Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

20 Nisan '15

 
Kategori
Öykü
 

Gülen ay

Şirin bir kasabada, sıcak bir yaz günün ardından yorgunluğu çıkarmaya çalışan insanlar sahile dolmuşlardı. Günün akşamı serinceydi. Sakinleşmiş hava, sessizdi. Gündüzün alev gibi insan yüzünü yalayan şiddetli rüzgâr dinmişti. Coşan dalgalar da yorgunluğa teslim olmuş, dinleniyorlardı. Hafifçe sallanan deniz, kundakta ki bebek gibi huzur ve güvenlik içinde uyuyor gibiydi. Hafif dalgalar kıyıya yaklaşıp sessiz ve yavaşça okşayarak, beklemeden hemen uzaklaşıyorlardı. Deniz akşamın hafifçe esen serin yelinin dizinde uyuyor ve endişesiz masal dinler gibiydi. Sahil insan kaynıyordu. Oraya her yaşta insan dinlenmeye gelmiş, günün birikmiş yorgunluğunu atmak ve stresinden arınmaya çalışıyorlardı. İnsanlar çay bahçelerine, kafeterya, kahve, bar ve lokantalara oturmuş yiyip içiyorlardı.  Bazıları da, kendi aralarında alçak sesle koyu bir sohbete dalmışlardı. Uzaktan bakıldığında, kasaba sakin görünüyordu. İçine girildiğinde, eğlencenin her türünün yaşandığı bir yerdi. Kasaba hareketliydi.

Halk eğleniyordu. Denizin hafif dalgaları, sahille şakalaşmasını sürdürüyordu. Düzenli hareketlerle yavaşça inip, kalkan palmiye dalları bir kraliçeyi serinletme titizliğini gösterir gibiydiler. Her yerde varlıklar arasında neşe, sakinlik ve bir uyum vardı. Ağaçlara konmuş, kendi aralarında konuşan kuşların sesi uğultu halinde duyuluyordu. Hafif rüzgârla hışırdayan yapraklar kıpır kıpırdılar. Ağaç dalları parmak uçlarında yürüyen, balerinlerin rahatlığı içindeydiler. Hafif rüzgârla sallanan ağaçlar güzel hareketleri sunan, en yetenekli balerinleri kıskandıracak kadar kıvraktılar. Deniz, ağaçlar, kuşlar ve rüzgâr sözleşmiş kasabayı dinlendirip, eğlendiriyorlardı. Küçücük dalgalarla deniz, olanlara eşlik eden bir arka plan oluşturuyordu. Ayrıca denizin sesi, bir fon müziği görevi yerine getirir gibiydi. Hepsi birden kuşlar, ağaçlar ve deniz çok sesli doğal bir senfoniyi andırıyordu. O doğal senfoni, her insanda farklı duygular uyandırıyordu. Kiminde coşku, bazılarında hüzün ve serüven ruhlu olanları da alıp, başka âlemlere götürüyordu.

Yamaçtaki gazinolardan nağmeler yükseliyordu. Sahilde oturan kimi insanlar, tam anlaşılmayan şarkılara eşlik ediyor, bazıları da mırıldanıyordu.

Deniz, akşamın koyu lacivertine bürünmüştü. Bütün ağırbaşlılığı üstünde, çok özel bir davete gider gibiydi. Ak Deniz, kendine olan özgüvenle büyüklüğünü canlılara his ettirmeden, onları eğlendirme gayreti içindeydi. Otel, gazino ve restoranlar ışıkları denizde kırmızı, beyaz, sarı, yeşil, mavi, turuncu, mor...daha sayılmayan onlarca renkte yakamozlar yansıyordu.  O yakamozlar ışıktan deniz yüzeyinde yollar oluşturuyorlardı. O ışıklı yollarda, insanın koşası geliyordu. Giderek incelen, o renge renk ışıktan yollar denizin derinliklerine, insanı bilinmeyen bir âleme çağırıyor gibiydiler.

