Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Gezecek yeri çok, gezecek yerleri bileni yok kent: Ankara

Gezecek yeri çok, gezecek yerleri bileni yok kent: Ankara
 

Ankara kalesinden modern Ankara 'ya


Ankara ‘ya gitmek için kardeşimle yola çıktık.

23:30 ‘da Haydarpaşa ‘dan kalkan Fatih ekspresi pek çok yönden avantajlı bir araç. Ankara Garı ‘na 07:30 gibi varıyorsunuz. Kompartımanların solunda çiftli, sağında ise tekli koltuklar var. Tekli koltuklarda 220 V. luk prizler ve internette mevcut. Bu lükse yalnızca 26, 50 YTL ödeyerek ulaşabilmeniz , aracın bir nevi öğrenci servisi niteliğinde olması da artıları.

Bununla beraber tüm gece tepenizde ışığın açık olması ve klimaların yaptığı buz gibi soğuk ise eksileri. Hoş, tüm pulmanlarda gece yolculuklarında ışık açık olmaktaymış ama soğuk için tedarikli olmak gerekiyor. Zaten yolculuğumuz Ankaraya. Tedariksiz olmaz denilen yerlerin başında gelen bir şehre doğru.

Yolculukta biz Türklerin çabucak kaynaşma , bir bütün olabilme yeteneğini gözlemleme fırsatı bulduk. İlk yarısını seyrettiğimiz Hırvatistan karşılaşmasının son anlarında gelen gol ile kenetlenme başladı. Penaltılar ile bu durum iyice belirginleşti. Maçı dinleyebilenler simultane bir şekilde bizleri sonuçlardan haberdar etti.

Işığa rağmen arada dağınık bir şekilde uyuyakaldık. Kardeşimin gözlerinin sıklıkla kesilen uykudan kaynaklanan kırmızılığını görünce kendi halimi düşünmek bile istemedim. Ankaraya yaklaştıkça bozkır içerisinde sabahın ilk ışıkları değişik ortamlara vurduğunu izliyorsunuz. Değişik, vahşi bir coğrafya bu. Tümülüsvari tepeler, kolaylıkla kazılabilmesi mümkün yamaçlar tren yolu boyunca size eşlik etmekteler.

Tren ile Polatlı ‘dan geçerken insan düşmanın Ankara ‘ya ne kadar da çok yaklaştığını daha net anlayabiliyor.

Ankara Garı ‘na vardığınızda sizi yeni bir bina karşılıyor. Geçmiş zamanlarda eski tip bir bina mevcutken modernleşme sürecinde yıkılarak yerine bu ucube inşa edilmiş. Gardan çıktığınızda ya sola doğru yolunuza devam ederek Tandoğan ‘a varır ve metroya biner Kızılay yada Kolej duraklarında inersiniz yada kendinize ve ekibinize güveniyorsanız bu yolu yürürsünüz. Tandoğandan gidelim. Solunuzda , büyük ölçekli kamu yapıları tren yolu ile aranıza giriyor. Hemen çıkışta paraşüt kulesi ve Kore Evi de görecekleriniz arasında.

Tandoğan ‘dan metroya binebileceğinizden bahsetmiştim. Gezi süresince kullanabileceğiniz 12 ‘lik abonmanlarda mevcut. Otobüs, metro, ankaray üzerinde kullanılan kart ayrıca bir yıllıkta geçerlilik süresine sahip. Metro rahat ama çokta geniş bir ağa sahip olduğunu söylemek güç.

Kızılay ‘da inip güzel bir pastane de kahvaltı yapmak iyi bir seçim olabilir. Cumartesi sabahı dersanelere yada işlerine giden kalabalıkları izlemek tren yolculuğunun yorgunluğunu ve yeni bir şehre gelmenin sersemliğini atlatmanıza yardımcı oluyor.

Dinlence ve kahvaltının ardından ilk önemli noktamız olan Kocatepe Camiine gidebiliriz.

Hakkında pek çok spekülasyon yapılan bu camiye bende oldukça ön yargılı gittim. Yirmi yılı aşkın inşa süresi ve İstanbul tipi bir cami olması nedeniyle epeyce bir eleştiri almakta. Özgün olmalıydı diyen ve Dalokay ‘ın planını tercih eden kitleninde istekleri de tasvip etmediğimi söylemeliyim. Faysal Camiini andıran posmodern camiler bana pek sıcak gelmiyor.

Yapı dışarıdan bakıldığında heybetli, temiz bir görünüme sahip. 88 m. uzunluğundaki dört minarede kesinlikle ana kütleden ayrı olarak düşünülemeyecek kadar bütünle barışık. Sadece altında bir market ve otopark olmasını yadırgadım. Birde bazı densizlerin çevre duvarlarıdaki graffitileri rahatsız edici.

Mimarı Hüsrev Tayla olan caminin içi tahminlerimin ötesinde bir ferahlıkta. Bildiğim kadarıyla 26, 5 m kadar çapı olan ve dört fil ayağının taşıdığı kubbeden sarkan bir tonluk topta değişik bir hava katmakta. Gönül modern imkan ve tekniklerle Aya Sofya, Süleymaniye boyutlarını aşan bir camiyi Cumhuriyet Türkiyesinin inşa edebilmiş olmasını istiyor elbette. Ama ne yazık ki olmamış. Bununla beraber kesinlikle söylendiği gibi kötü bir cami kesinlikle değil. İşlemeleri , süslemeleri yinede zarif bir anlayışın ürünü olduğunu göstermekte.

