- Kategori
- Tiyatro
Gılgameş
http://www.devtiyatro.gov.tr/web/oyunlar/oyun0928.html
İsminin başında isyan varsa
Hiçbir ölüm adını ağzına alamaz
Tanrılar itaat edildikçe
İnsanlar isyan ettikçe büyüdü
İkisinin de adı ölümsüzlüktü
Terkedilen bir yılan derisinde bitmedi bu öykü
Gılgamış’tan sonra tufandı!..
Ve fırtınaya üflenen her nefeste bu öykü vardı
Denizleri taşıran her damlada
Dağları aşıran her kayada
Gılgamış’ın adı yazıldı.
Senin “sır” dediğin bu hikâye benim emanetimdi
Taşıdım Gılgamış.
İsmin benim dilimde ölümsüzdü artık.
Tanrılardan kaçırdım hikâyeni Gılgamış, insanlara armağan ettim.
Enkidu öldü... Sen öldün...
Suyun sırrı toprağın kalbine aktı.
Yılan hâlâ derisini değiştirmekte…
Bir kemik kaldı geriye… bir de büyük hikaye
Ve bu hikâye daha bin tufana gebe.
Gökhan Aktemur
İlk gösterimini Konya Devlet Tiyatrosu’nda yapan, dünyanın ilk yazılı destanı “Gılgameş” İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi’nde Ankara seyircisiyle buluştu. Biletler iki hafta öncesinden tükenmişti, Ankara’da kapalı gişe oynadı. Bu durum her zaman için bir başarı göstergesi olmasa da, Gılgameş için durum başkaydı. Reklamı yapılmamış, medyatik oyuncuları olmayan, dünyanın ilk yazılı destanının anlatıldığı bir oyunun bu kadar ilgi görmesi daha izlemeden beni heyecanlandırmıştı.
Gılgameş, Devlet Tiyatrosunun 60. yılında 60 yeni yerli oyunun ilk kez sahnelendiği oyunlardan birisi. Şirin Aktemur Toprak ve Gökhan Aktemur yazmış Gılgameş’i. Umut Toprak ise oyunu yönetmenin yanı sıra oyunda Enkidu’yu canlandırıyor. Gılgameş’te Umut Toprak’la birlikte usta oyuncu ve Konya Devlet Tiyatrosu Sanat Yönetmeni Tomris Çetinel oynuyor.
Gılgameş’le ilgili okulda ezberletilmiş olan tüm tarih ve edebiyat bilgimin uçup gittiğini, hiçbir şey hatırlamadığımı fark ettiğimde oyuna gitmeden önce internette kısa bir arama yaptım.
Gılgameş Destanı, tarihin en eski yazılı destanının adı olup, 12 kil tablete Akad çivi yazısı ile kaydedilmiştir. Tabletlerde kırıklar ve kayıp satırlar bulunmaktadır. Uruk kralı Gılgameş'in ölümsüzlüğü arayışının öyküsünün anlatıldığı destan aynı zamanda Nuh Tufanı'nın daha eski sürümünü de barındırmaktadır. Gılgameş, en yakın dostu Enkidu'nun ölümünün ardından giriştiği ölümsüzlüğe ulaşma çabasının nâfile olduğunu ve Tanrı Enlil’in öğütleriyle, insanın ancak büyük bir ad bırakmakla ölümsüzlüğe erişebileceğini kabul etmiştir.
Özetinin özetini yazdığım bu destanın ve kahramanlarının süzgeçten geçirilip de, iki kişilik bir oyunda, yaklaşık bir buçuk saatte, birkaç metre karelik sahneye nasıl sığacağını kafamda tasarlayamadım. Heyecan içinde izlemeye gittim.
Ve perde açıldı;
Tomris Çetinel oyunda anlatıcı rolündeydi. Destanda yazılan her bir karakterin ruhuna girerek anlattı bize olanı biteni. Sesi en büyük gücüydü ve her karakter için ayrı bir ses vardı cebinde, bazen kükreyerek bizi korkutan, bazen ürkek, titreyen bir sesle bizi duygusallaştıran.
Umut Toprak ise, oyunun büyük bir kısmında konuşmadan sadece beden diliyle iletişim kurdu bizimle. Sahnede kelimelere sığınmadan mimik ve hareketleriyle, seyirciye bir şeyler anlatabilmek oyunculuğun en zor noktasıdır sanırım. Umut Toprak da, Enkidu’nun yaban halinden ehlileşmiş haline kadar olan süreçlerin tamamında bunu başarıyla gerçekleştirdi.
Sahne tasarımı çok başarılıydı. Dekorlar, kil tabletlerin fonda olması, Tomris Çetinel’in kostümü, destanda anlatılan Gılgameş’in Enkidu ile karşılaşmadan önce elinden bırakmadığı davul ve tokmağı, sahnenin belli yerlerde yükselip alçalması ve Nuh’un Gemisi’nin anlatıldığı bölümde Tufan sırasında yükselen dalgalar gerçekten çok etkileyiciydi.
