Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ekim '08

 
Kategori
Öykü
 

Gözlerini açarsan...

Gözlerini açarsan...
 

Yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi bulvar boyunca yürüdü.


Karısı, yaşlı adamı romatizmalarıyla, bunaklıklarıyla, uykusuzluklarıyla bir başına bırakıp çekip gitmişti bu dünyadan. Aslında herkes, yaşlı adamın öleceğini sanıyordu. Bunca hastalığı varken, ölme sırası onundu ama ilk sırayı karısı kaptı. Artık yaşlı kadının ne nezlesi vardı, ne bel tutulması... Ne sabahları uyanmak vardı artık onun için, ne de yaşlılıkta hiç bitmeyen upuzun günlerle upuzun geceler... Gerçi yaşanırken çok uzun ve çok zahmetli gelen bu zamanlar aylara, yıllara vurulduğunda, kocaman bir yaşam için ne kadar da kısa, anlamsız ve boştu. Birlikte yapmak istedikleri öyle çok şey vardı ki yaşamlarında, ama hayat çok kısaydı işte, istediklerinin hiçbirini yapamamışlardı.

Çocuklar annelerini gömdüler. Büyük erkek kardeş, kalan birkaç büyükbaş hayvanı yok fiyatına sattı. Karısı, bal, tereyağı ve zeytinyağı küplerini arabanın bagajına doldurdu, büyükbabayı arka koltuğa oturttular ve sanki arkalarından kovalayan varmış gibi alelacele köyden ayrıldılar. Geceleyin Casablanca’ya vardılar. Bir kafeteryada ayaküstü bir şeyler atıştırdılar ve evlerine gittiler. Gelin, yaşlı adama gece uyuması için salonda yatak hazırladı. Çift, yatak odalarına çekildi, ışıklar söndürüldü.

Yaşlı adam kendini anne babası tarafından terk edilmiş bir çocuk gibi hissetti. Çocukluktan kurtulduğundan bu yana, ilk kez karanlıktan korkuyordu. Çocukken, geceleri hayvanlara yem vermesi için ahıra onu yollarlardı. Elinde ışık olarak yalnızca erimiş parafiniyle elini yakan zayıf ışıklı bir mum, ya da ucu tutuşturulmuş bir hurma dalı bulunurdu. Tamamen belleğinden silindiğini sandığı savaşlar, kavgalar, iş güç, hayatta kalma mücadelesi... O günlerde hissettiği korkuların aynısını hissetti yüreğinde. Bu korku uzaklarda birden ortaya çıkmış, gelip onu bulmuş, tüylerini diken diken etmişti şimdi. Sırtından buz gibi ter boşandı, bütün vücudunu ter bastı; artık ecelinin geldiğini, ölme sırasının kendinde olduğunu düşündü.

Yerinden kalktı, duvara tutunarak yürüdü, el yordamıyla elektrik düğmesini aradı. Bir vazoya değdi; duvara çarpan vazo büyük bir gürültüyle kırıldı. Eliyle tesadüfen elektrik düğmesini buldu, ışığı yaktı. Yatağına döndü ve uzandı; dakikalar geçti ama kimse gelip de o gürültünün ne olduğunu sormadı. Uyandığında, saatin kaç olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Ne sabah ezanını duymuştu ne de köyde sabah olduğunu belirten başkaca bir ses... Horozlar dillerini yutmuştu sanki.. Köpekler, keçiler, inekler de..

Gözlerini yeniden açtığında evde çıt çıkmıyordu; yalnızca yoldan vızır vızır geçen arabaların sesi, sokağın uğultusu, gürültüsü, patırtısı... Saatine baktı. Saat on olmuştu. Yatağına güneş vurmamıştı ki uyansın. Nereden girecekti ki güneş bu odaya. Ağır perdeleri açtı; gün ışığı sabah aydınlığıyla çepeçevre kucakladı yaşlı adamı. Karşıdaki binanın cephesi ufku kapatıyor, gökyüzünü görmesine engel oluyordu. Büyükbaba kendini yapayalnız hissetti; ne yapacaktı bu hiç bilmediği evin içinde... Çocuklar okulda, anne babaları da işteydi. Yataktan kalktı, çıplak ayaklarıyla buz gibi soğuk, cilalı parkeye bastı. Terliklerini aradı, bulamadı; bütün kapıları açıp, tuvaleti aramaya koyuldu. Terliklerini orada buldu, Ayakları pislenmesin diye terliklerini giydi. Tuvaletteki pisliği görünce oturmaktan vazgeçti. Neredeyse sidik torbası patlamak üzereydi. Çişini yaptı, rahatladı; sonra tuvaleti iyi bir yıkadı. Abdest alıp namazını kıldı, sonra yine gidip yatağına uzandı, ev halkını beklemeye koyuldu.