Kasabanın beyaz iki, üç katlı evleri, otelleri ve pansiyonları boşalmıştı. Herkes sahile inmişti. Çay bahçeleri, kafeteryalar ve lokantalar insan kaynıyordu. Kasaba evlerine sığmayan günün sıcak yorgunluğu, adeta dışarı taşmıştı. İnsanlar serinlenip, dinlenmek akşamı sabırsızlıkla beklediklerini anlamak zor değildi. Halk, gündüz biriktirdiği kavurucu sıcaklığı dağıtmaya sokaklara ve sahile dolmuştu. Her yanı, akşamın koyu serin sessizliği sarmıştı.

Yatsı ezanı ve köpek havlamaları bir keskin kılıç gibi, anide sessizliği ikiye, dörde bölüyordu. Ezan sesine köpek havlamaları karışıyordu. Anlık gürültüyle, pusetlerinde uyuyan bebeklerin ağlama sesi duyuluyordu. Ortalıkta dolaşan çocuklar, köpek havlamalarına ve ezan sesine aldırdıkları yoktu. Çocuklar durmaksızın bir o yana, bir bu yana koşarak çocukluklarının tadını çıkarıyorlardı. Derme çatma küçük bir çocuk parkında, kimi salıncaklara, bazıları tahterevalliye biniyordu. Çocuklar akşamın serinliğini daha da hareketli çocukça ve doluca yaşıyorlardı. Onların tatlı yaramazlıkları, yorgun düşen büyükleri uyuşukluklarını atıp, canlandırma çabası içinde gibiydiler.

Akşamın alaca karanlığı, giderek koyulaşan deniz ve lacivertleşen gökyüzü etrafa bir gizemlilik yayıyordu. Çay bahçelerinde oturan insanlara, sokaklara terk edilmiş köpek ve kediler yaklaşıyordu. Aç olduklarını söyledikleri, bakışlarından okunuyordu. Bazıları onları okşuyor, kimileri de hayvanlara farklı yiyecekler sunuyordu. Aç hayvanlar sunulanı seçmeden, her yiyeceği iştahla yiyorlardı.

Arada bir, hafifçe esen rüzgâr nazla gelen dalgaları sahile taşıyordu.  Kendini beğenmiş dalgalar umursamaz ürkek öpücükler sahile verip, ardına bakmadan hızla uzaklaşıyorlardı. Çaresiz, sahil onların bir daha ne zaman geleceğini bekler dururdu.  “Aslında beni seviyorsun, biraz sonra yine geleceksin. Sen bensiz yapamazsın. Sadece o gereksiz gurur yüzünden bu kaprisleri yapıyorsun.”  Der gibi, kendini teselli ediyordu.

Denizin üstünde sahipsiz sandallar, sarhoş insanlar gibi sallanıp duruyorlardı. Büyük olan yatlar da nazla sallanan, mağrur kaprisli kadınlar tavrında küçük yoksul, kayıkları küçümser gibiydiler. Sanki etrafa şöyle, kurnazca göz ucuyla bakıyorlardı. İçten bazı sandallarda, dans pistine çıkmış, yatlara inat dans ediyor, halkı eğlenmeye çağırıyorlardı. Ötede sandalın birinde şarap içen adam, sahildekilere el sallıyordu. Sonra şişesini kaldırıp, onları selamlıyordu. Sahildekiler de, çay bardaklarını kaldırarak karşılık veriyorlardı. Herkeste inanılması zor, karşılıklı sevgiyi paylaşan bir akşamı yaşıyordu. Doğa ve insanlar uyum içinde. Kasaba güzeldi. Çocuklar şirin mi, şirindi. O akşam, hayvanlar da bir başka sevimliydi. Özlemi duyulan bir akşamdı. Akdeniz kıyısında, kasaba halkı sahilde dinleniyordu.  İnanılmaz güzel bir andı. Yıllardan beri ilk kez, kasaba öyle bir güzelliğe ve uyuma tanık olunuyordu. Doğa insanlara cömertçe davranmıştı. İnsanlar ona saygıda kusur etmiyorlardı. Biri sunuyor, “paylaşın!” diyordu. İnsanlar mutlu oluyordu. Doğa en cömert akşamını kasabaya sunmuş, insanlar sunulanı hak etmiş gibiydiler. Evet, nadir rastlanan bir Temmuz akşamıydı. “Akdeniz sahilinde, küçük bir kasabada yaşayanlar çok şanslı insanlar olmalı...” demek geliyordu insanın içinden. Doğa o akşam, insanlara cömertçe davranmıştı. Hava karanfil, gül, kekik, name ve lavanta kokuyordu. Güzellik perisi o akşam insanlara en kaliteli parfümü sıkıyordu. O havayı soluyanlar mest oluyordu. Şifa dağıtan bir Temmuz akşamıydı. Her canlı, sağlık ve mutluluk paylaşma yarışında gibiydiler. Alışık olmayan ve tanımlanamayan sihirli bir Temmuz akşamıydı. Anlatılanlar, anlatacaklar ve anlatılamayanlar o akşam, o şirin kasabada Akdeniz sahilinde geçiyordu. Söylenenler, o akşam orada yaşanıyordu! Her gün gördüğünüz, şahit olduğumuz sıkıcı olaylar, o akşam farklı bir güzellikteydi. Mucize gibi bir şeydi. O sihirli akşamdı. Daha önce orada yaşanmamış, bir başka hayat vardı. İnsan olanın arzuladığı, bir akşam ve kasabaydı. Ruhu temiz, düşüncesi ak olan her insanın yaşamak istediği bir akşamdı. Uğruna ölümlere gidilecek, bir Temmuz akşamıydı.