Buradan tekrar Kızılay ‘ a çıkıp Mado ‘nun önündeki duraklardan 221 numaralı otobüslere binerek Anıtkabir ‘e ve Atatürk Orman Çiftliği ‘ne gidebilirsiniz. Genelde bu duraktan halk otobüsleri geçtiği için abonmanlar bir işe yaramamakta. ( Gerçi belediye otobüsü geçtiğini görebilmiş değilim )

Ankara ‘nın geniş ve İstanbul ‘a nazaran boş caddelerini aşarak eski adı Rasattepe denilen Anıttepe ‘ye dolayısıyla Anıtkabir ‘e ulaşıyoruz.

Atatürk ‘ün sağlığında kendisi için bir mezar yeri belirtmediği biliniyor. Günümüzdeki yerine gelene dek Anıtkabir için pek çok yer önerildi. Orman Çiftliği , Ankara Kalesi, Kabatepe, Etnografya Müzesi gibi seçenekleri Çankaya elenmişken Aydın Milletvekili Mithat Aydın Rasattepe ‘yi önerir ve öneri kabul görür. Rivayete göre Atatürk , ölümünden yıllar önce bölgede gezerken Rasattepe için çok güzel bir anıt yeri olacağını söylemiş.

1941 yılında açılan yarışmaya 49 proje katıldı. ll.Dünya savaşının zor şartlarına rağmen Alman işgali altındaki ülkelerden bile başvuru gelmiştir. Ödül vermeye gerek görülen üç projeden hükümet , Emin Onat ve Orhan arda ‘ya ait olan projeyi seçer. Başlangıçta iki kat olması düşünülen yapı içine düşülen maddi sorunlar nedeniyle günümüzdeki haliyle bitirildi. Yapımı Ağustos 1944 ‘te başlayarak dokuz yıl sürdü. 1953 ‘te açılan anıtmezar 750, 000 m2 ‘lik bir alan üzerine kurulu.

Giriş noktasında çanta, tripod gibi nesneler alınıyor ve ancak bu şekilde yola devam edebiliyorsunuz. Kısa ve hafif meyilli bir yolu aşarak anıtkabirin önündeki geniş meydana ulaşılıyor. Anıtkabir ‘e bakarken ardınızda porfir benzeri bir taştan yapılmış İsmet İnönü ‘nün mezarı kalıyor. Solunuzda Aslanlıyol , sağınızda ise harika bir Ankara manzarası ve müze girişi yer almakta. Bu kısımları birazdan anlatacağım zaten.

Anıtkabir ‘in içi öyle devasa bir yer değil. Kesinlikle insanı küçülmüş hissi uyandırmamakta. Öyle de olması lazım. Çünkü orada istirahat eden yüce insan bizim küçülmememiz için herşeyini ortaya koymuş bir kişi. Tavanlarda altın varaklı İtalyan çinileri kaplı. Duvarlarda , zeminde insana duygusal bir sıcaklık, güven hissi veren mermerler var. İlerledik abi kardeş. Ağırlığının 40 ton olduğu söylenen yekpare mermer lahtinin önünde durup dua ettik. Sonrasında yere diz vurarak kurduğu devleti , bayrağı , vatanı ve ırkı sonuna dek canım pahasına koruyacağıma dair yeminimi tekrarladım.

Devasa meydana çıkıp müze kısmına girdik. Sağ kanattan girildiğinde atamızın kullandığı eşyalar, aldığı madalyalar, fotoğraflarının yer aldığı ilk galeriyi geçiyorsunuz. Burada fotoğraf çektirilmiyor. Flaşlı çekim yapılmamasını anlayabilirim de müze modu, iç mekan modu varken neden çekim yaptırılmıyor bilemiyorum. Bu ilk kısımda Türkiye Cumhuriyeti ‘nin hem eski hemde yeni yazıyla düzenlemiş olduğu iki nüfus kağıdı , kendisine hediye edilen kılıçlar, hem baston hem tüfek olarak kullanılabilen özel silahı da görülebilmekte. Ayrıca çokta zarif saatler var. Neyse sola kıvrıldığınızda ata tarafından kullanılan kişisel eşyaların yanısıra inanılmaz derecede gerçekçi görülen bir de mumyası görülebilir.

Yola devam ediyoruz. Çanakkale ‘den başlamak üzere milli mücadelenin çeşitli aşamaları, Atatürk ‘e eşlik eden yerel ve askeri liderler, din adamları, askeri techizat hakkında bilginin verildiği odacıklar ana koridora bir cep teşkil edecek şekilde uzanmakta. Son bir oda da atamızın sevdiği köpeği Fox doldurulmuş bir halde korunmuş. Ayrıca pek çok dilde çok sayıda kitaptan oluşmuş bir de kitaplık kısmı var. ( Araştırdım 3118 kitap varmış.)

Buradan çıkınca küçük bir oda da hatıra eşyalar alabiliyorsunuz. Güzel ve alınabilecek kaliteli eşyalar bulunmakta.

Müze kısmından çıkıp aslanlı yolda ilerledik. Yirmi dört aslan sağlı sollu size eşlik etmekte. Bunlar yirmi dört oğuz boyunu temsil etmekte. Yatar durumda olmaları barışseverliği simgelemekteymiş.

Buradan ayrılıyoruz. Anıtkabire gelirken kullandığımız otobüse binerek Atatürk Orman Çiftliğine gidiyoruz.

Atatürk Orman Çiftliği bataklık, verimsiz , mikrop saçan bir yer iken Mustafa Kemal ‘in inatçı kişiliği ile karşılaşarak bu hale gelmiş. Çiftliğin açılışı ile ilgili olaylar için ilknur Güntürkün Kalipçi'nın içimizden biri Atatürk eserinden şu kısmı alıntı olarak kullanmayı tercih ediyorum.