Oğlunun evi kocaman seramik karolarla kaplıydı, öyle ki yerler de duvarlara benziyordu. Yaşlı adam, bulunduğu odayı bir baştan öteki başa saran arabesk bezemelere dokundu. Burada tıpkı bir yumurta kabuğunun içindeydi sanki. Her yer kaygan ve buz gibiydi. Yaşlı adam, yaşlı karısının da yanında olmasını, onunla konuşmayı, tartışmayı, insanı canından bezdiren bu sessizlikten kurtulmayı çok isterdi; ama bu kez de ikisi birden, baş başa, umutsuzca bir boşluğa tıkılıp kalacaklardı. Ne onu kurtarabilirdi bu durumdan, ne de kendisi kaçıp kurtulabilirdi. Başı döndü, sersemledi, yatağına çöktü, beklemeye başladı. Uzakta, başka bir odanın duvarındaki çalar saat, yaşlı adamın yorgun vücudunun üzerinden geçip giden zamanı vurguluyordu.

Yaşlı adam karısını çağırdı, atını hazırlamasını istedi ondan. Bir süre bekledi, ama kimsecikler gelmedi. Bir kedi gelip karşısında kıvrılıp yatınca, yerinden kalkıp kediye öfkelenecekti ki tam o sırada uyandı.

Bir kapı açıldı, elinde iki ekmekle gelininin eve girdiğini gördü. Gelin mutfağa gitti, çocuklar da odalarına... Yaşlı adam kendini hava gibi, su gibi ya da cam gibi saydam hissetti. Artık kimsenin onu gördüğü yoktu. Belki de etten kemikten bir varlık olmak yerine ruh olmuştu; ya bir düş görüyordu, ya da bir karabasanın içindeydi. Kendine dokundu. Bal gibi de oradaydı işte, kanıyla canıyla oradaydı.

Oğlu içeri girdi; öğle yemeği için lavaboya gidip ellerini yıkamasını istedi babasından; çünkü herkes işe dönecekti. Babası hiç cevap vermeden oğlunun yüzüne baktı. Lavaboda, gelininin homurdandığını duydu. Oğlunun peşinden yemek odasına gitti. Masanın etrafına oturup, hiç konuşmadan yemeklerini yediler. Sonra her biri sofradan kalkıp çantasını aldı çıkış kapısına yöneldi. Eve nasıl hep birden doluşmuşlarsa, yine hep birden evi boşalttılar. Yaşlı adam duvarlarla ve hiç yorulmak bilmeyen saatin tiktaklarıyla baş başa kaldı yine. Sanki hayat, dünyanın bütün sıkıntılarını tıpkı tek hörgüçlü bir deveye yükler gibi, yaşlı adamın sırtına yüklemişti.

Yaşlı adam kalktı, kendine ait olmayan bu yükü silkeleyip attı, giyindi, türbanını başına doladı, maşlahını sırtına geçirdi, değneğini aldı, evden çıktı. Apartmanın dış kapısına ulaşmak için, güçlükle dört kat merdiven indi. Bütün eklemleri uyuşmuştu. Bacaklarının her hareketinde, tıpkı iyi yağlanmamış bir kağnı gibi kemiklerinin çatırdadığını duyuyordu sanki. İki gün boyunca hareketsiz kalmak, yaşlı vücudunun iyice uyuşmasına neden olmuştu.

Tıpkı yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi bulvar boyunca yürüdü. Bazen, değneğine dayanıp, dinlenmek için duruyordu. İyice yorulup da bacakları kendisine ihanet etmeye başlayınca, yol kıyısındaki kahvenin sandalyelerinden birine çöktü. Bir garson bitti yanında ve ne içeceğini sordu. Yaşlı adam, bir şey içmek istemediğini, biraz dinlenip yoluna devam edeceğini söyledi. Garson, müşterilerin oturmasını engelleyemeyeceğini söyledi ve kalkmasını istedi sandalyeden. Adam kalktı, yoluna devam etti. Sokak otomobil, otobüs, motosiklet kaynıyordu. Bütün bu motorlu taşıtlar harıldıyor, caka satıyor, tabakhaneye b.k yetiştirecekmiş gibi birbiriyle yarışıyordu. Yaşlı adam kaldırımın sonuna geldi ve yolun karşısına geçmek istedi. Tam burnunun dibinde bir otobüsün korna çalarak acı acı fren yaptığını duydu. Yaşlı adam şoförün gözlerinin içine baktı. Şoför ona tam da "kazma" tiplerin ağzına yaraşır biçimde küfürler savurdu. Büyükbaba, gerisin geriye kaldırıma çekildi ve geldiği yola döndü.