Deniz kenarına döşenen sırada kayrak taşları bile, ortama farklı bir güzellik katıyordu. Farklı biçimde, değişik taşlar birbirinin devamı olan uyumlu desenler oluşturuyordu. Doğal taşlarla sahil, beton ve asfalt kirliliğinden kurtulmuştu. Biri birine sıkıca sarılan taşlar, bir bütünlük oluşturup, kalıplaşma alışkanlığını dağıtmış, özgürce gönüllü birlikteliği yaşıyorlardı.
Karanlık arttıkça dalgalar fısıldaşıyor, yapraklar yavaşça kendi aralarında kimseyi rahatsız etmeden, koyu bir sohbete tutulmuşlardı. Gündüzün ne kadar oksijen üretecekleri üzerine iş bölümü yapıyorlardı. Gümüş renkte balıklar, ta kıyaya kadar yanaşıyorlardı. İnsanlar balıklara yedikleri simitlerden atıyorlardı. Balıklar, atılan simitten kopardıkları bir parçayla hemen uzaklaşıyorlardı. Bir başkası, benzer hareketi tekrarlıyordu. O da kopardığı küçük bir parça simidi kapıp, hemen sırra kadem basıyorlardı. Balıklar gösteriye çıkmış gibi,  yorulmadan farklı gösteriler sunuyorlardı. Biri yaklaşıyor, diğeri uzaklaşıyordu. Denizde sandallar cilveli kadınlar gibi, kalçadan kıvrak figürler yaparak, yorulmadan yavaş danslarını sürdürüyorlardı. Alışılmayan başka bir Temmuz akşamıydı, Ak deniz kıyısında. O akşam, çok farklıydı.
İnsanların içi kıpır, kıpır coşkuluydular. Güzel bir akşamdı. Akdeniz sahilinde, bir yer... o yer bir başkaydı. Güzellikten anlayanı çarpan, lacivert giysiler içinde bir akşamdı.  Şirin sahil kasabasının beyaz evleri, akşamın koyu giysilerine bürünmüşlerdi. Denizden yansıyan yakamozlar insanı coşturur gibiydiler. Denizden yansıyan ışıklar binaların duvarında, bin bir koreografla dans eden, kıvrak figürler sergiliyordu. Işık almayan, gölgede kalan duvarlar masallardaki yaratıkları andırıyorlardı. Her birinde ayrı bir efsane, farklı bir hikâye gizliydi sanki. Gölgeli duvarlar, insana ürperti veren duygular uyandırıyorlardı. Yakamozlar, evler, sahil, sandallar, şarap içen balıkçı, çocuklar, koyu mavi deniz, lacivert gökte ışık saçan yıldızlar uzaktan insanoğluna umut gönderiyorlardı.  Orası bir sevda kasabası olmuştu sanki. “Bir varmış. Bir yokmuş, şirin bir kasaba varmış...” Orada, o gece yaşanmış bir sevda masalı anlatır gibiydi. Herkes o masalın içinde rolünü oynuyordu. Derin lacivert deniz gittikçe koyulaşıyordu. Tılsımlı bir gece yaşanıyordu, o sahilde. Özlemi duyulan bir akşamdı. Mutluluk, güzellik insanların ortak değeri olmuştu.

