- Kategori
- Öykü
Gemiler gitmişti...

GİDERLER ZATEN ...
Gitmişlerdi. Öyle dedi birisi. ''Giderler zaten'' diye de ekledi. İnanmadım. Geceliğimin üstüne kalın bir hırka alıp limana koştum. Çok sert bir rüzgar vardı. Hava raporlarında saatteki hızı bilmem kaç şu kadar diye söylendiğinde insanı açık pencereleri kapattırmaya koşturan cinsten.
Böyle rüzgarlarda ben hemen kapatmam pencerelerimi. Rüzgarın o ıslıklı sesi arasında iniltiler duyarım. Ya da bu iniltileri açıklayan fısıltılar… onlar benim beynimin ürünüdür çoğu kez; aldanmam. Ama bazen başka bir şey olur.
Odaya bir zorba gibi giren o hava akımına tek kişilik solukların da takıldığını hissederim. Ağları temizleyen bir balıkçı gibi onları ayıklarım. Yorgun ve bulundukları yeri yadırgayan, köşeciklere, duvar diplerine, çiçeğini yeni açan bir saksının güvenli gölgesine sığınmak isteyen soluklara ben de bir iç çekişi yollar, onları rahatlatırım.
Rüzgarlara böylesine meraklı olduğum için hepsini tanırdım. Bu poyrazdı. Poyraz sert ama dürüst bir rüzgardır. Lodos gibi sinsi değildir. Yanında ne varsa hepsini sırtlanır gelir. Lodos ise ılık esintilerle gelir; yumuşak devinimlerini bizim mimiklerimizin içine kadar yerleştirir; dünyanın tehlikesiz, sokakları hep bir yerlere çıkan, tünelleri olmayan masum bir yuvarlak olduğunu anlatmak istercesine yanaklarımızı okşar; gülüşlerimizi sabitlemek ister. Tıpkı bir fotoğraf makinesinin karşısında sonsuza kadar aynı tebessümle durursa hiç yaşlanmayacağını düşünen biri gibi iyi niyetli olmamızı bekler bizden. Deneyimli biriyseniz onun sizin acılarınızı hafifletmek gibi bir düşüncesi olmadığını anlarsınız. Acılarınız onun umurunda değildir. Onun ılık gövdesinde kendine ihanet etmiş bir sıcak ve bir de soğuk vardır. Yüreği pelte gibidir bu yüzden. Bizim bilmediğimiz bir dünyaya yığılmış; serilip yatmış, iki atışı arasına dünyanın hiçbir acısını koymadığı için, kapısının eşiğinde beliren tüm acıları ''benden sonra tufan ''dercesine ardında bırakmıştır.
Bir tek deniz anlar onun ne kadar sinsi olduğunu. İnsanlara bir şey söylemek ister gibi, ya da bu ılık ''şey'' den hiç hoşlanmadığını haykırır gibi kendini kaldırıp koca koca dalgalarla sahillere vurur. ''Aldanmayın siz bunun yumuşak dansına, der. ''Saçlarınızda dolaşan o eşsiz figürleri ta asırlar önce Salome’den öğrenmiştir bu rüzgar. Onun her adımında bir ihanetin kapılar altından süzülen irinli gövdesi yaklaşır size. Ardındaki ya kapkara bir soğuk ya da kardır. Lodoslara güvenmeyin; hiç mi lodos gibi insanlar tanımadınız; hiç mi daha damağınızdayken acısını belli eden zehir gibi ihanetleri tatmadınız? ''