Tahsin Coşkan o zamanın genç bir ziraat mühendisi. Atatürk, "gel Tahsin seni bir yere götüreceğim fikrini almak istiyorum" der. Giderler, gösterdiği yere bakar Tahsin bey. bataklık, sivrisinek salgını, hayvan leşlerinin olduğu berbat bir arazidir. "ya paşam hayrola" der.

Atatürk, "buraya bütün masrafı cebimden olmak üzere bir orman çiftliği yapmak istiyorum" der.

"Ya paşam buranın ıslahı ya sizin paranızı tüketir ya da zamanınızı, neden bu kadar mümbit topraklar varken gelip de burayı tercih ettiniz?" der.

Atatürk'ün cevabı Atatürk'çedir. derki "ben en zor olanı yapayım da siz arkamdan kolayları nasıl olsa yaparsınız."

Ne bilsin ki en kolayları bile çabuk yıkabildiğimizi ama, bu arada Tahsin Çoşkan "Paşam burda hiçbir şey yetişmez, pek uğraşmayın" der. Ama dinleyen kim. derki "Tahsin buraya ziraatçileri getir ve incele bana resmi bir yazı getir burasıyla ilgili". Biraz sonra Tahsin Coşkan çok mutlu, kendi dediği çıktı, üzerinde "burada hiçbirşey yetişmez" yazılı, altında da ziraatçilerin imzasının olduğu bir belgeyi Mustafa Kemal'in önüne koyar.

Atatürk biraz mütebbessim okur bu yazıyı. kalemi alır, bu kağıdın yanına aynen şunları yazar "burası vatan toprağıdır, kaderine terk edemeyiz".

Etmez de. Aynı Sakarya savunması gibi akasya savunmasını ele alır, çam ve köknarı oraya 30 ağustos olarak tamamlar ve hiç unutmayacağımız bir gün, lütfen hiç unutmayın, tarihte atladık bu günü, 25 mayıs 1933. ne yapar biliyor musunuz? Hani 5 haziranlarda kutladığımız bir gün var, çevre günü değil mi? çevre günü ne zaman kutlanmaya başladı? 1980 den sonra.

Peki 25 mayıs 1933, atatürk ne yaptı? ilk çevre günü kutlamasını yaptı.

Hem de bugün okullara soruyorum diyosunuz ki ne yaptınız diye "Ya ağaç diktik diyorsunuz ya çöp topladık" öyle falan değil. Bütün Ankara halkını bedava trenlerle buraya getirtiyor, ağaçlar boy vermişler, altında dinlenmektedirler, havuz yapılmıştır, Çocuklar yüzmektedirler. Hatta bütün masrafı cebinden ödemiştir ama kârı da almamıştır, buraya bir fabrika yaptırmıştır, Süt ürünleri üretilmektedir, herkes yemektedir. Herkes çok mutlu ama en mutlusu Mustafa Kemal Atatürk.

Nebizade diye bir arkadaşı var, Nebizade'nin kafa çok karışık. "Yahu paşam senden başka bir tek kişi burada bir ağaç yetişeceğine inanmadı. peki sen nasıl anladın burada orman olacağını?" der.

"Gel Nebizade gel, şimdi anlatayım sana. Hani Tahsin Coşkan'ın burda birşey yetişmez dediği günün akşamı tebdili kıyafetle Çankaya'dan kaçtım, burdaki köylülere geldim. Köylüler beni tanımadılar. Köylülere, ağalar dedim burda ağaç yetişip yetişmeyeceğini bana en kolay yoldan nasıl ispat edersiniz dedim. "Al dediler", bana bir testi su verdiler, bir de kazma kürek. "Kaz orayı iki gün sonra gel biz sana ne olacağını söyleriz" dediler. Ah o iki gün çankaya'da nasıl geçti bir Allah bilir bir de ben. İki gün sonra gittim testiyi çıkardım, testinin içinde su bitmişti, köylülere uzattım. Dediler ki bana "Ağa testide su kalmamış, toprak su emiyor, bakma bunun üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş burda ne ekersen biçersin". Ve hani Tahsin Coşkan'ın o raporu bana getirdiği gün ben çoktan projeye başlamış epey de ilerlemiştim" diyecektir.

Dünya lideri olmak öyle kolay değil biliyor musunuz. hani Atatürk'e kimdi en çok karşı çıkan, evet Tahsin Coşkan'dı. Onu da Atatürk buraya müdür tayin eder.

Dönelim günümüze . Orman Çiftliğinin devasa toprakları adım adım istimlak darbeleri yemiş. Gazi mahallesi ile ilk yara alındı ardından gerisi geldi diyor Ankaralı dostlar.

Devasa alanda Atatürk döneminden kalma fabrikalarda süt ve süt ürünleri , şarap, turşu vb üreten fabrikalar , Atatürk Evi ve Hayvanat Bahçesi gibi pek çok yapı yer almakta. Üzerinde AOÇ yazan süt şişelerini hayal gibi hatırlamaktayım. Ama aradan otuz yıla yakın zaman geçsede , zaman hafızamdan ne hayvanat bahçesini nede sade dondurmasını sildirememiş.

Abi, kardeş 4 ‘er YTL ödeyerek çiftliğin hayvanat bahçesi kısmına girdik. Hayvanat Bahçesi dediğimizde aklınıza Berlindeki gibi bir hayvanat bahçesi gelmemeli. Mütevazı bir yapı. Bekli İstanbulda Gülhane Parkındaki hayvanat bahçesini hatırlayanlar olacaktır. Gülhane ‘den kat be kat daha büyük ve kapsamlı.