Denizin ortasında, karşıda bir ada. Akşamın saat dokuzuna yaklaşılıyordu. Aylardan Temmuz’du. Bilumum varlıklar uyum içinde. Biri öyle algılanıyordu. Sahilde ki biri, öyle bir akşam yaratmıştı içinde. “Yaşanacak çok şey var, bu kasabada bu gecede...” Demesini geçiriyordu içinden. Herkes sevgide sözleşin, insanlar sevgide ortak olsunlar istiyordu. Biri, “İnsanlar sevgiyi paylaşsınlar, sevgi daha da çoğalsın.” Diyordu. Paylaşılan sevgi, yeniden üretilip çoğalıyordu, içinde. Herkesin ortak olduğu değer sevgi, coşku ve paylaşım olmuştu, o akşam. Öyle olmazsa bile, bunları arzulayan biri vardı. Kimsenin yaşamadığı bir akşamı arzu ediyordu. “Bu akşam, güzellik ve paylaşım olsun.” Diyordu. Gerçekten öyle olsaydı. O, o öyle bir yer olsun istiyordu. Kötülüğün her yanı sardığı bir anda, öylesine insanı mutlu eden bir yere ihtiyaç vardı. Onun içinde öyle bir yer vardı.

Anlatılmaz güzel duygular, içindeydi adam. Onun dünyasıydı anlatılanlar.  Adam bağırmak, koşmak veya sesi çıktığı kadar sevdiği türküyü söylemek istiyordu. Anlatamadığı duygusunu türkülerle dile getirmek istiyordu. Nadir de olsa, o adam sıcak duyguların en durusunu yakalamıştı. Nedenini bilmiyordu. Düşünmekte istemiyordu. İçinden gelenleri yaşamak ve isteyenlerle paylaşmak geçiyordu. Gerisi umurunda da değildi. O sadece, o anı yaşamakla ilgileniyordu. Adam arınmıştı. Her türlü kötülükten, uzak bir kasaba yaratmıştı. İçinden çoğalan sevgi taşıyordu. Kasabayı sarıyordu. Taşan sevgiyi sevenlerle paylaşıyordu. Herkes kendine düşeni alsın istiyordu. Denk düşen biriyle paylaşıp, yaşamaya hasretti. Adam o akşam, hissettiklerine ortak olacak birini arıyordu.

Hayır! Ondaki duyguyu anlatmaya, bunlar bile yetersizdi. Adam sevda veya efsane içinde yaşıyordu. O farklı bir âlemdeydi. Oksijeni bol, kuşları çok, ağaçları gür, ürünleri bereketli bir yer vardı. Orada yaşamak istiyordu. Anlatılması güç, rastlanan bir andı. Orası güzel bir mekândı. O gece adam, duyguların en yoğununu yakalamıştı. O akşam orada, çaylar bile bir başka tat veriyordu. Yakut damlası gibi, kırmızı çayların kokusu etrafa yayılıyordu. İnanılması zor, tuhaf güzel bir Temmuz akşamıydı. Sanki masallar diyarıydı orası. Akdeniz kıyısında, şirin bir kasabada Temmuz akşamıydı. Daha önce, böyle bir akşam yaşanmamıştı. Espriler, fıkralar geceye bir başka tat ve anlam katıyordu.

