Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Haziran '10

 
Kategori
Deneme
 

Gılgamış'ı gıdıklarsak

Gılgamış'ı gıdıklarsak
 

18 yaşındaydım. Van’lı bir arkadaşım vardı. Hakim Diko! Uzun bir süre, fakülteden hemen sonra ayrılan yollarımızı Fatih Anıt Parkına kadar birleştirirdik, Beyazıt Meydanından parka kadar ağzımızda yuvarlanan kelimelerle. Ve bir bankın iki ayrı köşesinde aynı iki kitabı okurdu, aynı şeyleri düşünmeyecek olan iki insan. İkimizin de çıkış noktaları birbirine çok yakındı, ikimizin de düşünce eylemeni tetikleyen nedenler aynı elin avucundaydı. Yine de çok farklı düşünürdük, aynı düşünceleri bile çok farklı ifade ederdik. O avuçtan kurtardığımız nedenlerle çoğu konuda farklı iki kişi olurduk.

Tanrı’yı tartıştığımız günü hatırlıyorum da, bana; “Tartışmasını bile yapmamız O’nun var olduğunu gösterir” demişti. Arkanda bir canavar var demiştim. O da bana: “Var veya yok, bunu seninle tartışmadan da arkama baktığım zaman seni yalancı veya haklı çıkartabilirim, ama sen arkana değil nereye bakarsan bak beni yalancı çıkartamazsın, bu da benim haklılığımı da düşündürmeli” demişti. “Hayır, tartışmadan önce arkana dönüp bak gerçekten orada bir canavar var, seni parçalamak üzere, ama sen onu zaten göremeyeceksin, onu ben görüyorum sadece, şimdi sen bana inanıp, korkup kaçacak ve kendini kurtaracak mısın, yoksa cesurca canavar seni parçalayana kadar benimle tartışmaya devam edecek misin?” demiş ve devam etmiştim. “Bir insanın korkması, sadece bir insanın korkması, bulaşıcı bu demiştim, çünkü aynı ortama ve aynı nedenlere bağlı bu korku çözülmesi demiştim, bana inanacak olsan, kaçarken yalnız kaçacaksın. Çünkü sana canavarın dostu olduğumu, bana zarar vermeyeceğini de söyleyeceğim.

Bu seni daha da ürkütecek. Sonra parktaki insanlara sadece benim görebildiğim canavarı anlatacaksın, kaçtığın yere onları da çağıracaksın, çünkü görmediğin bir canavardan korkacak biri olman, seni yalnız kalmaktan da korkan biri, görünmeyen bir canavar karşısındaki korkaklığından çok daha fazlası yapacak. İnsanlara bu canavarı sen de görüyormuşsun gibi anlatacaksın. Ve insanları da yanına alabildiğin zaman canavarın varlığına rağmen yaşayamaya başlayacaksınız. Görünmeyen bir gücün yarattığı korkuların çizdiği bir yaşamı görüntüleyenler olacaksınız.”

Gülmüştü bana: “Herkes mi korkak, hem benim korkak biri olmam üzerine kurdun tüm hikâyeni, belki ben arkama döndüğüm zaman senin gördüğün canavarla dost olabilmeyi tercih edecektim. Ve ortada dostluk kurabileceğim ya da beni parçalayacak bir canavar olmadığını görecektim. Haydi, hikâyene şimdi devam et” demişti.

“Buraya kadar tamam, sen korktum, kaçtın, yalnız kaldın ve canavardan duyduğun korkunun yalnızlığıyla korkuttun, korkaklarla dediğim noktaya kadar geldin hikâyeye dediğin gibi devam edelim hatta ortasından keselim, benim canavarla dostluk yaptığım bu parka gelip, bana ve canavarıma inanmadığını söyleyecek biri çıksın ve benim canavarım onu parçalayamasın. Ama ben artık bir korkaklar ordusuna ve onların hayatlarına sahibim. Hayatta olduğum sürece sahibi olduğum bu korkak hayatlardan biriyle bu cesur adamı yok edebilirim, benden sonra ise size çok sabırlı bir canavar hikâyesi bırakabilirim: siz korkaklar, sizin gibi görünen her şeyin işinize gelmemesini bu canavarın arada taşan sabrı sanarak devam edebilirsiniz benden çok sonra da bu hikâyeye” demiştim.

