- Kategori
- Deneme
Gölge düşürmeyelim

Çiçekleri kim sevmez? (Sabahattin Gencal)
Yeri boş kaldı. Böyle boşluk bırakacağını sanmıyordum. Sansam da sanmasam da gönderecektim onu. Ölmemesi için, iyileşmesi ve güzelleşmesi için özel bakıma ihtiyacı vardı. Emin ellere teslim ettim onu.
Onu kelimesi üçüncü kişi için söylenir. Zavallı hiç ikinci kişi olamadı nazarımızda.
Pişmanım şimdi. 30 yıl, şöyle ya da böyle baktık ona; ama daha güzel, daha özel bakabilirdik. Gerçi hiç şikâyetçi değildi bizden. Ayrılmak da istediğini sanmıyorum. Görüşmek umuduyla ayrıldık, birbirimizden.
Dün saat 03.00 sıralarında kucakladım onu. Üçüncü kattan aşağıya indirdim. Sonra, oğlumun arabasına kadar götürdüm. Torunum tutmak istediyse de, beli açılır korkusuyla torunuma vermedim onu.
Arabanın yanında bir müddet baktım ona. Uzun zamandan sonra güneşi görüyordu. Güneşin ışıkları her yaprağına ayrı bir yeşillik, ayrı bir güzellik veriyordu. Toprağından içeri dalıyordu ışıklar. Kiremit rengi, büyük saksısı da farklı görülüyordu.
Bagajın kapısını açtı gelinim. Çiçeği bir kere daha kucaklayarak kaldırıp bagaja koydum.
Çocuklarımın, torunlarımın el sallamalarını görüyordum; ancak çiçeği göremiyordum. Ne el sallamasını ne de yaprak kımıldatmasını görüyordum.
Çocuklara “güle güle” diyordum. Çiçeğe de içimden “güle güle” diyordum.
Tam 30 yıl önce oğlum Fuat getirmişti onu İstanbul Ümraniye’deki evimize. Bir çok arkadaşı da vardı. Arkadaşları arasında mesuttu. Fuat iyi bakıyordu onlara.
Fuat evlenip evden ayrılınca çiçeğin bir çok arkadaşını da beraber götürdü.
Biz de güzel bakıyorduk ona ilkin; ancak ihtimamızı sürdüremedik. Bazı arkadaşlarını salon çiçeği diyerek salonun köşelerine yerleştirdik, bazı arkadaşlarını da cam önlerine. Ama onu balkona attık.
Atılmak kelimesi acı veriyor insana. Balkona koyduk desek. Balkona çıkınca görüşüyorduk kendisiyle. Öyle şikâyet ettiği yoktu, halinden memnundu. Belki de biz öyle sanıyorduk. Yapraklarını değiştiriyordu habire; ancak çiçeklerini hiç görmedik. Olsun onun yaprakları çiçek gibiydi bizim için.
*
Eve gelişinin yirminci yılında yani 2001’ de Kocaeli’ne taşındığımız zaman tabi çiçeklerimizi de beraber getirdik.Bazı çiçekleri Yuvacıktaki evimize getirirken onu İzmit’teki büromun balkonuna koydum. Eski arkadaşlarını da yanına koydum bir ara. Deve tabanı, kaynana dili ve diğer çiçeklerle beraberlerdi. Yaşlılıktan, hastalıklardan, şu ya da bu sebepten büroya inemiyordum. Diğer çiçekler sararıp soldular; ama o hayata tutunuyordu.
Diğer çiçekleri içeri alırken onu yine balkonda bırakıyordum. Haksızlık mı ediyordum acaba? Diğer çiçekler içeride de fazla kalamadılar. Zaten yaşlanmışlardı, bakımsız da olunca ölmekten kurtulamadılar. Ölmeyen bir iki çiçeği de çalışanlardan birine verdim. Ama onu vermedim.