Ben poyrazın sert tokatlarına aldırmıyordum bu yüzden. Hem beni neden cezalandırmak istesin ki? Ben ona hep güvenmiştim. Hangi öğüdünü tutmamıştım; söyleyemezdi. Bu iskeleye bile indiysem içim rahattı; bir güven tazelemesi olacaktı bu koşuşturmam. Tamam; lodoslu havalarda da büyük önlemler almamıştım ama, poyraza benzeyen özü sözü doğru insanları çok uzaktan bile tanırdım. Çekingen bir insanımdır. Onlarla dost olamadımsa günahı benim boynuma. Ama ne yalan söyleyeyim, poyraz insanlarda da bir bilge sabrı yoktu hani. Herkesin gerçekleri algılaması bir poyrazın deniz üstünden geçişi gibi hızlı olamazdı ki. Sonra laf aramızda bu poyraz bir gün, birdenbire uzaktan gelen siren seslerine kapılmamış olabilir miydi ? Odisseus bile evine dönerken bu seslerle gemisini rotasından çıkarmıştı; bilincinin derinliklerine kadar inen bu sesler onu adaya çekmiş, unutuşun bütün iksirlerini yeni bir hayat suyu içirmişti. Ne kadar sert olursa olsun, bütün bir evreni dolaşan poyraz sirenlerin şarkılarına kendi ıslıklarını katmadan yoluna devam edecek kadar duygusuz olamazdı. Ama yine de ona güvenim tamdı. On üzerinden on. Karayel bile onun yanında felaketler yüklenmiş, tarihe çoktan karışıp gitmiş; ama fizik yasaları icabı kaybolmadıkları için bu güne dökülen nefesler ve iniltiler çağlayanıydı. Benim poyraza gelince o fırsat buldukça limandaki gemilere uzaktaki fırtınaları haber vermişti; kendi türüne ihanet ederek. Hatta evrenin bizim hiç bilmediğimiz gizli mors alfabesiyle onlara öte denizlerdeki girdapları da anlatmıştı; eminim. Onların sahilden bir mil bile uzağa gitmesine izin vermemişti mutlaka.
Bu yüzden başımı kaldırıp hiç bakmadım. Gemilerin halatları iskele babalarına bağlıydı. Demek ki hepsi buradaydı. Şimdi başımı kaldırıp baksam, sanki poyraz gibi olan tüm insanlara da hiç güvenmemiş olacaktım. Nasıl da kırılırlardı kim bilir. Bu çelikten insanların sizi terk ettikleri zamanlardaki kararlılığı ve acıları kaya gibi dirençlidir bütün dönüş çağrılarına; denedim, bilirim. Sadece sanki ruhlarının biçimiymiş gibi beliren ve yanlarında akıp giden gölgelerinden hissedersiniz ne kadar yıkıldıkların. Sürüklenen bir gölge, tüm fizik ve ışık kurallarını boş vermiş gibi çok uzaktaki yabancı bir duvarın dibine düşer birden. Bir ruhun son kaçış noktasıdır bu sanki.
Ufuk solgundu belli ki. O denli yoğun bir sis vardı ki, ancak hayal ederek yürüyebilirdi insan. İskeleye çarpan dalgalar kurşuni renkteydi. Çer çöp içindeydi hepsi. Ama deniz bu. O kendini temizler. Mutlaka arınır. Derinliklerinde sakladığı temiz su akıntıları kirli suları götürüp ıssız sahillere atar; deniz o zaman deniz gibi kokar.
Bir çocuk bana denizi sorsa o şu bitimsiz evrenin su yüzüdür derim. Gerisini kendime izah ederim. Evrenin kara yüzündeki sırlar çoktan kalıplara dökülmüştür de, su yüzünü hiçbir kalıba dökemezdiniz. Bir dalgalık ömrü olur bazen denize dair felsefelerin. Acımasızdır deniz sınırları belli akıl yürütmelere. Gece olunca yakınlarda bir yerdeyseniz deniz gelip sizi bulur; ayağınız karadayken bir bakarsınız kollarınız iki kürek gibi hareketlenmiş, hep su alan kayık gövdenizi
git –gel lerin en güçlü gel- i çekiyor suların ve bilincinizin birleşebildiği derinliklere. Deniz sandığınızdan daha derin olabilir; ona bakarken dalıp gidersiniz. Gece olunca denizin her görüntüsünde bir hikaye bulup sayfaları çevirebilirsiniz.