Destan anlatılırken, ruhun gıdası olan müzik fonda değil, sahnede seyircilerin karşısında canlı olarak çalmaktaydı. Şirin Aktemur Toprak, Ex-Press oyununda da müziği canlı olarak sahnede kullanmıştı. Bunun insanı etkileyen bir unsur olduğunu düşünüyorum. Sinemada müziğin etkileme gücü çok fazla kullanılan bir teknik ama tiyatroda bu kadar etkin kullanıldığını Şirin Aktemur Toprak’ın izlediğim iki oyununda tanık oldum. Belki de, sinema filmlerinde yapıldığı gibi “soundtrack albümü" çıkartıp, oyunun müzikleri şeklinde oyun sonunda satışa sunulabilir, -ki çok büyük ilgi göreceğini düşünüyorum.
Gılgamış Destanı'nın en önemli özelliklerinden biri de, anlattığı "Tufan" öyküsünün, üç büyük dinin Kutsal Kitapları'nda yer alması ve "Gençlik Otu" öyküsünün, Türk-İslam dünyasının "Lokman Hekim" söylemine benzemesidir. Tek tanrılı dinlerde bu destandan birkaç hikâyede, benzerlik bulmanız olasıdır. Oyunun sonunda da, çok güzel bir teknikle duvar yazısı şeklinde Tevrat ve Kuran’dan bazı notlar veriliyor.
Oyunu eleştirebileceğim tek bir nokta var. Tek perdelik bir oyun yerine, iki perde hatta belki de üç perde ile daha uzun bir sürede, daha fazla oyuncu ile oynanmış olsaydı, hikâyenin çok katmanlı olması sağlanırdı. Ayrıca Gılgameş Destanı hakkında ön bilgisi olmayıp da, ilk defa sahnede tanışanlar için anlaşılması daha kolay olurdu. Bu büyük destanın iki kişi ile oynanması çok riskli olsa da, Gılgameş oyununda, oyuncuların yüksek performansı ile bu risk bertaraf edilmiş durumda. Ancak oyun yazarlarının "bu hikâye daha bin tufana gebe" cümlesinden Gılgameş oyununun devamı olacağını ya da değişik versiyonlarla tekrar karşımıza çıkacağına inanıyorum.
Tiyatroya gitmeden önce internetten araştırıp okuduğum birkaç kaynakta; 2/3 tanrı olduğu için Gılgameş’in kendini bir tanrı gibi görmesi ve halka zulmetmeye başlamasından bahsediliyordu. Oysa sahnede çok başka bir Gılgameş vardı. Ben okuduklarıma göre halkına zulüm eden bir Gılgameş beklerken, oyunun yazarı Şirin Aktemur Toprak bana farklı bir Gılgameş gösterdi. Kafamda "Acaba yazarın görmek istediği Gılgameş mi gösterildi?" sorusu oluştu.
Tüm sanat dallarında, insanı bilgilendiren ya da kendi içinde biriktirdikleriyle yeni sorular oluşturup insanları harekete geçiren bir güç vardır. Ve Gılgameş oyunu beni harekete geçirerek, belki de yazarın oyunu yazarken amaçladığı şeye ulaşmamı sağladı.
Gılgameş benim için perde kapandıktan sonra sahnede kalmadı. İlk işim Muazzez İlmiye Çığ’ın 2000 yılında yazdığı “Gilgameş Tarihte İlk Kral Kahraman” kitabını okudum. Okuduğum kitap 10. baskıydı ve içinde güncellenen bilgiler de vardı. Muazzez İlmiye Çığ’ın yakın zamanda öğrendiği bir bilgi de; Gılgameş’in adının Bilgameş olduğuymuş. Bil:Bilen kişi. Meş:Herkes tarafından saygı duyulan kişi demekmiş. Oyun yazılırken ünlü Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’dan yardım alınmış. Bu yeni ve bir o kadar da önemli olan bilgi Bilgameş’e duyulan saygı ile oyuna da eklenmiş.
Kitabı bitirdiğimde, bir destanın tamamını okumadan, özetini okuyup da yorum yapmanın ne kadar da yanlış bir şey olduğunu öğrendim. İnternette var olan birçok kaynakta Gılgameş ile ilgili yanlış bilgiler yazıldığını gördüm. Eğer oyunu izlememiş ve kitabı okumamış olsaydım, Gılgameş halkına zulüm eden bir kral olarak kalacaktı benim kafamda. Oysaki tam da oyunda gösterildiği gibi tarihteki ilk (belki de tek) “Kahraman Kral”mış Gılgameş. Devlet için var olan halk değil, halkı için var olan bir devlet anlayışını uygulamaya çalışan bir kralmış Gılgameş. Kendini halkının ve şehrinin özgürlüğüne adayan bir bilge.