O akşam, kadınlar daha da güzel ve çekiciydi. Çekici kadınların içinde, orta yaşlı birisi daha sıcak ve cana yakın farklıydı. O orta yaşlı adamın coşkusu büsbütün farklıydı. Adam, o farklı kadınla göz göze geliyordu. İçinden çıkılmaz, bir his bedenine yayılıyordu. Coşuyordu adam. İkisi arasında, eşit titreşimde bir duygu frekansı oluşuyordu. İki çift göz arasından, gidip gelen bir ışık dalgası ruhlarını sarıyordu. Yürekleri hızla, vurmaya başlıyordu. Sevgi üretiyorlardı. Anında tanışıyorlar, içten gelen bir güçle. Aralarında ışıktan bir köprü kuruluyor. Üzerinde duyguların en temizi yürüsün diye. Yıldırım hızında, gönüldeş oluyorlardı. İki çift göz arasında, gidip gelen ışık onları birbirine bağlıyordu.  Aniden bir aksilik oluyordu. Adamla kadın arasına ayrılık giriyordu. Sevilmeyen, soğuk kara bir ayrılıktı. Zoraki olmuştu. İkisi ayrılığa alışmaktan başka çıkış bulamıyorlardı. Bu acı veriyordu ikisine. Adam umutsuz değildi. O kadar güzellikten sonra, öylesine bir hüzünlü bir ayrılığı anlamıyordu. Kötülükler cadısı araya girmişti, sanki.  Ayrılık olmuştu. Umut taşıyordu. Durmadan büyüyordu, umut!

Adam sanki zaman tünelinden geçmişti. Kendisi başka bir boyuta ve başka bir mekâna geçiyordu. Adam da duygudaşından ayrılmıştı. Ayrı düşmüşlerdi, kara kültür girmişti aralarına. O kara kültürü lanetliyordu.  Adam kendini üç bin mil ötede, bir mekânda buldu. Duramadı orada. Göz açıp, kapanıncaya kadar kendini yine o kasabada, o yerde buldu. Bir daha o soğuk ülkeye gitmeyeceğini düşündü. Sözünü tuttu, bir daha gitmedi. Zümrüt yeşili gözlü kadın, hala sahildeydi. Kadın, onu bekliyordu. Açık kestane, renginde saçları büklüm, büklümdü kadının. 

O gece orada, adam yeşil gözlü sarı saçlı kadına dönüyordu. Işıklı gülen gözlerden temiz bir sevgi yayılıyordu. Işık aracılığıyla gelen sevgiden aşk doğmuştu. Daha önce yaşanmamış, farklı bir duyguydu. Göz göze geldiler. O yeşil renkli zümrüt gözlü kadın, adamın yüreğinde, benliğine işliyor ve ruhunda yer ediniyordu. Zümrüt gözlü kadın, adamın gönlünde taht kurup, bir daha çıkmıyordu. Adam o akşam, sahilde denizin derinliğinde kadını görüyordu. Gökyüzünün sonsuzluğunda yolculuk ediyordu, adam ve kadın. Adam kadını düşündü, gerçekleşmesini arzuladığı bir hayal kuruyordu. Adam, zümrüt gözlü kadını alıp, dünyasına götürme düşünü kuruyordu. Gözleri zümrüt yeşili kadın var mıydı, yok muydu? Öylesi birini arıyordu. Bulacağında tam emin değildi. O sadece, onun hayaldi. Ne öyle bir kasaba ve ne de bir kadın vardı. Kasaba beton ve demir yığınıydı. Kasabada kaos ve çirkinlik vardı.
Kasabayı ve akşamı faklı güzel yapan adamdı. Herkesin alışık olduğu, her günkü bir Temmuz akşamıydı. O alışmak zorunda kalınan akşamı, adam başka düşünmüştü. O kadar kötülüklerden ve kirlilikten kurtulmanın umuduydu, bir güzel kasaba. O kadın ve o akşam sadece bir semboldü. O güzel akşamda, öylesine biri olsun istiyordu. “Olursa, böyle olsun!” istemişti. Dünyasını yaşamak gelmişti içinden.

Adam hala sahildeydi. Ufka dalmıştı. Öteden, denizin ortasında bir ada. Adanın arkasından yükselen Ay’ın doğuşu... Dolunay günüydü. Önce, adanın güneyinden gökyüzüne serpilmiş, sarımsı bir aydınlık aldı. Biraz sonra, koyu turuncu giyinmiş Ay’ın üst kenarı beliriyordu. Ay da, akşam gezisine çıkmış gibi giyinmişti. Sevenlerle, sevgi paylaşacaktı. Tüm alımlığı üstünde cömertti Ay. Turuncu renk giysiler, ona çokta yakışmıştı. Ay çekici güzellikteydi. Ulaşılmaz olmuştu. Duru turuncu giderek büyüyordu. Turuncu renk deniz üstünde, altın bir yol oluyordu. Ay yükseliyordu. Altın yol uzuyordu. Yükselen Ay güzelleşiyordu. Birkaç dakika içinde, Ay’ın doğuşu tamamlanıyordu. Koyu turuncu renkli Ay tüm güzelliğiyle lacivert göğün içinden adama ışıktan öpücükler gönderiyordu. Adam, ilk kez Akdeniz sahilinde Dolun Ay’ı görüyordu. Dolunay adamı büyülemiş gibiydi. Adamla ay arasında, bir iletişim kurulmuştu. Daha önce, öylesine bir dolun Ay’a tanık olmamıştı. Farklı etkileyici bir dolunaydı.