Büroyu kapatınca eve getirdim onu. Antrede kapının yanında bir yer ayırdık ona. Antrenin aldığı kadar ışık alabiliyordu. Ama herhalde güneşe hasretti. Bu hasretlikten her halde sararıyordu yaprakları. Sararan yapraklarını alıyordum. Toprağını da karıştırıyor; bazen de değiştiriyordum. Ancak saksının değiştirmedim hiç. Evden çıkarken de girerken de bakışırdık o kadar. El salladığım yoktu. Hor görmezdim onu. “Ben ölünce mezarıma dikerler onu” diyordum.
Mezar çiçeği diyorduk ona. Özel bir isim vermemiştik ona nedense. Keşke özel bir isim de verseydik. Suyunu, ilâcın veriyorduk. Toprağını değiştiriyor, tozunu alıyorduk. Memnun oluyordu belki; ama özel isim versek. Özel olarak nazlasak daha iyi olabilirdi.
Eşim penceredeki çiçeklerle konuşurdu. Ben niye hiç konuşmadım. Eşim rahatsız olunca, birkaç sene önce pencere önündeki çiçekleri oğlumuz Fuat’a vermiştik. Tek Mezarlık çiçeği kalmıştı yanımızda, daha doğrusu kapımızda. Eşim de severdi onu. Ben kapıdan içeri girmek üzere iken daha içeri girmeden sürahi ile su getirir, suyunu ver derdi. Topraktı, gübre idi, diğer bakımı idi hep hatırlatırdı bana eşim.
Çocukları yolcu ettikten sonra eve girerken boş kalan yerinden bir ses geliyordu bana sanki. Oysa yerindeyken konuşmazdık, bakışırdık sadece.
Hiç fotoğrafını da çekmedim. Ayrımcılık yapmış oldum. Evet, salon çiçeklerimizle çekilmiş fotoğraflar varken onunla çekilmiş bir fotoğrafımız yok. Bırakın beraber çekilmeyi, tek de olsa onun bir fotoğrafını da çekmedim.
Çiçeğimizin eksikliğini komşular duyar mı bilmem. Ancak tanımadığım bir çocuğun eksikliğini duyacağını zannediyorum. Bu zanna nerden mi kapıldım.
Dün çiçeği kucağımda indirirken baktım bir yaprağında mor bir kurdele gibi bir şey var. Çiçek mi açtı yoksa dedim. Çiçeği yere indirince çözdüm kurdeleyi. Kurdeleye benzettiğim bir balon. Demek ki çiçekle özel olarak ilgilenen, balonunu kurdele gibi yakasına takan bir çocuk var. Karşı komşularımızda okula giden 2- 3 çocuk var; mutlaka onlardan biri takmıştır. Çocuklarla çiçekler…
Öğretmen olmam dolayısıyla mıdır bilmem çocukları çok severim ben. Her biri ile ayrı ayrı ilgilenirdim. Sınıflar ne kadar kalabalık olursa olsun ilgilenirdim çocuklarımla. Dershane, koridor, bahçe… her yer eğitim alanınıydı benim için. Çiçekleri de severim. Severim de diyalog kuramam onlarla. Ne mezarlık çiçeği ile diyalog kurdum ne de dışarıdaki bin bir çiçekle. Yazımdan da anlaşılıyor bu. Özel ad kullanmıyorum, çiçekler diyor geçiyorum. Oysa öğrenciler deyip geçmezdim. Ne oldu bana böyle?
Eminim ki Fuat iyi bakacak çiçeğimize. Diğer çiçeklerinden ayırmayacak onu. 30 yıl önce çiçeği aldığı zamanki duygu ve düşünceleri tazelenecek, çiçeklenecektir.
Tazelenmek ne güzel, çiçeklenmek ne güzel.
Bu yazı burada bitmez. “Çiçeklenmek ne güzel.”deyip kesmeyeceğim. Zaman zaman soruşturacağım çiçeğimizi, çocukları, torunları ziyarete gidince fotoğraf da çekeriz inşallah. Bu yazıma google da bulduğum ona az da olsa benzeyen bir fotoğraf ekliyorum. Eklemesem daha iyi olurdu bel ki. Kafanızda canlandırdığınız fotoğrafa gölge düşürmüş mü olduk.
Çiçeklere gölge düşürmeyelim.
Sabahattin Gencal, Başiskele – Kocaeli, 09. 05. 2011