- Hayır, hikâyene benle devam et, ben korkmadım ve canavara inanmadım ve haklı da çıktım. Kimseyi de korkutmadım.

- Başka bir korkak bulurdum.

- Hiç kimse korkmuyor İmi. Hikâyen seninle başlıyor, bu parkta başlıyor, herkes seninle aynı zamanda aynı yerde. Şöyle düşün: herkes olabildiğince cesur ve canavara meydan okuyor. Kendi var ettiğin bir korkunun üzerine kendi hikâyeni yazıp, tanrı’yı yok ettiğini ve bunu yapmak isterken de aslında bir Tanrı korkusuna sahip olduğunu ve tanrıyı bu şekilde de var ettiğini göremeyen asıl korkağın kendin olduğunu düşün?

- Neden bir tanrıdan korkayım ki?

- Ben neden bir tanrının olmamasından korkayım?

Zafer Diko’nundu. Tanrı’nın varlığını o zaman o anda yeniden kabul ettiğim için değil. Diko’yla ilk defa aynı noktaya yanaşmıştı düşüncelerimi taşıyan gemiler. Tanrı’nın varlığı söylemi insanın korkularından ötede bir şeyle ortaya konulmuş olmalıydı. Korkaklık insanın gidebileceği, varabileceği şeydi, ama geldiği yer, orası korkaklık değildi.

O yaşlarda bile iyi bir Arapçaya sahiptim. Kuzenimse benim Arapçamdan daha da iyi bir İbranice ile her zaman yanımdaydı. Diko’nun bile yanıtlayamayacağı soruları soracağım çoğu şey elimin altındaydı. Ama şimdi itiraf edebilirim ki, sahip olmak bazen şuna benziyor: Bir yol ayrımına sahip olmak, bazen de bir yolun başına sahip olmaya benziyor. Ve yetmiyor o sahiplik, o yol ayrımında hangi yola girmen gerektiğine karar vermene veya sahip olduğun yolun başından yolun sonuna doğru yol alayım dediğinde yolun devamına ve etrafına sahip olamadığını görüyorsun.

Bilmenin, farkına varmak, anlamak yerine geçmediğini gördüğümde ise erteledim ve bekledim hep. Anlamayı ve farkına varmayı. Şimdi asla şunu diyor değilim, anladım ve farkına vardım. Yol aldım beyler. Daha çok bilerek, biraz daha anlayarak ve farkına vararak.

Yol aldım çünkü Tufan’ın hikâyesiyle dün de karşılaştım. Ama sorgulayarak anlamaya çalışarak ilk karşılaşmam ise günlüklerimden teyit ettiğim zaman görüyorum 14 yaşıma uzanıyor.

Gılgamış destanında kral Gılgamış’dan biricik dostu Enkidu’yu ölüm alınca Gılgamış, Tufan’dan kurtulan Utanapiştim’den ölümsüzlüğün otunu almak istiyordu. Utanapiştim’e sonsuz yaşam otunu, Tufanı yapan Tanrı Enlil, hata yaptığını anlayarak veriyordu. Ama Utanapiştim, ölüm sularının altından geçerken bu otu düşürüyordu.

14 yaşında biliyor olmam, bu hikâyeyi, o yaşın bilmeye yetiştirebildiği her şeyle, sahip olduğu farkında lığına, anlağına şunları söyletmiş benim acı günlüğümde:

“Otu kökünden alıp da kaybetmedi ya. Bir tutam ot kaybettiğini varsayalım! Ha gayret öyleyse insanoğlu. Çok ot birisin demenin bile bir anlamı varmış, ot be ot bildiğin ot. Hayatı sonsuz yapacak olan değil devam ettiren ot. Babam bana Nuh’tan bahsetmişti, baksana burada bir yığın tanrı var. Hangisi benim tanrım acaba?” 30 Mart 92

Haydi! Biraz daha farkında olmamıza katkısı olacak mı bilemeyiz ama bunları yazdığım Büyükada’da benden bir güne kalalım, bir de bu yazıyı okuyanlara -Ada’dan değil, oraya giden herkes orayı görecektir zaten- Ada’dan güneşe baktığım zaman ne gördüysem onu hediye etmiş olalım.

