerin kaybolabileceğini söyleyerek boş umuda kapılmaması yönünde telkinde bulunsa da hala umutludur. Ayrıca, halanın erkek kardeşi Anneannemin de amcası ailesinin başına gelenleri gördüğünü ve bir tek Asiye’nin yarasının hafif olduğunu, ancak yanında götüremediğini, daha sonra eve geldiğinde onu evde bulamadığını anlatmıştır. Bu durum anneannemin yasıyor olabileceği ihtimalini güçlendirmektedir.

Daha sonraları Hacihüseyin mahallesinde (bugün köy olan) halanın yeğenine uyan bir kızın bir süre kaldığı yönünde duyumlar da alınır. Ama akıbeti bilinmemektedir. Hala, karmaşık duygular içinde olduğu bir dönemde, bir gece rüyasında baba evinin kapsında yeşil bir sandık görür. Kendisi bu sandığı evin içine koymak ister, ancak sandığı eve koymasını engelleyen yabancı insanlarla mücadele etmektedir. Büyük bir uğraştan sonra sandığı eve koymayı başarır. Hala sabah uyandığında rüyasını kocasına anlatır ve “Bey bu rüyam yeğenimin hayatta olduğunu gösteriyor, erinde sonunda o bu evine dönecek” der. O da, “Keşke hanım, inşallah” der. Hala ve kocasının da yedi tane çocuğu çeşitli hastalıklardan ölmüş ve hiçbir çocukları yaşamamıştır. Biraz da bu yüzden kardeşinin zürriyetinden bir çocuğun olmasını çok istemektedirler.

Görülen bu rüya üzerine hala dört bir yana haber ulaştırarak yeğenini aradıklarını duyurur. Bir zaman sonra Boğalı Köyü civarlarında, İmat’lı mevkiinde aradıkları özelliklerde bir kız çocuğunun olduğu haberini alırlar. Bunun üzerine hala ve kocası, köyden de birkaç kişiyi yanlarına alarak söylenilen yere giderler. Hala çok mutludur ve oraya vardıklarında yeğenini büyümüş olmasına rağmen tanımıştır. Aradan üç yıl üç yıl geçmiştir. Ancak, yeğeni halasına iyi davranmaz, çünkü kendisine bakan aile tarafından gitmemesi yönünde tembihte bulunulmuştur. Halasına, “Ben seni tanımıyorum, benim ailem hep öldü, babamı askerler götürdü ve benim halam da yok” der. Onlarla eve dönmeyi kabul etmez. Aile de zorlayamayacaklarını, kendi isterse gidebileceğini ama ne zaman isterlerse görmeye gelebileceklerini söylerler. Hala, çok üzülür gözyaşları içinde evlerine dönerler. Hala çok şaşkındır, her gün ağlamaklıdır. Ne yapacağını bilemez bir şekilde yeğeninin evinden uzakta yabancılar içinde olmasına üzülmektedir. Sonra onu eve döndürmek için bir plan yapar ve bir süre sonra yeğenini görmek maksadıyla ziyarete giderler. Yeğenine, “bak yavrum babandan mektup geldi, eve dönüyormuş, senin için de ben gelene kadar eve dönsün diyor” deyince, babasından mektup geldiğine inanan anneannem, “Tamam gidelim” der. Tabi ki, bu mektup yeğeni eve döndürmek için bir yalandır. Bu yalanı da anneannem eve döndükten sonra anlamıştır. Böylece anneannem baba ocağına dönmüş olur. Halası, anneannemi bir evladı gibi bağrına basıp büyütür. Hala-yeğen olmaktan ziyade ana-kız gibi olurlar. Anneannem evlilik çağına geldiğinde, kendisi gibi annesiz babasız büyüyen sonradan bu köye sonradan yerleşmiş olan dedemle (tomo İsmail’le, bu arada bu bildiğimiz tomo İsmail ağa değil) evlenilir. Anneannem halasının kocası ölene kadar onlardan ayrı yaşar ve eşinin ölümüyle onların yanına gelir, son nefesine kadar onlarla yaşar.

Halayı ben bile hatırlıyorum. Adının Hatice olmasından dolayı ona Hacce Ana derdik. Masmavi gözleri, kınalı saçlarıyla çok tonton bir nineydi. Çevresindekiler tarafından çok sevilen ve sayılan bir kadındı. Yüz on yaşına kadar yaşamıştı. Bu Hacce ninen aile içinde ona ait söylenen çok güzel sözleri vardır. Ayrıca Anneannem’den önceki köyün lokman hekimi odur. Anneannem bütün hünerlerini ondan öğrenmişti. O yaşlanınca mahalli hekimliğe dair ne varsa anneannem vazife edinmişti. O da bu vazifesini kendisi hastalanıncaya kadar devam edebilmişti. Sonunda, anneannem de 89 yaşında baba ocağında vefat etmişti. Ama onun hikâyesi, vefakârlığı ve saygınlığı hâlâ dilden dile dolaşmaktadır.

EMİNE USTA
 
Toplam blog
: 5
: 522
Kayıt tarihi
: 28.09.09
 
 

1969 Giresun’un Tirebolu dogumlu, eğitim durumu saglık nedenlerinden lise terk, Emine Usta resim ve ..