Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Temmuz '08

 
Kategori
Deneme
 

Gitme vakti geldiğinde kalmak

Gitme vakti geldiğinde kalmak
 

Arka odamın camından gördüğüm küçük cami...


Gideceğimi bile bile “Kalsana biraz daha…” diyor masamda duran içine kapanık saat. Gitmek istediğimi bile bile kalmam için ısrar ediyor duvarda asılı, nesnelliğinden şüphe duyduğum ayna. Masamın kenarındaki metal sandalye, gitmek için yanıp tutuştuğumdan bihaber, öylece yüzüme bakıyor. Yanımda sevdiğim yok diye buraların bana dar geldiğini bilse böyle bakmaz yüzüme herhalde sandalye.

Odam suskun. Radyo cızırtıları yırtıyor bazen sessizliğini, o kadar. Bir de çalan telefonlar… Köşedeki orta yaşlı sehpa, hayatında bir dizi değişiklik ve bir parça canlılık istiyor. Küçük yerlerin insanlarının, küçük düşündüğüne inanıyor. Hareket, heyecan, kalabalık istiyor. Emanet çekyat, havai olmakla suçluyor orta yaşlı sehpayı. Sehpa, “Doğduğun topraklarda yaşayacaksın diye bir kural yok! Sevdiğin yer doğduğun yerden çok uzaklarda olabilir, pekâlâ. Rengârenk şehirlerde olmak istiyorum ben. Hayatı çözümlemek istemenin neresi kötü?” diye karşı çıkıyor. Sonu görünmeyen bir ağız dalaşına başlıyorlar. Oysa ki; isli perdelerim, öğrencilik yıllarımdan kalma dolap ve ne sebeptendir bilmem, bana çocukluğumun patlamış mısır kokularını anımsatan halı hiç de şikâyetçi değil sessizlikten. Lacivertli turunculu yer minderi de, “Kafa dinlemek gibisi var mı, canım...” diyerek hak veriyor sakinlikten memnun olanlara. Sehpanın üstündeki limon kolonyasıyla allı morlu kolyeler daldıkları derin uykudan uyanıp olanları anlamaya çalışıyor. Buralarda geçici olduğumu her daim hatırlatan eğreti yatak ve kafamdaki karışıklığın yansıdığı masa ise tarafsız kalmayı tercih ediyor.

Konuşulanları uzaktan izleyen bilge soba, başını, okuduğu ciltli, kalın kitaptan kaldırıyor ve dikkat çekmek istercesine birkaç kez boğazını temizliyor. Tabandaki budaklı rabıtalar dâhil odadaki her şey dinlemeye koyuluyor sobayı. Yıllar önce izlediği bir filmden* aklında kalanları anlatıyor bilge soba. “İnsan memleketini niye sever?” diyerek başlıyor söze. “Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz biliriz ki; bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir. Ama dünyanın en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir...” Sonra etrafındakilere, söylediklerinin anlaşılıp anlaşılmadığını kontrol eden bir bakış fırlatıp kitabını okumaya devam ediyor. Odadakilerse kendilerini bir iç hesaplaşmanın göbeğinde buluveriyorlar. “İnsan nereye giderse kendini de götürüyor. İnsan nereye giderse gitsin kendinden kaçamıyor.” diye fısıldıyor sürahi, su bardağının kulağına; gözlerini benden kaçırarak...

Gidersem beni bir daha göremeyeceğinin farkında odam. En çok da sabahları beni evden uğurlarken hissediyorum duyduğu üzüntüyü. Evden çıkıp bir daha geri dönmeyeceğimden korkuyor besbelli. “Daha dur, bir yere kıpırdadığım yok.” deyip odamı, aslında kendimi teselli ediyorum. En az onun kadar ben de biliyorum çünkü beraber geçirdiğimiz günleri özleyeceğimizi.

Ben, sadece “alıştığım” için özleyeceğim belki, kim bilir. Belki yeniden alışmak gözümde büyüyor. Bir cismin uzayda kapladığı yere hacim denir, hani… Kendi hacmimi sorguluyorum günlerdir. Lisede, gökyüzüne çeyrek kala benim dünyamdı odam. Şimdilerde bana ancak başka bir gezegen kadar yakın başka bir evde kaldı... Bugünse odam, İstanbul’a çeyrek kala… İstanbul benim gökyüzüm mü olmuş, benim gökyüzümde hacmi en büyük cisim İstanbul mu olmuş, kestiremiyorum.

