- Kategori
- Gündelik Yaşam
Haftanın-2-sonu...

Bak işte, yine hafta sonu gelivermiş. Bugün bizimkiler İzmir'de toplanıyor. Güzel bir gün geçirmelerini diliyorum. Umarım istedikleri gibi gerçekleşir herşey. Şartlarımız uygun olsaydı gidebilmeyi arzulardım. Tarih 9 eylülse İzmir bir başka güzel olmalı. Üstelik kalem dostlarınızla birlikte...
***
Gündem yerine "gündemler" demeli sanıyorum. O denli kaygan ve hızla değişen konular yaşanırken, aslında, yeraltından gizli geçitlerle birbirlerine bağlandıklarından mıdır nedir; her konu diğerine ulanmış, olaylar, gündemler, konular yaşanarak, uçları biribilerine dokunarak akıp geçiyor zaman.
Zaman bir ahtapottur demiştim. Hani çok sıradan, herkesin diyeceği cinsten. Ama ahtapotun kolları suda ona istediği manevraları yaptırdığı gibi, bir fıçının veya bir şişenin dahi içine girebilmesine, en küçük geçitlerden yağ gibi akabilmesine de yardımcı elemanları. Büyük bir ahtapotun sizi sarmaladığını düşündüğünüz de, kollarından bir tanesinden kurtulsanız diğeri ayaklarınızdan yakalayacaktır. Zaman da öyledir aslında. Onu durdurmaya çalışmak, hatta geriletseniz dahi hiç beklemediğiniz bir yerinizden çıkıverir kolları. Ayrıca ahtapot akar, yüzmez.
***
Tek yaşamak, yani tek olmak "korkulandır" çoğu kez. Düşünülmek bile istenmez. Heleki bizim gibi doğu toplumlarında yaşlı insanlara duyduğumuz saygının bir temeli de çocuklarımıza bu sevgiyi sıradanlaştırıp aşılamaktır. Çocuklarımız bizlerden öğrenecekleri "yaşlı büyüklerimizi sevip saygı duymayı, korumayı, onlara el tutmayı" kendi çocuklarına da öğretsinler diyedir bir nedeni de. Bu gelenek, yaşlanınca başımıza yalnızken gelebilecek sıkıntılardan bizi koruyacağından bir çeşit geleceğe yatırımdır.
Anne babanın yanında çocuklarınızla laubalileşmemek, yani sevginizi ses ve hareketlere dökmemek ise başlı başına bir ritiüeldir. Buradaki temel amaç ise, yaşlı insanların yanında sevginin parçalanıp ufalmasını engellemektir; "ya çocuklarını benden fazla severlerse?" Zenginine huzurevi, fakirine sokak görünürse hani? Sevgiyi fazla paylaştırmamak lazım. Ne yapmak lazım; fazla ortalıkta gösterip "olmayan şey konuşulur" misali, "dejenere etmemek lazım sevgiyi" deyip, "bu ne sevgi ahh!" deyip, bizim Sezen Aksu'ya geleceğim.
Geçenlerde bir konserinde dinleyicilerle sohbete dalmış. "Giyersem çarşaf giyerim" demiş. Şöyle "bunaltıcı sıcağı alınmış" bir de umre; off, ne huzur verici olmalı. Hesap güzel aslında: Yaşayabildiğin her keyfi yaşa, zevkini sür dünyanın, ta ki ilk ayak takılmalarında, bir parça bez, bir gidiş dönüş klasından leylekler ülkesine sıcağı alınmış bir tatil, arın, takılmış ayağını dinlendir ve bekle. Nasılsa özel seçildiklerinden bu insanlar, özel bir yerde ayarlanır zümrüd'ü anka kuşunun tünediği ağacın yanındaki suyu-meyi bol köşkte. (-de' demedim, köşk bu, vurgu lazım: köşkte!)
Yahu olmasa ne çıkar; sen varmış gibi yap yalakalığını, sonra varsa, cebinde-dilinde ben de şunları yaptım, acaba cezalarımda küçük bir indirim rica etsem? Efendim pazarlık yok!
***
Ramazan ayıyla birlikte meyve sebze fiyatlarında artış oluyormuş. İşin garipliği geçen yıllarda dalındaki o güzelim limonları kilosu tam beş kuruşa (50 bin liraya) toplatmıştım.
Hayır yahu satmadım, toplattım.
Gayet uygundu fiyatı. Siz yine beni yanlış anladınız sanıyorum; üzerindeki limonların dökülerek ağacın dibine, limon ağacına zarar vermesindi derdimiz. Beş kuruşa toplatıp ırmağa döktük güzelim limonları ton ton. Doğal ve organik bir ürün olduğundan ırmağa dökmeyi önerdi ziraat mühendisleri, biz de "ok" dedik, cepten yedik.
Aynı günlerde sizler "böyyük şehirlerinizde" tanesini 500bin gaymeye alıyordunuz limonları (50 kuruş). Bundan sonra zor bulursunuz limonu ve Arjantin'den ithal "topaç, hastalıklı limonlarla" yersiniz salatanızı. Görünen bu.
Şimdilerde inançlı insanların ceplerine göz koymuşlar. Meyve zebzelerin fiyatlarını görünce TV'de, şok üstüne şok bizde.