İnanılması zor bir görüntü, Ay’ın içine sinmiş yeşil gözlü kadın vardı.  Kadın gülüyordu. Adam şaşkındı. O, buna Gülen Ay adını verdi. Gerçekten Ay gülüyordu. İçindeki Kadın gülüyordu. Gülen Ay, içindeki gülen zümrüt gözlü kadın, adama sevgi gönderiyordu. Turuncu Ay koyu lacivert göğe yükseliyordu. Ayın rengi açılıyordu. İçinde yeşil gözlü kadın güzelleşiyordu. Sahil de oturan adam, yakınındakilere söylendi. “Gülen Ayın! İçinde, zümrüt gözlü gülen kadın!” dedi. Kimse aldırmadı. Adam yine tekrarladı. “Bakın, bakın! Ay gülüyor. Gülen Ay! Gülen Ayın içinde zümrüt gözlü kadın var!” Herkes şaşkınlıkla adama baktı. Kimse bir şey anlamdı, yine. Onlar adama güldüler. “Gülen Ay! Gülen zümrüt Gözlü Kadın! Gülen Ay’ın içinde!” dedi. Yine hiç kimse aldırmadı. Herkes tuhafça adama bakıyordu. Ona gülüyorlardı. Onun üşüttüğünü düşündüler. O gece Ay ve içindeki kadın onun için gülüyordu. Sahildekiler adama gülüyordu. Adam Gülen Aya ve içindeki yeşil gözlü kadına gülüyordu. Gülen Ay göğe yükseliyordu. İçinde zümrüt gözlü kadın vardı.  Kadın gülüyordu adama. Adam ayağa kalktı. Gülen Ay’a ve zümrüt gözlü kadına el salladı. “Güle, Güle yeşil gözlüm! Güle, güle gülen Ay!” dedi. Kimse anlamıyordu. “Yazık adam üşütmüş!” diyerek kendileri rahatlıyordu. Duygudan ve sevgiden yoksun insanlar beton yığını içinde boğuluyorlardı.

Kasaba çirkinleşmişti. Kasabalılar, yaratıklarına tapıyorlardı. Kaba maddeci olmuşlardı.

Unutulmaz zümrüt gözlü kadın  kasabada değil, onun içindeydi. Ondan başkası, kimse onu görmemişti. Adam içindekini yaşamıştı.  O masal anlatmıştı. Öyle bir yer, öyle güzel bir akşam yaratmıştı. Öyle bir kadın arıyordu. Ayda ki kadın yükselerek gülüyordu. Yeşil gözlerden gelen ışık adamı sarıyordu. Kasaba aynıydı. Farklı olan adamdı. Kasaba halkı kendisine ve adama da yabancılaşmışlardı. Kalabalığın içinde, yalnız kalan adamdı. Öyle bir sevda yarattı. Onu kimse anlamadı. Adam aya bakıp, Zümrüt gözlü kadına el salladı. Kasabalılar, adama “Delirmiş!” dediler. Adam aya bakıp gülüyordu. Kadın ona el sallıyordu.  Sonunda adam kasabalılara sadece acıdı. Yaşanan gerçekler sadece  üzüntü veriyordu.

10 Haziran 2008 Salı

Bahattin Seven           

 
Toplam blog
: 17
: 178
Kayıt tarihi
: 24.03.15
 
 

Sivas ın Kangal İlçesi Külekli köyünde dünyaya merhaba dedim. İlkokulu köyde, ortaokulu Sivas'ta,..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara