Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Ekim '13

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Amerika gezisi notları

Amerika gezisi notları
 

Monument Valley (Monument Vadisi)


Amerika Birleşik Devletleri’nin batı eyaletleri Kaliforniya, Arizona, Nevada ve Utah’da 15 gün süren,  toplam 7500 km. yol katettiğimiz bir gezi yaptık. Bu geniş, büyük, zengin ülkenin eşsiz tabiat manzaralarını; büyük, küçük  şehirlerini gördük. Amerika’ya gelen sömürgeci ve göçmenlerin büyük bir şiddet ve mal hırsıyla bu ülkeye  sahip oluşlarını öğrendik;  kurdukları değişik toplum yapıları ile insanlarını tanıdık. Bu gezide tuttuğum notlarımı bu ülkeyi tanımak isteyen veya aynı geziyi yapmak isteyenler için aşağıda sunuyorum.  

                                              xxx

 12 saat süren uçak yolculuğumuzu kitap, gazete okuyarak, film seyrederek, müzik dinleyerek geçirdik. 9 saat sonra benzin ikmali için Kanada’nın Edmondo havaalanına indik. Kapalı bir havada indiğimiz Los Angeles Havaalanı  ferah bir yapı değildi. Pasaportuma bakan memur bana Türkçe bildiğini göstermek ister gibi bazı Türkçe kelimeleri söylemeye çalıştı. Bizi bekleyen rehberimizle havaalanının yakınındaki Sheraton oteline geldik.

Los Angeles

Zaman farkına rağmen "jetlag" sendromuna yakalanmadan, yani uyku düzenimiz bozulmadan kalktık ve kahvaltıdan sonra Los Angeles’e hareket ettik. 5 şeritli otobana rağmen trafik yer yer tıkandı. Büyük bir şehir olan Los Angeles’e kısaca “El-Ey” deniyor. Şehir dışında genellikle tek katlı bahçeli evler, şehir merkezinde gökdelenler gördük. LA’nın ilk kurulduğu yerde Meksika özellikleri belirgindi.   Hollywood Bulvarı’nda kaldırımda ünlü Amerikan artistlerinin isimleri yere yapılmış yıldızlar içine yazılmıştı; bunların yanında bazı artistlerin ayak ve el izleri de vardı. Bewerly Hills’de artistlerin yaşadığı saray yavrusu evler zenginlik ve rafahı gösteriyordu.  Kırmızı halıdan geçerek artistlerin içeri girdiği, Oscar törenlerinin yapıldığı, Çin Tiyatrosu’nu gördükten sonra Üniversal Film Stüdyosu’na gittik. Filmlerin çekildiği setler çok ilginçti.  E.T, Jurassic Park, Deprem, Miami Vice, Jaws ve Future filmlerin nasıl çekildiğini daha iyi anladık. Öğleden sonra yağmur yağdığından dışarıdaki bazı gösterilere katılamadık. Daha ziyade kapalı alandaki gösterileri tercih ettik. Özellikle bir uçağın içinde uzaya gidiyormuşuz gibi kurgulanan yıldızlar arasındaki yolculuğumuz çok heyecan verici idi. 

Disneyland

Ertesi gün bir minibüsle Disneyland’a gittik. Şansımıza yağmursuz, güneşli güzel bir gündü. Geniş yollardan büyük bir alana ulaştık. Önce trenle bu eğlence merkezini yukardan seyrettik. Burada hayal gücünün sınırı yoktu. Özellikle “Alaaddin’in Sihirli Lambası” isimli Walt Disney filmindeki artistler ve hayvanların kortej halinde, orkestrayla bir masal dünyası görünüşü içinde geçişleri çok hoşumuza gitti. Birçok kuyrukta bekleyerek, yer altında yer üstünde bir sürü eğlence aracına bindik. Durmadan Hamburger yiyen, kola içen çok sayıda şişman Amerikalıyı görüp şaşırdık. Akşam 7’de otele döndük.