Bazen balıkçı sandalları gökten düşmüş birer yıldız gibi sade, sabırlı ve artık balıktan öte bir şey istemeyen bir bilgelikle ağır ağır sallanırdı; ben de keyiflenirdim; yalnızlık insanın keyiflenmesine engel değildir. Bunu ben iyi bilirim işte. Dileyen olursa tartışırım hatta. Bana yalnızlıklarıyla gelsinler ama. Bu oyun hile kaldırmaz. Ben kalabalık molası yalnızlıklardan haz etmem. İnsanın bedenini dinlendirir o bir başına köşelere çekilmeler.Beyinleri bıraktıkları yerdedir. Beyinler mola vermez bu yalnızlıklarda. O insanlar için bir sigortadır bu. Çünkü bizim gibi sigortası atmış karanlıklarda kendi otağını kuranlar gibi kendi ışığını yakmak zordur. Ateşi icat etmelisin yeniden. Küllerden geriye giderek sürtündükleri zaman kıvılcım çıkaran iki tahta parçasını bulmaya belki de ömrün yetmez. Tahta parçacıklarından bir meşale yapmak istediğini çabuk anlar çevredeki avcılar. Rutin denen çark tehlikeye girince her yanını rutinin acımasız muhafızları sarar. Haklıdırlar belki de. Herkes ışık yakamaz ki. Herkes ateşi alışılmış biçiminden başka bir şekilde bulamaz ki. Ateş olamayan su da olamaz ne yazık ki. Çocuk sorarsa herkes deniz midir diye, cevabım hazır. Güneşi yansıtan, geceleri yakamoz denen o esrarlı rüya aydınlıklarıyla bize kendi iç dünyamızdan iletiler yollayan deniz olabilmek için insanın pek çok derinlikleri öğrenmiş, bir o kadar da vurgunlar yemiş olması gereklidir. Bilinç altının olta girmemiş, çapa atılmamış bir yerleri olması ve düşlerdeki okyanuslara giden özgür akıntıların bir yol arkadaşı gibi hissedilmesi gerekir. Yakamozlar bir ışın değil, en dipteki magmadan gelen bir aleve benzemelidir. Su ve alevin imkansız aşkı senin tutkularını da beslemelidir.
İskele babalarına bağlı halatlara dikmiştim gözlerimi. Demek ki gemiler çok yakındı aslında. Gergin değildi halatların hiç biri. Sis arada bir açıldığında görebiliyordum halatları. Bir büyük acı sonrası gibi kendilerini bırakmış olduklarını görebiliyordum yani. Yahut onurlu mağluplar gibi , onlara yapışıp, kendisini bırakmaması için arsızca yalvaran hayata karşı lanetli bir başkaldırı içindeydiler de kimse fark etmiyordu. Yerlerini terk etmeden kaderin son hükmünü bekleyen mağluplar vardır hala bu gezegende. Bizim gözümüz galipleri görür; zorbalıklarından soyutlandıklarında geriye bir şey bırakmayan galipleri biliriz. Onların matematiğindeki basit rakamları bütün abaküslerimize alırız da mağlupların en zor ve bilinmeyeni çok olan denklemlerine yanaşmayız.
Görmedim ama hissederim. Rüzgarlar bu kadar güçlü olabilir miydi, mağlupların hayatın tümünü ciğerlerden boşaltacak kadar güçlü ve cesur solukları aralarına karışmasa.