Oğlunun evine dönmek istiyor ama apartmanın kapısını hatırlamıyordu. Kaldırımın sonuna kadar gidiyor, sonra geri dönüyor, boşu boşuna mekik dokuyordu, aynı yolda. Yayalara bakmaya başladı. Yolunu sormak istiyor ama kimseyi durduramıyordu. Parmaklarının arasından kayan bir cıva gibiydi insanlar. Kimileri bağıra çağıra konuşuyor, kimileri kahkahalarla gülüyordu; ama insanların çoğu üzgün suratlarla, sessizce yürüyorlardı. Kadınlar, açık saçık giyinmişlerdi; sanki yeterince kumaş bulamamışlar gibi daracık, kısacık giysilerinin içinde neredeyse çıplak gibiydiler. Yaşlı adam sonunda bir apartmanın girişindeki merdiven basamaklarından birine oturdu.

Akşamın karanlığında gelini onu orada bastonuna dayanmış, başını öne eğmiş otururken buldu. Asansöre bindiler, eve girdiler. Gelin televizyonu açtı ve kahve yapmaya gitti. Oğlu içeri girdi, kahvesini aldı, ekranın karşısına oturdu. Büyükbaba, küçücük ekranın yalayıp yuttuğu oğluna, gelinine ve torunlarına bakıyordu. Kendini daha da yalnız, yitik, kötürüm, dilsiz, sağır ve kör hissediyordu; gözleri ve kulakları yerinde duruyordu daha, ama her şey ve herkes terk etmişti onu. Yaşlı adam, konuşmaya karar verdi. Öksürdü... oğlunu çağırdı. Oğlu hiç istifini bozmadan “hmm” demekle yetindi. Yaşlı adam oğlunu bir kez daha çağırmaya yeltendiyse de yeni bir “hmm” yanıtıyla karşılaştı. Yaşlı adam üçüncü kez oğluna seslendi. Bu defa oğlu, haberleri izlediğini söyledi; haberler bitinceye kadar susmasını istedi.

Yaşlı adam değneğini ekrana doğru fırlattı; ekrandaki adam cam kırıklarının, beyazımsı, boğucu bir dumanın arasında kayboldu. Oğlu gözleri yuvalarından fırlamış, kazma gibi dişlerini sıkmış bir biçimde yaşlı adama doğru döndü, gelini tırnaklarını, kız torunu zehirli dilini çıkardı. Hepsi birden üzerine çullandılar; oğlu ellerini kesti, gelini gözlerini oydu, torunu da zehirli diliyle göğsünü deşti. Yaşlı adam açıklanamaz bir günah işlemişti, kutsal bir şeye hakaret etmişti: daha ne olsun, hayalinde televizyona dokunmaya cesaret etmişti.

Sonunda oğlu babasına döndü ve ne istediğini sordu. Yaşlı adam, evine dönmek istediğini, buraya boş bir yumurta kabuğunun içinde tıkılmak için gelmediğini söyledi. Oğluyla gelini, yaşlı adamı köye dönme fikrinden caydırmak için boşuna uğraştılar. Onu otobüs terminaline götürdüler ve güneye giden ilk otobüse bindirip yolcu ettiler.

Dostları, sabahın köründe onun apar topar otobüsten indiğini görünce çok şaşırdılar. Yaşlı adamın tek cevabı şu oldu: “ Kentte gözlerini açarsan, hiç hoşuna gitmeyen şeyler görürsün; gözlerini yumarsan da bir otobüsün altında ezilme riskin var."

Moha SOUAG (Le Grand Départ - Nouvelles, Marsam, 2001)
Türkçesi: Zelin Artuğ (Büyük Yolculuk - Öyküler, Ekim, 2008)

 
Toplam blog
: 142
: 969
Kayıt tarihi
: 04.07.08
 
 

Yaşam, sorulardan ve yanıtlardan oluşmuş. Her soru, aynı zamanda kendinin yanıtı... Çift yumurta ..