Los Angeles-  Arizona-Phoenix

Sabah otel odası hesabını kapatmak için kasaya gittiğimde, orada görevli İran Azerbaycan’ından gelen, Ermeni kökenli bir gençle konuştum. Onun anlattığına göre;  Ermenilerin LA’de büyük bir mahallesi varmış. Pek çok Ermeni, İran Devrimi’nden sonra Amerika’ya göçmüş. Çat pat Türkçe de konuşan bu genç, şivemden Türk veya Macar olabileceğimi düşünmüş.  Heidelberg’de okuduğu için benden Almanya’nın durumunu ve yabancı düşmanlığını sordu.

 Rehberimiz Corina da geldikten sonra, otobüste yerimizi aldık. Şoförümüz Rasti başında şapkası, Jeans’ında büyük  kemer tokası ve ayağında sivri burunlu çizmeleriyle gerçek bir kovboy gibiydi.  Güneşli, güzel bir havada LA’den çıkıp,  küçük bahçeli evleri olan yerleşim bölgelerini geçtik. Yol ve otoban kenarlarında sütunlar üzerinde devasa reklam panoları gördük. 600 km’lik yolumuzun ilk molasını 200 km. sonra çölün ortasında Palm Springs’de verdik. Burası zenginler ve ünlülerin oturduğu,  sunî sulama ile her tarafı yemyeşil bir hale getirilmiş, bakımlı, temiz yolları, güzel evleri, alış veriş mağazalarıyla çölde vaha gibi bir şehirdi. Tekrar seyahatimize devam ederken yolun iki tarafında büyük kaktüsler gördük. Bu dümdüz arazide ufkun göz alabildiğince uzaklarda oluşu, ülkenin nasıl geniş ve büyük olduğunu gösteriyordu. Nihayet Arizona’ya girip, öğle yemeğimizi bir mola yerinde yedik. Vasıtalar  sürat sınırlaması nedeniyle yollarda aşırı hız yapamıyordu. Arizona’nın başkenti Phoenix’e 75 km kala bir mola yerinde durduk. Bir Tır (Track)   parkı da olan bu yerde baktığımız gösterişli tırlardan birinin  kadın olan şoförü sorularımıza samimi cevaplar verdi; bir ev gibi kullandığı şoför mahallini gösterdi. Lokantada bir kahve içtikten sonra yola devam edip, pamuk tarlaları arasından Phoenix’e girdik.  Phoenix gökdelenler, küçük evler, palmiyeler ve değişik ağaçlarla süslü bir şehirdi. Kalacağımız temiz, güzel bir otel olan Hilton’da odamızın önünde, havuz kenarında oturduk.  Bakımlı, temiz, düzenli çevreyi dolaştık. Akdeniz iklimine has portakal, zakkum, mercan, palmiye, sardunya gibi ağaç ve bitkiler gördük.