Halatların öteki ucu sulara gömülüydü. Demek ki gemiler aslında burnumun dibindeydiler; eskisi gibi. Eski günler anı olmayacak kadar yaşanmışlık içinde kalıyordu onların sayesinde. Zaman yanlarından geçip gitmişti: onlar zamansız ve sadece bana ait olan bir yerdeydi. Benim zamanımın içindeki bir yerde. Bu gemiler demir atmıştı bu limana; sonsuz değildi hiçbiri; bunu bilmeyecek kadar budala olmayı kabul edemem. Bir gün gideceklerdi elbette. Ama böyle beklenmedik bir zamanda, hiç düdük çalmadan, uzun uzun ötmeden, gökyüzüne ağır bir duman salmadan. Kaçar gibi; daha berbat bir deyimle sıvışır gibi.
Ellerim iki yanıma sarkık, zavallı bitik gölgem dalgaların üstünde belki, batık bir gemiden son anda kurtulan bir hayalet gibi sularda çırpınırken sıvışmak kelimesinin kahramanları katıla katıla güleceklerdi duruma uygun olarak. Bu kadar aldanmış olmak sadece tanrı için geçerli olabilirdi. Ben değil o yarattı milyar kere milyar insanı. Benim yarattıklarım sayıca o kadar az ki. İhtimal hesaplarına göre tanrıdan daha şanslıyım.
Hem bu havada demir almak kolay mı ? O çapanın sulardan çıkışı, paslı gövde üstünden ince mavi damarlar halinde denizin süzülüp akışı, bir denizin bu kadar aza indirgenip, vedasız bir kaçışın birkaç damlaya sığması, üç beş midyenin kopup sularda başka bir yer araması, yosun saçların ayrılık acısıyla iki yana hüzünle sallanması…Gemiler bunu düşünürdü elbet. Gemi dediğiniz kendi yüklerinden gayrı sizin yüklerinizi de taşır aslında. Bu yüklerle yüzerler uzak sularda. Karnı şişmiş bir gebe kadın gibi beklerler durdukları limanda. Bilirler ki size vardıkları her büyülü zamanda sizi doğuracaklardır köpüklerin arasından.
Hem batma tehlikesi de yoksa artık niye sizin ağırlıklarınızı atsınlar; içiniz rahat etsin. Büyük dalgalarda savrulmazlar bile sayenizde. Olur a bir kayaya çarpıldığında, yolcular tahlisiye sandallarına kendilerini attıklarında sizin birkaç parça eşyanızı, emanetinizi teslim ederler onlara. Unutulmaktan hiç hoşlanmadığınızı bilir gemiler.
Halatlara yaklaştım. Kalın halatlar. İskele babasına sarılı. İskele babalarıyla bu kalın halatların böyle sarılmaları bana çok yaşlanmış, ama gençliklerinde birlikte savaşmış, güçleri hala yerinde kalmış eski dostları hatırlatır. Onlar birbirlerine sarıldıklarında bir diğeri ötekinden güç alır. Halat iskele babasına ''epi zaman buradayım; dur biraz dinleneyim, sana başka denizleri anlatayım'' der.
İskele babası vakur duruşlu ama çok heyecanlıdır.Halatın anlattıklarını dinleyecektir merakla. O denize bu kadar yakın olmanın ama denizin ufuk çizgisiyle birleşen gizemli, hata yaşam ötesi, masalsı yalnızlığında neler olup bittiğini bilmemenin tutsaklığını yaşar hep. Ama ne zaman bir halatla kucaklaşsa kocaman ağır gövdesi bir yelken gibi hafifler. İskele babası sadece o zaman, kimselere fark ettirmeden, ağır ağır, dinlediklerinin akıntısında, hayaller içinde yüzer.
Gemi halatları gelir, beni de sararlar bazen. Ben de anlatsınlar isterim; denizlerin tuzlu suyu gibi akan gözyaşlarını anlatsınlar; alınlarından akan, tuzuyla gözlerini yakan terlerinin karşılığında hangi fırtınalarda eksildiler, hangi limanlarda durup beklediler, hangi ufukların ardında güneşi yitirip, bir başka ufukta onu yine bulmak için nice dalgalara bodoslama daldılar, göğüs gerdiler, anlatsınlar isterim. Ben dinlerim. Benim bir kabiliyetim var. Bu anlatıları yalnızlığımın içine alır, uzak anılarla da birleştiririm. Sanki böyle yaparsam onları da dertlerinden arındıracak, zamanın ıssız ve beklentisiz karanlıklarına acılarını atarak onları hafifletecekmişim gibi gelir. Dinlenmek o zaman gerçekten bir deniz dibi akıntısına dönüşür. Sözler gerçek anlamını keşfettirir.