Büyükada

Paytonlar birbiri ardına
Ada yorulmuş ve tanık
Adalılar belli daha yanık
Daha rahat ve kaygılı

İki seleli, iki pedallı
İki sevgiliyle bir bisiklet
Adayı şahit yapmak için
Aşkla tırmanıyor yokuşu

Onlar gerçek sevgili
İkisi de yük değil birbirine
İkisi de pedal çeviriyor
Ve mutlu, aşk yüklü bisiklet

Ada şahit, makinen niçin değil
Soruyordu, yüküyle bana havil
Yüreğim buruk, çekmedi makinem
Şiir dedi sana aşktan düşen dem

Çım tak Çım Tak Çım Trak
Paytonlar geçiyor boş, dolu
Payton da puro içen sarımtırak
Bende arıyordu keyfe giden yolu

Makinem dokunsun diye ona
Püfürdüyordu purosuyla bana
Makinem buruk, gelmedi içimden
Şiirinde olacağım demiş içinden

Uzaklardan bir anne, sesi uzak
Bisiklet süren bir küçük çocuk
Annenin sesi yetişir mi bisiklete
Benim sesim yetişir mi anneme

Ve bir aile, öylesine mutlu ki
Köpekleri de bunu hak ediyor
Ve benden göbekli babaları
Hak ediyor olmalı bu aileyi

Dondurmalarını yiyorlar
Eriyen sanki benim kalbim
Babanın arkasında köpek
Sallıyor kuyruğunu, makinem

İşte şimdi güneş batıyor
Senin payına düşen başlıyor
Keyifli misafirler hüzünle dönüyor
Hüzünlü yüreğin, keyifle bekliyor
Hüzün benim yüreğim
Keyif benim makinem

İşte batan bu güneş
Benim düş emeğim

27 Haziran Büyükada

Bu şiirle ve sadece düş emeğimle, batan güneşle dönecektim belki de Büyükada’dan. Ama son vapuru beklerken yakınlarda bir kahvede İngiltere ve Almanya vardı. Ve bir adam daha vardı. Bir İngiliz’in tanımadığı, hiç görmediği annesine küfreden bir adam. Ben oradaydım, benim çok yakınlarımda buna şahit olmayı hak etmeyen birkaç ufak çocuk daha oradaydı. Ve sanki diğerleri de hak ediyor muydu? Bir ses, güçlü bir ses olmalıydı, kimdir buradaki yürekleri huzursuz eden diye bağırmalıydı? Ses gelmedikçe, daha güçlü çıkmalıydı o ses ya da bir koro söylemeliydi bunu. Hoş o ses ben söyledim diye ortaya çıkacak olmasaydı bile, ortaya çıkamaması yeterdi dostlar. Bir daha, diğer bütün yüreklerin kendi yüreği kadar sıradan tınılara, kendi heyecan refleksi kadar sığ tepkilere gelemeyen, ona benzemeyen diğer yüreklere saygı duyardı. İşte yıllar öncesine Diko’nun sorusuna dönme nedenim de buydu? Ben Tanrı’dan var olma ihtimalinden korkuyordum? Şimdi, “Kim benim kulaklarımdan yüreğime anneye edilen bir küfrü sızdırdı, kimdir benim yüreğimi huzursuz eden?” diye ortaya çıkmaktan korktuğum için… Aynı bu şekilde korktuğum gibi…

Beni var edene, şimdilerde korktuğum için inanıyor değilim, ama O’na inanıyor olmanın beni bu ayrıçlığımdan korkan biri yapmayacağı kadar daha çok bilgiye, daha çok anlamaya ihtiyacım var, bunu biliyorum.

Ve en azından şiirleri, düşünceleri sizinle paylaşacak kadar cesur olabildiğim bir yolu kat edebildim.

Adalar, bunun sözünü verdiğim sevgilime ithaf olsun!

Umarım hediyemi, Adalardan güneşin batışını beğenirsiniz.
 
Toplam blog
: 33
: 539
Kayıt tarihi
: 31.10.06
 
 

Yazmayı seviyorum...Çünkü yazdıklarımı okuyanlar, beni farklı düşünmeye götürebiliyorlar.....