Phoenix- Grand Canyon

Sabah 8’de bu güzel otelden ayrılıp yola koyulduk. Çölde var edilmiş bu yeşillik, refah, temizlik ve güzelliklerden geçerek yolda dev kaktüslerin yanında durduk. Metrelerce yüksek, iki dişli çatal şeklindeki bu kaktüsler koruma altında imiş. Fotoğraf molasından sonra yolda değişen tabiat manzaraları gördük. Amerika’nın ilk yerlilerine ait, kayaların içine oyulmuş Montezuma’nın kalesine geldik. Etrafta çok sayıda turist vardı. Devam edip Sedano şehrine ulaştık. Burası kırmızı renkli, güzel görünümlü tepelerle çevrili idi. Şehirde her şey turizme yönelikti. Yemekten sonra çam ağaçlarıyla kaplı dağlara tırmanıp dünyanın en büyük tabiat mucizelerinden Büyük Kanyon Ulusal Parkı’na (Grand Canyon’a) geldik. Bir kenarda durup bu nefes kesici, eşsiz, tabiat harikasını seyrettik. Kolorado (Colorado) nehri 466 km uzunluğunda, 400 metre ile 2,4 km arasında değişen genişliklerde olan bu muhteşem kanyonu yaratmış. Metrelerce aşağıda küçük bir dere gibi sakin akan Kolorado’nun bu eseri var ettiğine inanmak güçtü. Buradan tekrar şehre dönüp, bir sinema salonunda tarih içinde bu vadiyi anlatan güzel bir belgesel izledik. Tekrar Kanyon’a gelip, yakındaki otelimize yerleştik. Kalacağımız yer bir Hilton değildi, çünkü burada yapılaşmaya izin verilmiyormuş. Geceyi baraka şeklindeki basit fakat temiz bir odada geçirdik.  2011’de  bölgeye 4 milyondan fazla turist gelmiş. Grand Canyon’un üzerinde güneş batarken, gökyüzündeki harika renkleri ve muhteşem tabiatı seyrettik.

Grand Canyon-Page-Lake Powell

Sabah erkenden uyanıp, çoğu Amerikan otelinde olduğu gibi bu otelde de kahvaltı verilmediğinden kahvaltı için yakındaki kafeteryaya gittik. Bugün ilk iş olarak, yarım saat süren bir helikopter gezisi yaptık ve muhteşem Grand Canyon’u yukardan gördük. 6 kişilik helikopterle Grand Canyon’un bir bölümüne baktık. 9.45’de helikopterden indiğimizde Canyon’u yerde de çeşitli zaviyelerden seyredip, çok sayıda fotoğraf çektik. Daha sonra hedefimiz olan Monument Vadisi’ne (Monument Valley’e)  hareket ettik. Burada Cameron isimli küçük bir Kızılderili yerleşim merkezinde öğle yemeğimizi yedik.  Bizim dürüme benzeyen, arasına acı soslar, avokado, salata, fasulye konulan Tako yedik. Kızılderililer Arizona ve Utah’ın bazı bölgelerinde kendilerine ayrılan “Reservat” denilen  yerlerde yaşıyor. Bizim gördüğümüz yerde Kızılderililer galiba biraz da turistik bir atraksiyon olarak atalarının yaşadığı gibi yaşıyor. Evlerinde elektrik, su yok;  kapılar güneşin doğduğu yönde yapılmış. Evlerin üstünde baca görünüyor. Bütün üretimi kadınlar yapıyormuş. Burada genellikle turizmle uğraşıyorlarmış. Beyazlar, bu ülkenin sahipleri Kızılderilileri yok etmişler, ellerinden bütün topraklarını almışlar. Böyle küçük birkaç yeri katliamlardan kurtulabilen az sayıdaki Kızılderililere bırakmışlar. Gördüğümüz Kızılderililer çekik, siyah gözlü, elmacık kemikleri çıkık ve siyah saçlı insanlar ama kızıl derili değil, esmerler. Monument Valley denilen Amerikan kovboy filmlerinden tanıdığımız düzlüğün ortasındaki kırmızı renkli tepelere geldik. Bu tepelerin aldığı şekiller çok ilginçti. Gerçi Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz bu tepeleri görünce eski bir tanıdığımızı görmüş gibi olduk. Bu bölge Navaho Kızılderililerine ait olduğu için onlar bölgeye giriş parası aldılar.  Burada arazi ekilip biçilmiyor;  yalnız turizm ve hayvancılık yapılıyordu. Kızılderili kadınlar koyun güdüyordu. Monument Valley’den geceyi geçireceğimiz Page şehrine geldik. Lake Powell baraj gölü kıyısındaki bu küçük şehirde yan yana, belki 9-10 tane,  değişik Hristiyan inanç grubuna ait kilise  gördük. Grand Canyon’u ilk defa inceleyen Wesley Powell’in kayığı da şehir müzesindeydi. 

Page- Byrce Canyon

  Page’den saat 9’da hareket edip, bu küçük şehrin yanındaki Laxe Povell barajına gittik. Barajın büyük bahçesinde, çiçek açmış değişik, güzel ağaçlar gördük. Barajın arkasındaki gölü ve daha arkadaki muhteşem dağları seyredip Mormon kenti Kaab’a gittik. Corina’nın verdiği bilgilere göre; Mormonlar daha ziyade ticaretle uğraşıyor, gelirlerinin büyük bölümünü kiliselerine veriyorlarmış. Erkekleri çok kadınla evleniyor, alkol ve sigara içmiyorlarmış. Kadınları daha ziyade ev kadını imiş, gençleri liseden sonra verilen görevle 2 sene gurbette yaşıyormuş.   Yemek molası için 13.30 kadar burada kaldıktan sonra hareket edip Bryce Kanyon Ulusal Parkı (Bryce Canyon Ulusal Parkı’na) geldik. Burası bizim Ürgüp-Göreme bölgesinin küçük bir benzeriydi. Yağmur ve rüzgâr erozyonuyla oluşmuş küçük peri bacalarına bakarken grubumuzdan bir Alman; “Türkiye’de Kapadokya buranın benzeri; ancak orası daha büyük ve çok güzel” dedi. Gerçekten de Ürgüp-Göreme bölgemizin dünyada eşi yok. Daha sonra bize ayrılan küçük odamıza geldik.

Bryce Canyon- Las Vegas

Sabah buradan ayrıldıktan sonra Zion Ulusal Parkı’na (Zion National Park’a) geldik. Burada rüzgâr, yağmur erozyonuyla ve nehir sularıyla oluşmuş granit monolitler gördük. Bu güzel parkta saat 11’de mola verdik.  Güneşli dağ havasında, yemyeşil tabiatın ortasında, dağlardan gelen derenin kenarında büyük keyif alarak gezdik. Tekrar yola koyulduk Mormon şehri St. Georg’a geldik. Burada bir markette alışveriş yaptık, lokantada yemek yedik. Avrupa’dan farklı olarak; insanların, satıcıların güler yüzlü olmasına, hal hatır sormalarına  şaşırdık. Saat 14.30’da Las Vegas’a hareket ettik. Utah’dan çıkıp, Nevada’ya girdik. 2 saat süren bir yolculuktan sonra çöl ortasında kurulmuş bir şehir olan Las Vegas’a ve 1500 odalı, altı kumarhane olan otelimiz Sahara’ya geldik. Saat 18.30’da Las Vegas gece şehir turuna çıktık. Las Vegas eğlence, kumar ve sefahat şehridir. Dünyanın en büyük eğlence şovları, kumarhaneleri buradadır. MGM, Luxor, Mirage, Gold Nugat, Cesar Palast isimli ünlü kumarhanelere girdik. Her birisi müşteri çekmek için muazzam harcamalarla çok büyük abideler, gösteriler, şovlar hazırlamışlardı. Yanardağlar, heykel gibi görünen, hareket eden Roma tanrıları, eski gemi savaşları, eski Mısır hayatı bunlardan bazıları idi. Bu ışık,  zenginlik,  büyüklük insanı hayretler içinde bırakıyordu. Kumarhanelerde gençler yanında, yaşlı insanlar da kumar oynuyordu. Önümüzde yaşlı bir adam kriz geçirdi,  yere düştü. Hiç kimse dönüp bakmadı. Güvenlikçiler ve ilk yardım ekibi geldi adama müdahale yapıldı. Ama etraftaki herkes kumar oynamaya devam etti. Turumuz esnasında Türkçe sesler duyduk. İstanbul’lu bir aileyle tanışıp, konuştuk. Burası aynı zamanda şipşak evlilikler şehri idi. Böyle hızlı bir evlendirme bürosunu ve evlenen bir çiftin seremonisini seyrettik. Gece 23’de otele geldik. Las Vegas’ta hayat yeni başlıyordu. Dışarıda zevkin, kumarın, eğlencenin peşinde olan insanlar, dünyadaki fakirliği, sorunları düşünmeden su gibi para harcıyordu. Neon ışıkları, kumar salonları, büyük oteller ve pırıltılı şovlarıyla burası Las Vegas’tı.

Las Vegas- Fresno

Sabah Las Vegas’da bu devasa otelde açık büfeden kahvaltı yaptık. Burada kumar salonlarına müşteri çekmek için otel odaları ve lokantalarındaki yemekler ucuzdu. 9’da hareket edip çölden geçtik. Tarım ve sanayinin olmadığı bu bölgede rüzgâr ve güneş enerjisinden faydalanmak üzere kurulmuş tesisler gördük. 1880-1910 yılları arasında gümüş çıkarılan, şimdilerde turistik bir kente dönüştürülen Colica’ya geldik. Burada Amerikan kavboy filmlerinde gördüğümüz, aslında yeni Amerikalıların topu topu 200 yıllık bütün tarihlerini oluşturan; eski evler, salonlar, dükkânlar  muhafaza edilmişti. Bu şehirden sonra Kaliforniya’nın verimli ovalarına ulaştık. Corina yolda, Amerikan Eğitim Sistemini anlattı. 5. sınıfa kadar ilkokul, 8.sınıfa kadar ortaokul, 9-12 sınıflar High Scholl denilen lise. 12.sınıf sonuna kadar mecburi eğitim var. İlkokuldan sonra çocuklar kabiliyetlerine göre değişik programlara katılıyor. Üniversite paralı ve üniversite ücreti en az 10.000 dolar civarında imiş. Yolumuz üzerinde üzüm, fıstık, portakal bahçeleri ve bağlar ve hayvan çiftlikleri gördük. Burada kaçak işçi problemi varmış. Güneydoğu Asyalı kaçak işçiler boğaz tokluğuna çalışıyormuş. Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nden beri pek fazla bir şey değişmemiş. Corina burada yapılan hasat şükran bayramını ve bu bayramda mutlaka ailece hindi yendiğini anlattı. Akşam 18.30 ‘da Fresnoda’yız. Western in oteller zincirinin bu temiz otelinde kalıyoruz.

Fresno- San Francisco

 Bugün ilk hedefimiz Josemite Ulusal Parkı. Yavaş yavaş dağlara tırmandık. Bu dağların ormanlarında Sekoya isimli,  boyları 120 metre, genişlikleri 7 metre olan, yüzlerce yıl yaşayan dev ağaçları gördük. Buradan yekpare iri granit tepeleri arasından suyu 700 metre yüksekten akan bir şelalenin yanına kadar gittik. Burada 1,5 saat öğle molası verildi. Dağdan gelen derenin kenarında  bir yer bulup, dün akşamdan aldığımız kumanyalarımızı çıkarıp sandviçlerimizi yerken bu güzel tabiatın ortasında olmaktan ve burada  piknik yapmaktan mutluluk duyduk.Otobüsümüze giderken Berkley üniversitesinde okuyan iki Türk gencine rastlayıp, ayaküstü sohbet ettik.  Sonra gine yola düşüp, dönemeçli yollardan geçip ovaya indik. Bakımlı bağlar, bahçelerden geçtik ve San Francisco’nun banliyölerine ulaştık. Otobanda şeritler 5’e çıktı. Denizi, körfezi ve Golden Gate köprüsünü uzaklarda sisler içinde gördük. Şehir merkezinde Katedral Hill isimli otelimize geldik.