Halatlara yaklaştım. Suya en fazla gömülü olanı çektim var gücümle. Ihh diye bir inilti çıktı ağzımdan. Akciğerlerim beklenmedik bir oksijen bombardımanı altında kaldı. İki büyük kanat gibi açıldıklarını hissettim onların göğüs boşluğumda. Hani beynimden emir alsalar, yüreğimin kanatları olacak ve uçacaklardı. Ama beynim yalnızlıkla da beslendiği için böyle emirler vermez. Beyinler genişlikleri değil, derinlikleri severler. Mantık, akıl hatta bazen hormonlar bile derinlerden çok eski hazineleri bulup getiren dalgıçlarıdır beynin. Niye uzak yüksekliklerde rahatlarını bozsunlar.
Halatı çekiyordum. Mutlaka o halata bağlı bir gemi suyun hafifletici, poyrazın da itici gücüyle gelip koskoca küpeştesini eskiden olduğu gibi büyük bir yorgunlukla iskeleye çarpacaktı. İskele bendim o anda. Ayaklarımı sağlam basıyorum ya yere; yoksa gemiyle birlikte karışıp giderdik fırtına azmanı bir dalganın kudurmuş gövdesine. (Geminin can simidi onun yolcuların kurtarır; ama böyle durumlarda limandaki bir kişinin attığı can simidi geminin kurtarıcısı olur. Ben gemilere bunu fısıldamıştım yeri geldiğinde.)
Halatı çekmeye devam ettim. Hayret beklediğimden de hafifti. Ama alışkınım; sadece bu limanda gemiler bütün yüklerini boşaltır; suyun özgül ağırlık kuralına bile gerek kalmamışçasına başıboş salınırlardı bir süre.
Halat giderek hafifledi. Sonunda öteki ucu çıktı denizden. Bir dalga gelip yüzüme çarptı. Dalga mı yoksa rüzgar mı; o anda bilemedim. Tuzlu tadını hissettim suların; ama bu göz yaşları da olabilirdi.
Halatın boşta kalan ucu bana belirsiz ufukları gösteren, inadına zalim ve yanlış bir pusula ibresi gibi gözüktü . Başımı kaldırıp önce çok yakına, poyrazın sürükleyip getirdiği artıklarla dolu boş limana, sonra ufuklara baktım. Doğruydu söylenenler; gemiler gitmişti. İskele babasına takıldı gözüm. O anda benden daha çok teselliye ihtiyacı varmış gibi göründü. Gittim, diz çöküp ona sarıldım. '' O kadar dert etme, dedim. ''Ben sana çok daha uzakları, çok daha derinleri anlatabilirim. ''
''Nereden bileceksin ki ''dedi.
''Benim de içimde saklı bir deniz vardı bir zamanlar. Şimdi giden gemiler o denizde yüzerlerdi. İnan olsun, onlara bir zarar gelmesin diye ne bir fırtına, ne bir kızgın dalga, hiçbirisine benim sularımda yer vermedim. Onların pusulaları kırılırdı sık sık. İnan olsun, kuzey yıldızı başlarından gitmesin diye, yakamozlarımı onun ışıltısına doğru çakıp, kuzey yıldızından ışıklar yağarmış gibi gösterirdim. Uzaklar da, derinler de benim içimde; anlatacak çok şey var benden sana.''
'' Gemiler gitti ''dedi.
''Evet, dedim. ''Gemiler gider zaten.''