Oklar size gideceğiniz yolları göstermekte. İlk önce akvaryumların olduğu kısmı geziyorsunuz. Devasa kedi balıkları, piranalar ve büyükçe bir arowana havuzun içinde yüzmekte. İki gün önce Bağdat Caddesinde bir akvaryumcuda gördüğüm on santimlik bir kedi balığının burada bir metreye yakın bir versiyonunu ve belki de benim bile kafamı alabilecek ağzını görünce dehşete kapılmadım değil. Ama akvaryumcularda gördüğümüz avuç büyüklüğündeki piranalar ile buradaki dev boyuttaki gri piranalar arasında dağlar var. Bir sığırı iki-üç dakikada iskelet haline getirme efsanesi doğru olabilir.

Galerinin devamında çeşitli sürüngenler yer almakta. Tembel tembel kıvrılıp duran yılanların güzelliği su götürmez. Şimdilerde de içinden cam bir koridorla geçilip gezilen küçük bir deniz akvaryumu yapılmakta. Zaten dışına çıktığımızda gördük ki dev bir köpekbalığının içinde geziyormuşuz J

Sırasıyla (ki sırayı karıştırabilirim affola ) tembelce uzanmış bir timsahı geride bıraktık. Sanki saç kıran ‘a yakalanmış devasa sıçanlara benzer yabandomuzları ve pis kokularına ve yanlarına sanki mahsus konulmuş tilki ve kurtlara uğradık. Tam kurtların kafeslerindeyken ezan okunmaya başladı ve bunu duyan kurtlar canhıraş bir şekilde ulumaya koyuldu. Öyle böyle değil. Ormanlarda bu hayvanlar özgürken bu sesi duymak istemem. İnsanın kanını donduruyor gerçekten.

Bir sonrası maymunların olduğu kısım. Özellikle şempanzeler insanlara o kadar alışmışlar ki isteklerini işaretlerle zaten talep ediyorlar. Zaten halkta hayvanlara su şişeleri atmakta. Sigara atan ve aslında kafesin öte yanında olması gereken kitleyi de duydum ama Allahtan görmedim.

Buradan sonraki durak çeşitli yırtıcı kuşların olduğu kafesler. Akbaba denilen leş yiyen hayvanın devasa boyutları görülmeye değer. Kartal ise kafes içinde esaretten olsa gerek gözüme ufak tefek göründü. Halbuki Beypazarı ‘nda uçarken gördüğüm planör misali kartalı unutamıyorum.

Sonrasında köpeklerin olduğu bölüme geliniyor. Aslında Avrupaki hayvanat bahçeleri gibi kaliteli türler üretilerek satış merkezide kurulabilir burada.

Bu kısımdan sonra biraz dağılıyorsunuz. Deve , sığır gibi hayvanlardan sonra devekuşları , ayılar , ibis , kelaynak gibi kuşlar , zebra, zürafa , kanguru kafesleri göülebilmekte. Kuğuların , ördeklerin olduğu kısmın yakınlarında yemek yiyebileceğiniz mekanlar var. Yemekler güzel ve oldukçada hesaplı. Yüklü bir ödeme beklerken oldukça hesaplı bir ödeme yaptık ve doyduk. Yıllar sonra dondurmadan da yemiş olmanın mutluluğu da cabası.

Karnımızı doyurmanın ve az hesap ödemenin mutluluğu ile önce flamingoları seyretmeye koyulduk. Pembe, beyaz bildiğim bu kuşların kanatlarının alt kısmında siyah tüyler olduğunu gördüm.

Ardından bir kayanın üstünde gayet miskin bir şekilde uzanmış, arada sırada kuyruğunu isteksizce sallayarak sinekleri kovalayan bir aslan ve yanındaki kafeste bu miskin aslana nazire yaparcasına sinirli ve enerjik bir tavırla turlayan Bengal Kaplanı; hemen yanındaki iki kafeste pinekleyen başka tür kaplanlar , çaprazdaki kafeslerde ise pumalar kapıya doğru ilerlediğiniz yolda karşınıza çıkacak son hayvan türleri.

Ataürk Evi uzak kaldığı ( yada bize öyle söylendiği ) için gidemedik. Ama sonuçta şehrin yakınında yer alan güzel, gidilmesi gereken bir yer . Ankaranın belki de İstanbul ‘a galip geldiği tek nokta.

Şehre dönüş için yine gelirken kullandığınız otobüs hattından faydalanarak merkeze , Kızılay taraflarına ulaşabilirsiniz.

Bizde böyle yaptık ve Kızılay ‘a gittik. Sonra bir otobüse daha atlayarak önce Ulus ‘a ardından da Ankara Kalesi ‘ne çıkmayı kararlaştırdık. Fakat vaktin müsait olduğunu görünce son bir gayret ile Anadolu Medeniyetleri Müzesine gidip gezmeyi de ekledik.

İlginçtir Ankara devasa ve güzel binaları, ortalama üstü müzeleriyle güzel bir kentken , Ankaralı bunların varlıklarından bihaber bir kitle gibi göründü gözüme. Belediye otobüslerinin şoförlerinin polislerin bile “Anadolu Medeniyetleri Müzesi nerede? “ sorusuna cevap verememeleri şaşırtıcı ve düşündürücü…

Önce Ulus ‘a geldik. 1925 yapımı, büyük Atatürk heykelinin önünden geçip yolun karşısındaki Roma Yolu ‘ndan ne kaldıysa şöyle bir bakıp yolumuza devam ettik. Çok sayıda vatandaşa müzeyi sorup nihayetinde de müzeye ulaştık. Heykelden kaleye doğru ilerleyin. Yol ikiye ayrılıyor. Sola sapan yol Bentderesi denilen ve pekte güvenli olmadığı söylenen mahalleye giderken , müze ve kale için soldakinden gidilmesi gerekmekte. Epeyce bir yol yürüyorsunuz. Kalenin altındaki parkın kapısının önünde yol sağa bükülüyor. Buradan devam ederek müzeye ulaşıyorsunuz.