San Francisco

Sabah şehir turumuza China Town ile başladık. Çinliler 1900’lü yıllarda bu şehre gelmişler. Burada iş adamı olmuşlar, lokantaları, dükkânları var. Kimliklerini kaybetmemişler. Şehrin Viktorya tarzı estetik, güzel evlerini gördük. Caddeler cetvelle çizilmiş gibi boydan boya uzanıyordu.  Şehrin yüksek tepesi Twin Peaks’dan San Fransisco’ya baktık. Pasifik ilerde sisler içindeydi ve San Francisco dar bir alana sıkışmış alımlı bir şehirdi. Burada işportacılar satış yapıyordu. Gruptakiler satılan ünlü markaların taklidi Çin işi tekstil ürünlerini kapıştı. Nadide ağaç ve bitkileri, çim sahaları olan güzel Golden Gate Parkı’na gittik.  Hırçın dalgaları kıyıyı döven Pasifik’in kıyısına indik. Golden Gate köprüsü yakınına geldik. Bu köprü üzerinden günde 100 bin araç geçiyormuş. Golden Gate ismi bizim Altın Boynuz’u yani (Golden Horn) Haliç’i hatırlattığı için böyle adlandırıldığı söyleniyor. Köprüyü Amerikan filmlerinden tanıyoruz. Şehrin simgesi olan bu köprü 1933-1937’de mimar Strauss tarafından Pasifik’le içdeniz arasında güzel bir yerde 2 km. uzunluğunda yapılmış. Belediye binası, iş merkezi Union Square’yi İtalyan, Rus, Japon bölgelerini, şehrin özelliği olan tramvaylarına binerek tanıdık. San Francisco aynı zamanda homoseksüellerin şehri olup, her 8 evlilikten biri eş cinsel evlilik imiş. homoseksüellerin ayrı mahalleleri var; bunlar Hollywood’da gördüğümüz gibi evlerine eş cinsellerin sembolü olan gök kuşağı bayrağını asıyorlar. Şehir nüfusunun üçte biri eş cinsel imiş.  Amerika’da en fazla intihar olayı,   AİDS gibi cinsiyet, seks hastalıkları en fazla bu şehirde yaşanıyormuş. Uyuşturucu kullanma da bu şehirde had safhada imiş. Şehir merkezinde gece kimse sokağa çıkamıyormuş. Polis birçok olaya müdahale edemiyormuş. Burada refah, zenginlik yanında sefalet ve fakirlik görülüyordu. Birkaç basit eşyasını alış veriş merkezi arabasında taşıyanları, saç sakal dağınık, banklarda uyuyanları, dilencileri cadde ve parklarda gördük. Şehir turumuzun son durağında Fisherman’s Whaft denilen Balıkçı İskelesi’nin bulunduğu yere gittik. Çeşit çeşit balıkçı dükkânı, hatıra eşya satan dükkânlar, kahve ve lokantalarla renkli, bambaşka bir dünya idi. Yemekten sonra liman turuna katıldık. Golden Gate köprüsünü, Alcatraz isimli adayı ve üzerindeki eski ünlü hapishaneyi ve denizden şehri gördük. Burada güzel, fakat bakımsız İstanbul’umuzu  düşündüm. İç denizdeki yelkenlileri seyrettik. Bir saat süren yolculuktan sonra karaya çıktık. Daha sonra şehre tramvayla gittik. Şehirde dolaştık. Geç saatlerde otelimize geri döndük.

 Bu güzel şehirdeki ikinci günümüzde rehber olmadan gezdik. Macy’s isimli büyük bir mağazada alış veriş yaptık. Union Square’ye gidip orada San Francisco’nun sembolü Cable Car’e bindik. Salkım saçak insanlarla şehrin dik caddelerine tırmandık. Beğendiğimiz Fischerman’s Wahrf’e bir daha geldik. Burada dükkânlara baktık. Eşim Günay bir hediyelik eşya alırken “elindeki parayı göstererek “Para buna yeter mi?” diye bana Türkçe sordu. Ben daha cevap vermeden satıcı bize Türkçe olarak “evet yeter” dedi. Turgay isimli bu satıcıyla tanıştık. Kendisi İstanbullu imiş, 20 yıldan beri USA’da yaşıyormuş. Bize Türkçe gazete alabileceğimiz dükkânı tarif etti. Ona veda edip,  otobüse binerek China Town’a geldik. Burada gezdik ve alışveriş yaptık.  Oradan elimizdeki şehir planına göre Georgy str. Yürüyüp orada uluslararası gazete ve dergilerin satıldığı dükkânı bulduk. Burada Türkçe gazete olarak yalnız Hürriyet’in Amerika baskısını bulup, aldık. Günler sonra Türkiye haberlerini merakla okuduk.  Otele yakın bazı sokaklardan geçerken dilenen sefalet içinde yaşayan insanları ve döküntü evleri gördük. Daha sonra otelimize geldik.

San Francisco-Santa Maria

Sabah erkenden San Francisco’dan ayrıldık. Deniz kıyısındaki. 17 Mil Yolu (17 Mile Drive) denilen yola geldik. Burada tabiat gerçekten çok güzeldi ve çok iyi korunmuştu. Güzel evler, golf sahaları, güzel yollar, harika bir bitki örtüsü, ağaçlar ile Alfred Hitchcock’un “Kuşlar”  filmini çevirdiği evi  gördük. Buradan Monterey/Carmel’e geldik. Çok güzel bir yerdi. Öğle yemeğimizi Monterey’de yedik. Burası balıkçılık ve turizmle geçiniyor. Sahilde yürüdük. Carmel ise ünlülerin yeri. Güzel evleri, ağaçları, çimenlik sahalarıyla harika idi. Kıvrıla kıvrıla giden romantik bir yoldan Santa Maria’ya ulaştık. Her taraf yemyeşil küçük yerleşim bölgeleriyle dolu idi. Kaliforniya burada fazla konut yapılmasına ve iskâna izin vermiyormuş. Toprağınız olsa bile yapılan eve su ve elektrik bağlanmıyormuş. Böyle bir hizmet için 15-20 yıl bekleniyormuş. Yolda gördüğümüz güzel evleri seyretmek için mola verdik. Günay’la buraları vatanımızın bazı köşelerine benzettik. Evet, vatanımızda çok güzel yerlerimiz var. Fakat biz o güzellikleri korumasını bilmiyoruz. Belli bir kuralımız, disiplinimiz yok. Kaçak yapılaşmaya, çarpık kentleşmeye izin veriyoruz. Güzel ülkemizi mahvediyoruz. Canlıları yok ediyoruz. Amerika’da Fast Food’la beslenen çok şişman insanlar görmekle beraber, sağlıklarına çok düşkün koşan, spor yapan insanlar da gördük. Sigaranın açık havada bile içilmesini istemiyorlar. Amerikalılar ülkeleriyle çok gururlular. Gelecek nesillerini düşünüyorlar. Demokrasiyi herkesin her şeyi yapma hürriyeti olarak düşünmüyorlar.17 Mill Drive nasıl bakımlı idiyse, diğer yerlerde de acayip yapılaşma görülmüyor. Dağlar tepeler hep çiçekle dolu idi. Akşam 7’de Santa Maria’ya otelimiz Best Western’e ulaştık.