Öyle ki destan içerisinde anlatılanlara baktığımızda 4000 yıl öncesi de olsa, kral tek karar alma mekanizması değilmiş. Demokrasi ile yürütülen pek çok ülkede “kral”ların aldığı kararlar geçerli iken, krallıkla yönetilen Uruk’ta, Gılgameş iki farklı kurul oluşturmuş. Destanda, Gılgameş'in önemli kararlar alırken bu kurullara danışmakta olduğunu okuyoruz.
“…Kiş Kralı Agga “Uruk, benim yönetimim altına girecek!” diye haber göndermişti. Bak hele! Kolay mıydı Gılgameş gibi bir kralın ve şehrinin başka bir yönetime alınması. Yine de Gılgameş ona karşı hemen askerlerini toplayıp savaşa çıkmamış, önce halkının buna ne diyeceğini öğrenip, ona göre davranmayı doğru bulmuştu. Bunun için şehrin yaşlılar meclisini toplamış, onlara “Kiş Kralı Agga” şehrimizi yönetimine almak istiyor. Ne dersiniz, savaşıp özgürlüğümüzü vermeyelim mi, yoksa boyun eğip onun yönetimine girelim mi?” diye sordu. Gılgameş, onların verdiği cevaba şaşırıp kalmıştı: “Aman” demişlerdi, “savaş edip öleceğimize, onun yönetimine giriverelim!” Gılgameş, hiç beklemediği bu yanıta, “Ne garip” diyordu, “yaşlılar ölümleri yaklaştıkça daha çok ölümden korkar oluyorlarmış”. Gılgameş aynı soruyu gençler meclisine yöneltmişti. Onlar hiç düşünmeden, “Ölsek bile savaşalım. Özgürlüğümüzü kimseye kaptırmayalım” demişlerdi.” (Muazzez İlmiye Çığ, “Gilgameş Tarihte İlk Kral Kahraman” 10. basım, syf.15)
Tam da bu noktada aynı kaygıyı duyup, düşüncelerini bir röportajda açıklayan Umut Toprak şunları söylemiş:
“Dünyanın ilk bilinen şehri Uruk’un kralı Gılgameş’in öyküsünü anlatırken bu şehrin bugünkü Irak topraklarını da kapsaması, Uruk şehrinin bugünkü Irak’a adını vermiş olması ayrıca anlamlıydı bizim için. Çünkü bugün, modern çağın insanı olarak uygarlığın başladığı yerde adeta uygarlığı bitirdiler. Uygarlığın ilk verilerinin bulunduğu, insanı yücelten kültürel yaşam biçimlerinin oluştuğu Mezopotamya’da yeni bin yılda özgürlük adı altında savaşı, yıkımı, katliamı gördük.
....
Size oyunla ilgili önemli bir detay vermek istiyorum. Bilgi ve belgeleri incelerken çok önemli bulduğumuz bir ayrıntı bu. Olaylar bugünkü Irak'ta geçiyor. Yani ABD'nin “Demokrasi götüreceğim” diyerek yok ettiği bir ülkede... Çok trajikomik bir durum. Ayrıntı ise şu: O topraklarda zaten dört bin yıl önce demokrasi varmış.
...
Gılgameş bize şu sorgulamayı da getiriyor: “Bunca yüzyıldan ve bunca gelişimden sonra insanlığın geldiği nokta nedir?” İnsan yine bir takım güçler karşısında çaresiz, yine karşısındaki büyük güçlere karşı başkaldırdığı için kahraman…”
Turnede olan Gılgameş oyunu olur da yaşadığınız şehre gelirse, kaçırmayın izleyin.
Gılgameş'i izleme şansınız olmaz ise Muazzez İlmiye Çığ’ın Gılgameş destanını hikâyeleştirerek anlattığı “Gilgameş Tarihte İlk Kral Kahraman”ı okumanızı tavsiye ederim.
Ölümsüzlüğün sırrını çözmek isterken aslında aradığı başka bir şey vardı Gılgameş’in. Ve onun hikâyesi, toplumun geri kalanından daha cesur ve daha bilge olan her bireyin yaşadığı yalnızlık ve aradığı şeyin peşinden koşarken yaşadıklarını anlattığı bir yol hikâyesidir.
Umut Toprak’ın sorduğu soru, cevabını bekler. Ancak düşününce verilebilecek çok da anlamlı bir cevabı yoktur bu sorunun. 4000 yıl önce kil tabletlere yazılmış olan bir destan, uzay çağını yaşadığımız şu günlerde, hâlâ yaşadıklarımıza tercüman olabiliyorsa, soruya cevap vermektense soruyu yinelemek daha doğru bir hareket olur bence;
“Bunca yüzyıldan ve bunca gelişimden sonra insanlığın geldiği nokta nedir?”