Eskiden Atpazarı denilen bölgede iki Osmanlı yapısı olan Mahmut Paşa Bedesteni ve Kurşunlu Han isimli yapılarda tahmin edeceğiniz gibi atamızın emriyle bir Eti müzesi kurulması çalışmalarında düzenlenmiştir. Bedesten İstanbuldaki Mahmut Paşa Camiinin , Kurşunlu Han ise Rum-i Mehmet Paşa ‘nın Üsküdarda bulunan ve yine kendi adıyla anılan külliyeye irad sağlamak için inşa edilmiştir.

Müze 1997 ‘de Avrupa ‘nın en iyi müzesi seçilmiş. Müze girişine 16:00 gibi ulaştık. Müzekartlarımızı çıkarttık ki bu taş çatlasın üç dört dakika sürdü. Görevliler rahat gezelim diye girişte çantalarımızı almayı teklif ettiler ki bu bizim candan istediğimiz birşeydi.

Müze güzel , zengin ama İstanbul fanatikliğimizden midir bilinmez bizim Arkeoloji Müzesi ile kıyaslamam bile. Yine de mutlaka gezilmesi gereken bir yer. Biz biraz hızlıca dolaştık ama yine de sakin kafayla gezdiğimizi de söyleyebilirim.

Müzede ağırlıklı olarak Hitit ve Frigya dönemi eserlerin ağırlığı hissedilmekte. Sonrasında sıra Roma ‘ya ait. Çorum Hattuşa ‘dan pek çok rölyef bu müzede saklanmakta. Giriş katında büyük bir odayı çevreleyen büyükçe bir salon gözünüzde canlandırın ve buna bir de içerisinde Roma ve Bizans döneminde bulunan sikkeler ve Ankara içerisinden çıkarılan eserleri yerleştirilmiş bir alt kat ekleyin. İşte müze bu.

Ayrıca güneş kursları , ana tanrıça figürleri içeren heykeller görüyorsunuz. Hafızalarda yer alan pek çok antik eseri bu müzede görebilirsiniz. Özellikle giriş katındaki güneş kurslarından birinin içindeki svastikalar ve alt katta bulunmuş bir tümülüsün içinin canlandırması güzel nüanslar olarak anılmaya değer.

Yapının giriş katındaki koridorlarının çatıları oldukçe değişik. Çatılarda birbirine açıl ve iç içe yerleştirilmiş başka karelerin oluşturduğu bir derinlik hissi oluşturulmuş.

Müzenin bahçesinde genellikle büyük boylu küpler ve mezar ştelleri görülebilir.

Sonraki durağımız meşhur Ankara Kalesi. Aslında kalenin kapladığı bölüm oldukça büyük. Eskiden tekin olmayan bir yöre olarak anılırken günümüzde rahat gezilebilir bir hale gelmiş. Yine de sur içi kısımlarda fakirliği ve bakımsızlığın evlere yansımasını görebiliyorsunuz.

Kale için Galatların yapıldığı iddaa ediliyorsa da kimi yerlerde üzerinde latince yazılan devşirme malzemeden Romalılarında burayı kullandığını gözlemleyebiliyoruz. Kale iki parça. ZindanKapı denilen yerden baktığınızda gördüğünüz diğer kısım yılda sadece 26 Aralıklarda Atatürk ‘ün Ankara ‘ya geliş yıldönümlerinde açılmaktaymış. Dönelim çıktığımız tarafa o zaman. Önce arena benzeri , yuvarlak bir alanı geçip merdivenlerle duvarların üstüne çıkıp burca ulaşıp Ankara ‘yı tepeden izleyebiliyorsunuz.

Ulus ‘u karşınıza alın . Yakınınızda tuğladan tek bir minare var. Sultan Alaaddin Camiinin minaresi. Solunuzda kiminin eski kilise, kiminin saat kulesi dediği bir yapı solda kalmakta. Daha da sola bakındığınızda kaleiçindeki evlerin aslında oldukça ihtişamlı ama günümüzde bir o kadar sefil ve bakımsız olduğunu göreceksiniz. Biraz ileride meşhur Samanpazarı ve Aslanhane Camii. Caminin solundaki kümbet –türbe yapının olduğu yapıya tamirat nedeniyle girilememekte. Daha da uzaklarda Kocatepe Camii ve Atakule. Çaprazınızda ise Anıtkabir. Bilmediğimiz bir şehrin her yeri kısaca.

Ankaranın gün doğumu ve gün batımında manzara seyretmek için en ideal yeri burası diyerek burçtan indik. Kale ‘ye girilen yerden çıkıp düm düz ilerlediğinizde 1211- 1236 yılları arasında inşa edilen Sultan Alaaddin Camiine varılmakta. Cami kubbesiz, tavan düz ve ortaada bir ahşap işleme var. En dikkat çekici kısmı minber. Cami imamı iki ilgili kişiye camiyi anlatırken üçüncü olarak aralarına karıştım. Minber üzerindeki geometrik şekillerin her birinin bir anlamı bulunmakta. Ortadaki kare içerisindeki yıldız kabeyi , karenin kenarları kabenin duvarlarını betimlemekteymiş. Şu an unuttuğum her birinin bir anlama sahip olduğu detaylar. Öğrendiğime göre minber camidende eski.

İlk onarım sultan Orhan zamanında yapılmış. 15. yy oryasında ve 19.yy sonlarında başka onarımlarda geçirmiş. Yakınlarda büyük bir restorasyon yapılacağını imamdan öğreniyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi defalarca hırsızlarında uğradığı bir mekan olmuş. Duvarda asılı 999 ‘luk bir zikir tespihi var. Bu tespihlerin camide kalan son örneği bu. Diğerleri soygunlarda götürülmüş.