Santa Maria – Los Angeles

Sabah yola koyulduğumuzda 101 numaralı otobanda Danimarkalı bir ailenin öyküsünü dinledik. Andersen isimli kadın geçen yüzyılın başlarında bu yolun işlek olacağını düşünerek en güzel yaptığı yemek olan bezelye çorbasını pişirip satmaya başlamış. Anderson ailesi gastronomi işiyle milyoner olmuş. Şimdi bu işi Ramada oteller zinciri almış. Zamanında aklını kullanan cesaretli olan bu ülkede zengin olmuş. Yolumuzun üzerindeki bu Danimarkalıların köyüne girdik. Burada Danimarka köy folkloruna ait  eşyalar ve yiyecekler satılıyordu. Buradan Santa Barbara’ya geldik. Burada önce yerlileri zorla Hıristiyanlaştırmak için kurdukları ilk kiliseyi gördük. Her türlü pisliği, hastalığı bu insanlara bulaştırmışlar. Ellerinden topraklarını almışlar. Şimdi koca bir halkın yerinde yeller esiyor. Kilisede bu yerlilerin mezarlarını gösterdiler. Bu ikiyüzlü insanlığa şaşırıyoruz. Bugünkü zenginliklerini o insanların kan ve gözyaşı üzerine kurmuşlar. Afrika’dan getirdikleri zenci köleleri de ucuz işgücü olarak çalıştırmışlar. Şimdi de değişen bir şey yok. Meksika’dan diğer Asya, Amerika ülkelerinden gelen modern köleleri de boğaz tokluğuna çalıştırıyorlar. Erdemsiz bir toplum kurmuşlar. Dinler, diller mozaiğinden bir ülke var etmişler. Bu ülkede paran varsa itibar görüyorsun. Hastalık sigortası, sosyal güvenlik sistemi iyi değil. Burada Avrupa’daki sosyal devletten söz edilemez.

Santa Barbara ismi elim bir olaydan dolayı uunutamadığımız bir yerdi.   Burada 1973 yılında M.Yanıkyan adlı fanatik bir Ermeni, Bahadır Demir ve Mehmet Baydur adlı iki konsolosumuzu Baltimore oteline davet edip, pusuya düşürerek şehit etmişti. Bu menfur olaydan sonra Ermeni Asala örgütü düyanın çeşitli ülkelkerinde 40’a yakın diplomatımızı şehit etmişti. Batılı Devletler bu cinayetlere karşı kıllarını bile kıpırdatmamıştı.

Santa Barbara’nın geniş sahilinde palmiyeler altında dolaştık. Burada bir lokantada öğle yemeğimizi yedik. Koşan, bisiklet süren, güneşlenen, tekerlekli ayakkabı süren insanlar arasından geçtik. Şehrin etrafını yemyeşil dağlar çevreliyor, çatıları eski tarz kiremitlerle kaplı, beyaz boyalı evler manzarayı tamamlıyordu. Her tarafı begonviller, palmiyeler, çiçekler süslüyordu. İskelede balık tutan insanlar arasında pelikanlar gördük.İki saatlik molamız çabuk bitti; Santa Barbara’dan ayrıldık.101 numaralı otobandan Los Angeles’in sayfiyesi Malibu’ya ulaştık. Boş zaman geçiren insanlar geniş sahilleri doldurmuştu. Zenginlerin villaları yanında döküntü evler, elektrik ve telefon kablolarının açıkta dışarıdan dağınık bir şekilde evlere verildiğini gördük. Gine de kaçak yapılaşmaya izin verilmemiş. Los Angeles’e büyük bir trafik sıkışıklığıyla girdik. Seyahatimizin başında kaldığımız Sheraton oteline indik.

 

 Amerika Birleşik Devletleri’nin batısında 4 eyalete yaptığımız gezide, bu büyük ülkenin bitki örtüsünü, değişik tabiat şekillerini, büyük, küçük şehirlerini gördük; günümüz Amerikan toplumunu ve insanlarını tanımaya çalıştık.  Amerika; günümüzde bazı Türkler için bir model olsa da,  Amerika’nın Türkiye’den çok farklı tarihi, ekonomik ve sosyal yapıya sahip olduğunu anladık.

 

 

Kasım / 2013

 

www.zekionsoz.com

 

 
Toplam blog
: 100
: 2186
Kayıt tarihi
: 28.01.12
 
 

1945 Bayburt'ta doğdu. Yüksek öğreniminden sonra çeşitli liselerde öğretmen ve yönetici olarak ça..