Ne kadarım ben? Üç odalı evimde ne kadar kendimim? Tek başınayım ama yalnız değilim bu evde. Gidince özleyeceğim biliyorum; balkon kapısı kilitlenmeyen mutfağımı, kiler olarak kullandığım arka odanın camından gördüğüm küçük camiyi, benden pek hoşlanmadığını bildiğim yan komşumu…

Ne kadarlık bir yer kaplıyorum acaba; kendi kabuğuna çekilmiş, Anadolu’nun batısında bir yerlerde dağların arasında unutulmuş gibi duran bu köy görünümlü ilçede? Yollar zor ulaştırır insanı Eskere’ye**. Yolun bittiği yer burası. Buradan öte yol yok. Yol biter Eskere’de ve ötesi; dağlar, yaylalar, pınarlar, çaylar, asırlık ağaçlar, çiçekler, böceklerle yabanıl hayat. Sessiz sedasız bir varoluş çabası içinde… Ne kadarı benim bu çabanın, benim hacmimin ne kadarı varoluş çabası?

Evimin çaprazında, çakıllı bahçesi çam ağaçlarıyla çevrili ilçenin tek lisesi. Evden çıkınca sola yürüdüğünde karşına çıkan yokuşun sonunda okulum. Baharda leyleklerin mesken tuttuğu okulum. Kireç badanalı sevimli köy evlerinin sıralandığı toprak yollar. Benim ayak izlerim de kalacak mı bu yollarda? Şekilsiz tahta parçalarından çitleriyle, bahçelerindeki kışlık odun tümsekleriyle çer çöp yığını gibi duran kerpiç evler… İki katlı, avlulu -yöreye özgü- hanay evler… Gübre kokulu yoldan gidilen taşlı, bir o kadar da nazlı dere. Baharda coşan gelincik tarlaları. Tozun, kirliliğin ulaşamadığı, bin bir çeşit çiçekleriyle kırları, tepeleri, “Çiçekbaba” zirvesinin gizemi. Çiçekbaba zirvesinin gururlu duruşu, yaz sonlarına kadar zirvelerinde kar tutuşu, “Toroslar’ın son noktası benim!” deyişi… “Yaşlı Bilgeler” denilen anıt karaçam ormanları. Ak saçlı, sakallı; elleri, kolları, belleri, bacakları bükülü bilge ihtiyarlar diyarı. Bin yıllık ağaçların bana anlattıkları, anlatmak istedikleri… Tüm bunların ne kadarı benim? Ben ne kadar Eskere’yim? Saydıklarımın yüzde kaçını yanımda götüreceğim?

Rivayetlere göre, burada tarihin çeşitli dönemlerinde askerlerin otağ kurması ve uzun süre kalmasındandır adı. Namı değer Eskere… Kerestesiyle ünlü… Yıllar sonra neler kalacak belleğimin girintilerinde buraya dair? “Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derlermiş.” atasözünü mü anımsayacağım her hatırladığımda? Basmadan dikilmiş şalvarı, giyilmekten rengi solmuş el örgüsü yeleği, naylon ayakkabılarıyla Cuma günü pazara inen ihtiyar kadınlar mı geçecek gözümün önünden? “Tütün”e gitmemek için okula gelen öğrenciler ya da eğitime ilgisizliğinden yakınıp durduğumuz, eğitemediğimiz, eğitemediğimiz için kendimize kızdığımız halk mı? Tatar biberi dedikleri etli yeşil biberle yapılan yoğurtlamanın tadı mı kalacak damağımda yoksa düğün yemeği keşkeğin mi? Şiveyle ayrı renklenen yörük kültürü mü kalacak dimağımda?

Radyodaki şarkı “gitmem gerek bu şehirden, bir rüya oldun sevdamın gergefinde…” diyor usul usul. Köşedeki orta yaşlı sehpa mırıldanarak eşlik ediyor şarkıya. Masadaki saat, gitme vaktini gösteriyor. “Gitme vakti geldiğinde kalmak acı verir, bilirim.” diyor. “Yakar, kavurur.” Hacmini sorgulamak yoruyor insanı. İçimdeki gelgitleri, çelişkilerimi özensizce masaya bırakıyorum. “Burada olmamın bir anlamı var ki; buradayım.” diye not düşüyorum günlüğüme. “Anlamımı aramaya gidiyorum.” deyip çıkıyorum evden. Odam yine tedirgin, hissedebiliyorum…

 
Toplam blog
: 4
: 551
Kayıt tarihi
: 22.06.08
 
 

Bilgisayar eğitimi aldım ve bilgisayar üzerine çalışmaktayım. "Yazmak"la hep ilgiliydim, daima da il..