Bir sonraki durağımız Arslanhane Camii olarakta bilinen Ahi Şerafettin Camii. Ama buraya doğru giderken kaleiçinin konakları arasından geçiyoruz. Bu kısımda konaklar bakımlı ve pansiyon olarakta işletilmekte. Lokanta kısımlarınında fiyat listelerinden gördüğümüz kadarıyla normal bir seviyede hizmet verdiğini söyleyebiliriz. Ahşap minareli bir caminin olduğu meydanı da aşarak kalenin bir başka çıkış kapısına ulaşıyoruz. Haritalara göre burada bir kilise , bir de havra olmalı. Kilise olabilir diye şu an saat kulesi gibi duran yapının girişini aradık ama bulamadık. (Bileni de bulamadık )

Kapıdan çıkıpta saat on yönündeki yola saptığınızda sağda (ki meydan aslında zamanında at pazarı olarak anılan bölge oluyor ) Çengel Han görülüyor. 1552 yapımı han , Çengel Han adını pekte hoş bir anıdan almamakta. Çıktığımız kapı Ankara Kalesinin ana kapısıydı. Bu küçük meydanda Safran Han ve Çukur Han da bulunmakta. (Bunları bulmak için bir çaba göstermedik ) Burası Ankara ‘ya gelen kervanların uğradığı ana merkez olduğu için suçluların idam edilip çengellere asıldığı bir ibret mekanı. Belki de Osmanlının Çengel çiçeği cezası uygulanıyordu, bilemiyorum.

Günümüzde Koç grubunun elinde . Müze olarak işletilen yapı da restoranlarda var.Pazartesi hariç her gün açık sanırım. Üç katta da birşeyler sergilenmekte. Burada Vehbi Koç ‘un ilk bakkal dükkanı da bulunmaktaymış. Nereden nereye. Allah yürü ya kulum dediğinde kim tutabilir ki…

Bizimde içimizde bir ses yürü demiş olmalı ki ta Ankaralara gelmiş geziyoruz. Nihayet Arslanhane Camiine ulaştık. Bu da Selçuklu devrine ulaşan bir geçmişe sahip. Caminin minaresinde devşirme malzeme görülüyor. Taç kapısında firuze parçalarda döneminin nişaneleri. Kardeşim dışarıda bekledi. Caminin içinde kimse yoktu ve oldukça da karanlıktı. Ankara Camilerinin en sevdiğim yanı girişlerinde camiyi tanıtan ve rahatlıkla alabileceğiniz broşürlerin olması. Bu zarif düşünce İstanbulda bile yok, düşüneni kutlamak gerek.

Cami tavanı kubbesiz ve tavanın yükü ahşap direklerce sırtlanmış. Ama en ilginç detay tavan ve direklerin arasında Roma dönemi sütun başlıkları yerleştirilmiş. Zarif bir de mihrabı var.

Samanpazarındayız. Üniversitedeki Ankaralıların küçümsedikleri , hor gördükleri semt. Evet halkı lordlardan , baron ve baroneslerden oluşmamakta. Çingeneler , taşradan geldiği her halinden belli fakir çehreler sizin karşınıza çıkanlar. Fakat bu sokaklar tarih dolu. Kızılay ‘ın , Bahçelievler ‘in yapay havasından , dünyevi zevklere ev sahipliği yapan ortamından farklı gerçekten yaşayan ama gerçekten yaşayan bir organizmada olduğunuzu hissediyorsunuz. Ahi Elvan Camiine doğru ilerlerken bakır üzerine sabırla işlemeler yapmaya çalışan bir ustayı ve sergilediği , emeğiyle can verdiği numuneleri seyrediyoruz selam verip. Beride tabutcu yazan bir dükkan son yolculuğun ekipmanlarını dizmiş dükkanına . İç açmıyor ama gerekli. Burada bir de Pirinç Han var bulamadığımız. Duvarlarına bakıp şairin Han Duvarları şiirini yazdığı… Giremedik ama biliyoruz Ankara ‘nın nostaljik havasını yaşatan Osmanlı yapılarından biri olduğunu.

Ahi Elvan Camii de dışarıdan sıradan görünümlü bir yapı. İçerisinde ahşap çatıyı taşıyan ahşap direkler bu kez işlemesiz devşirme sütun başlıklarıyla desteklenmiş. Minber ve mihrap güzel ama namaz kılan bir iki kişiyi de rahatsız etmemek için incelemedim detaylı olarak.

Yolumuza , Ulus Meydanındaki Atatürk Heykelini hedef alarak devam ediyoruz. Yol boyunca Ankara ‘nın geçmişine tanıklık eden , bir şehrin yükselişini ve çöküşünü ardından büyük bir lider tarafından tacın pırlantalarından birisi haline getirilişini seyreden ama bugün hatırlanmayan , dikkat çekmeyen binalar , küçük mescitler görüyoruz.

Ulus Meydanında yemek yemek için tüm yorgunluğumuza rağmen yiyecek satan bir yer aradık ama bir şey bulamayınca Roma Yolunun yanındaki alışveriş merkezindeki yemek satan yerde birşeyler atıştırdık. Ulusta da güzel ve heybetli yapılar var. Bunlardan birisi de İş Bankasının mimar Mongeri tarafından yapılmış şubesi. Ertesi günkü gezimizde detaylıca anlatacağım zaten. Ulus büyük mimarların hünerlerini sergilediği bir açıkhava müzesi. Anlayana , anlamak isteyene.

Otel odası sevimli. Pencereden Roma Hamamının olduğu kalıntıların yer aldığı bölge görünmekte. Sanki taşlar beni çağırıyor ama uyku o denli davetkar ki…

Pazar sabahı gezmeyi planladığımız Anadolu Medeniyetleri Müzesini gezmiş olmamızın verdiği gevşeme ve bir gün öncesinin bizi epeyce yıpratmış olması nedeniyle ne uyanmayı tasarladığımız saatte uyanabildik ne de dışarı çıkabildik. Yine de bir gün öncesinden zaman kazancımız olduğundan rahat hareket edebildik.

İlkin otelin yakınlarında bulunan Roma Hamamı kalıntılarına uğradık. Müze kart ile giriş yaptık ve iyi karşılandık. Tahmin edeceğiniz gibi Japon turist vardı ama yerli turist yoktu.

Burası için bir höyük olduğu da söylenmekte. Roma, Bizans, selçuklu döneminde de mezarlık olarak kullanıldığına dair işaretler var. Hatta içeride yakın dönem bir rum mezartaşı da var. Aslında burası 3.yy dayanan bir geçmişe sahip hamam ve jimnastik alanları ile bir sosyal kompleks.

Hamam frigidarium (soğukluk ) ve sıcaklıktan oluşan iki kısımdan ibaret ama oldukça büyük. Alan olarak İstanbuldaki Osmanlı dönemi hamamlarının hepsinden büyük gibi görünüyor. Zeminde tuğladan birbirine eşit mesafede duran yükseltiler var. Bunlar Roma merkezinde de olduğu gibi alttan ısıtma görevini üstlenmekte. Odacıklarda yakılan ocakların ısıttığı hava bu boşluklarda dolanarak zemindeki mermerleri ısıtmakta imiş. Bir nevi antika kalorifer.

Palaestra yani jimnastik sahası da burada. Geniş bir alan kaplıyor burası. Kimi zaman yapılan kazılarda çeşitli parçalar , heykeller hala bulunabilmekte. İleri de bu alanı çevreleyen tel örgülerin dışında da birkaç sütun devrik yatmakta. Nedenini Tanrı bilir.

Birde burada Pazar sabahı ayin yapan yabancı , Avrupalı bir grup vardı. Küçük bir evin önünde toplanıp ilahi okuyan grup bizi kaale almaksızın işine devam etti, bizde bu grubun fotoğraflarını çektik. Böyle aleni yapılan ayin için izin alınmış mı acaba? Sanmıyorum .

Buradan Hacı Bayram Camii ‘ne gitmek için ara sokaklara girdik. Pavyonlar , kapalı çeşitli mekanlar Pazar gününün ölgünlüğü içindeki sokaklara gölge vermekte.

Hacı Bayram Camii büyük ve modern bir görünümü var. Ama ilk yapım tarihi 1427 . Tavan ahşap ve güzel süslemeleri var. Bununla beraber gerek mihrap gerekse minber zarif. Zaten caminin orijinal iç ve dış kapıları günümüzde etnografya müzesinde sergilenmekte.

Döneminin önemli sosyal tesislerinden birisi bu yapı. İslama yeni geçen kalabalıklara dini öğreten ve sevdiren , gazalara giden gazilerin geride kalan ailelerinin bakımını üstlenen kuruluşlar bütünü bu. Hacı Bayram Veli ‘nin türbesi de burada. Tek minareli caminin hemen yanında bu kez Rma dönemi bir tapınak olan Augustus Mabedi görülebilir.

Mabed imparator Augustus ‘a ithafen yapılmış. Yazıtların üzerinde imparatorun başardığı işler ve bunlar için yaptığı harcamalar anlatılmakta. Kala kala iki duvar ve bir iki taş parçası kalmış.

Yolumuzun üstünde başka bir Roma dönemi eser olan Julianus Sütunu görülebilir. Eskiden günümüzdeki valilik binasında olan sütun her nasılsa kırılmadan, parçalanmadan buraya nakledilebilmiş. Üzerinde üstü tellerle kapatılmış bir leylek yuvası var. Tabii ki artık orada o teller varken yuvaya gelen leylek olduğunu sanmıyorum.

Justinien ‘in 362 yılında Ankara ‘ya yaptığı ziyaretin nişanesi üzerine dikilmiş. Tuğladan yapılmış. Defterdarlık , İş Bankası gibi 1900 lü yıllara ait büyük kamu binalarının arasında kendine bir yer bulmuş olan bu anıt Belkıs Sütunu olarakta halk arasında bir isim bulmuş kendine.

Ulustaki işimizi bitirmek için son olarak Roma Yolu ‘na uğruyoruz. Yol aslında ilk defa 30 ‘lu yıllarda bulunmuş. Ama üstü örtülmüş ve 90 ‘lı yılların ortasında tekrar bulunana dek unutulmuş böylece. Yolun Roma Hamamı ve kaleye dek uzandığı sanılmakta. Altından kanalizasyonunda geçtiği sanılmakta. 2007 yılında yapılan son kazılarda Osmanlı ve Selçuklu dönemine ait kap kaçak bulunmuştu. Zeminde geniş yüzlü, irice taşların kullanıldığı görülmekte.

Yolun yanında Ankara ‘nın eski camilerinden Zincirli Camii ‘de var. Vakit az ne yazık ki ve gezecek daha çok yer var.

Yürüyoruz. Şu an müze olarak kullanılan ama tadilatta olduğu için içerisine giremediğimiz II.meclis binasının önünde oyalanıyoruz. Aşağı yukarı yolun karşısında Ankara Palas var.

Yeni kurulan başkentin çehresini modern bir hale sokmak , yabancı heyetleri Avrupa standartlarında konaklamalarını sağlamak için inşa edilmiş. Yapının inşasına Vedat Tek başlar ama parasal sorunlar nedeniyle yarım bırakır. Bunun üzerine Acıbadem ‘li büyük mimar Mimar Kemaleddin Bey ile anlaşılır ve inşaata devam ederek bu yapıyı bitirir. Atatürk döneminin meşhur balolarına ev sahipliği yapan binada merkezi ısıtma, her daim sıcak su sistemi gibi döneminin modern unsurları bulunmaktadır.

Yanılmıyorsam , Mimar Kemaleddin Bey inşaat sırasında ayağına batan bir çivi nedeniyle tetanoza yakalanıp hastalanır ve nihayetinde vefat eder.

Gençlik Park ‘ı yeniden düzenleme çalışmaları nedeniyle kapalıydı. İki yılı aşan bir düzenleme. Sanırım piramit yapıyorlar.

Etnografya Müzesi ‘ne doğru gidiyoruz ama müzeyi bulamadığımız gibi müzeyi bilen birini de bulamıyoruz. Bununla beraber yol üzerinde güzel binalar var. Tiyatro binasını Gaudi ‘nin Barselona ‘daki binalarına benzettim. Garanti ve Ziraat Bankalarının binalarına sözünü etmeye değer tarihi yapılar. Velhasıl kelam Ankara gezilmesi gereken bir şehir.

Sonunda sora sora Bağdat bulunur misali Resim ve Heykel Müzesi ve Etnografya Müzesini bulduk.Elimde , Pamukkale ‘den temin ettiğim İtalyanca bir Ankara haritası vardı. Haritaya göre aslında yanyana olan binalar ayrı sokaklarda gibi görünmekte.

Ankara müzelerinin en büyük handikabı öğle tatilleri. Bizde tam öğle saatine denk geldik ve nereye gideceğimizi bilemediğimiz için bahçede oyalanıp sağı solu izlemeye koyulduk. Eskiden namazgah tepesi olarak anılan bu tepe bir mezarlık imiş.

Neyse biraz oyalandıktan sonra önce resim ve heykel müzesine girdik. Beuaz bir kuğuyu andıran yapı iki katlı. İlk olarak Türk Ocaklarının merkez binası olarak kullanılmış. Üst katında , sol tarafta çok hoş bir salon var. Tavanlarının, duvarlarının sedef kakma süslemelerinden tutun , içindeki artık antika olmuş eşyaları ile anılmaya değer bir oda.

Bir kat boyunca pek çok odada gayet güzel aydınlatılmış çok sayıda tabloyu izleyebiliyorsunuz. İbrahim Çallı , Osman Hamdi Bey gibi pek çok önde gelen Türk ressamın eserleri arasında rahmetli Bülent Ecevit ‘in annesine ait bir iki resimde görülmekte.

Ayrıca girişin üst katındaki odada ise Osmanlı dönemi hat , seramik ürünleri görülebilir.Alt kata sağ taraftaki mermer merdivenlerden inerseniz sizi birde Zonara tablosunun uğurlayacağını da hatırlatırım. Güzel bir yapı.

Nihayet Etnografya müzesine de giriyoruz. Yapı 1925-27 yılları arasında Arif Hikmet Koyunoğlu ( Mongeri ‘nin öğrencilerinden olan mimar Bursa ‘daki Tayyare Kültür Merkezinin de mimarıdır ) tarafından inşa edilmiş ve nedense 1930 ‘da açılmış. Yapının önce Arkeoloji Müzesi olarak kullanılması düşünülmüş, sonra resim heykel okulu olmasına karar verilmiş ama nihayetinde şimdiki amacıyla kullanılması amacıyla açılmış.

Müzenin giriş kapısının önündeki Atatürk Heykeli de restorasyonda. Rivayete göre Fikriye Hanım ‘ın mezarı da burasıymış. Kim bilir…

Müzenin merdivenlerinden çıkıp içine giriyoruz. Tam karşımızda atamızın onbeş seneliğine istirahat ettiği bölüm görülüyor. Duvarlarda o günleri gösterir fotoğraflar asılı. Toplumun her kesiminden insanların bu kaybın karşısında yaşadıkları yıkım , çaresizlik yüzlerinden okunuyor.

Gezimize sağ kanattan başladık. Burada yöresel kıyafetlerin sergilendiği camekanlar bulunmakta. Mankenlerden oluşturulmuş kompozisyonlar yöresel yaşantılardan kesintiler sunmakta.

Saat yönünün tersine yapacağınız tur sırasında bu kez kullanılan türlü günlük eşyayı , kap kacak ve mutfak eşyalarını göreceksiniz. Biraz daha gittiğinizde çeşitli silahlar vb bulunan camekanları geçerek el yazması kitapların , Kuran ‘ların , rahlelerin olduğu sol kanada geçmiş olacaksınız.

Burada son iki oda da Ankara ve çevresindeki camilerin kapı, pancere kanadı ve minberlerini görebilirsiniz. Hacı Bayram Camiinin iç ve dış kapıları , Ürgüpteki Selçuklu dönemi bir caminin pek çok parçası görülebilir. Birde oldukça büyük ahşap bir sanduka var ortada.

Müze güzel ama oldukça küçük. Fotosellerde pek düzgün çalışmamakta. Özellikle sol kanatta , ahşap eserlerin olduğu kısım oldukça loş.

Buradan da çıkınca Kızılay ‘a gittik. Birşeyler atıştırabiileceğiniz , çeşitli yönlere gidebileceğiniz bir merkez burası.

Bu Ankara turumuzda şehrin güney kısımlarına inemedik. Çankaya ve Atakule ‘ye uğrayamadık. Bir sonraki tura kaldı diyerek şehre veda ettik.


 
Toplam blog
: 35
: 3517
Kayıt tarihi
: 10.08.09
 
 

Gezmeyi severim. Aileden gelen bir alışkanlık bu. Ufacıktım gezdiğimi hatırlıyorum. Gezeceğim. Ağ..