Üretirsiniz sebzeyi; bakın içinde neler var bir kilo sebzenin; emeğinizi pas geçin, işçi maliyetleri, mazot, zirai ilaç-yapmazsanız sevgili "bücükler" sebzenizi tomurcukken yer-, hava- hava deyip geçmeyin, yağmuru var, dolusu var; veya hiçbiri yok-, su... Efendim şimdi, örneğin 1 YTL'ye kilosunu farz'ı misal mal ettiğiniz ürününüzü üç kağıtçı bir tüccar bozuntusu 150 kuruşa alır-ödeme gelecek yıla-. O gider, belediyelerin çok sevdiği hale. Halden kamyonlarla diğer kentlere. Oradaki hal ve mafyası nemalandıktan sonra, pazar ve manava. Oradan da nemelandıktan sonra size kilosu 10 YTL'ye gelir. Bu işin kahrını çeken, güneşini yiyen üreticilerse "köylü" diye aşağılanır. Köylü, zirai ilaç satanlara borçlanır. Okumadan-korkudan, senetlere imzaları basar bizim köylü. Ödeyemez bizim "köylü" borcunu, aynı adamlar devleti de yanlarına alarak, elinden topraklarını köylünün bir güzel alır ve "bire on" fiyatla borca kazıklandığı zirai ilaç satıcıları yüzünden kendi tarlasında okullu-ama okula gidemeyen- çocuklarıyla birlikte ırgat olur. Bu devran böyle döner durur.
***
Küçüğüm, rahmetli babamla limon bahçesinde çalışıyoruz. Ramazan günü, temmuz sıcağı ve ağaçların arası hem havasız hem de limon ağaçlarının dikenleri jilet gibi heryanımızı keserdi. İftar saati gelirdi. Sevgili babam bir limon koparırdı dalından. Top atılınca, tulumbadan limonu suyla birlikte içerdi, yerdi. Devam ederdik işimize. Ta ki, akşam karanlığına kadar. Ağaçlar su bekler, bırakamazsınız yarına. Kendisini tok tuttuğunu söylerdi bir tane "kel limonun".
Harika bir meyve-sebzedir limon. Ama ülkemiz o denli yemek ve içmek kültüründen bir haber ki, insanlarımız hazır çipsleri, sıkılmış meyve sularını tercih ediyorlar.
Babam Pertevniyal lisesini 1950lerde bitirmiş, iyi derecede Fransızca bilen bir devlet memuruydu. Hafta sonları veya bulabildiği ilk boş anında ağaçlarıyla, toprağıyla ilgilenirdi. İyi ki bu ve o günleri görmedi.
***
Haftanın-2-sonu, cumartesi ve ertesi pazarın rehavetinde sözcükleri gevşetiyorum. "Ten" sonrası gevşeme gibi. Kimi sigara içer üzerine-ki ben sevmem- kimi yığılır kalır, kimi ise hızlıca giyinir yürür mutfağa. Ama çoğu kısacık "ten değmesi" sonrasında çabucak normale dönen hayatlardır. Şimdi siz kalkıp "tekniklerinden" falan söz ettiğinizde, her köye bir Oxford kampanyası başlatırsınız. "Köylerde ahıllarda yere saplı bıçakların ince ve ağır kalçalarıyken" keyfiyle tanışan köydeki kadınlarımız, sonrasında bir-iki çocuktan sonra hızla şişmanlayıp -artık o işin mazi olduğunu düşünmesinin bir anlatımı mıdır nedir- şehirlerde de ince duvarlı cinselliğin ne kadar devam edebildiği de meçhulken, "şöyle yapın, böyle yapın" nida ve emirlerini savuran o kadar çok düşünce ve insan varken, "yahu bunun gerçeği ne ki?" diye sorduklarını duyar gibi olursunuz.
Neyse, ehline teslim, kara flama zevkiiim...
***
Sevgili Baykal, yarın muhaliflerle uğraşacak gibi. Artık bir kamyon dolusu "çöpkamyonu"; yeterki iste, en güçlü belediyeler önünde. Sanırım bu kez başka taktikler denenecek. Bir zamanlar dişi kartalken sayın Çiller, elindeki vekiller istifa ederken, "küçücük kalalım ama ayakta kalalım" adında tarihe geçen söz etmişti. Bence sayın Baykal'ın acilen sayın Çiller'i aramasında fayda var.
Yahu şu Sarıgülcülerde pek sevilmiyor gibi. Çünkü hangi aslan sosyal demokratla konuşsam aynı şeyleri söylüyorlar; ne yapmalı ki? Hertaraf sakal, değnek boylu boyunca "b.." çukuruna girmiş çıkmış, her yanı pis. Off, ne yapsak acaba?
Evreka!!!
Sayın Nur SERTER...
Şimdilik sayın Baykal'ın yanında biraz piştikten sonra, kararlılığı ve duruşuyla geçmeli CHP'nin başına. Sosyal demokrat beyler, size eli sopalı bir kadın başkan gerek. Bakın ne hale getirdiniz kendi kararsızlığınızla güzelim ülkeyi.
Sayın Nur Serter bu işi çok iyi yapacaktır. Oyum ona.
***
Güzel bir hafta sonu geçirmenizi dilerim. Kitap-mitap da okumayın bu hafta sonu. Şöyle alın kendinizi yanınıza, gezdirin kendinizi. Biri daha gelecekse sizinle, "bir kendim bir ben gidiyorum', şimdi iki de sen... aman keyfime gölge etme!" demeyi de ihmal etmeyin.
Bir pazar yeri gezin örneğin. Alışverişteki bizim insanımızın yüzlerine bakının. Çocuklarla ip atlayın, çelik çomak oynayın, kovboyculuk oynayın. Dağıtın beyninizi. Ben mi? yahu benim beynim herzaman toplu ve yerli yerindeydeyken, kendini anlatırken "dağılır" görünür. Irmak ya' düşünce; kıvrıla kıvrıla akacak, daha çok toprak sulanacak. Asıl okuyan da kabahat. Hızlıca ve tek sesle okuyunca yazdıklarımı, ortaya ucube bir yazı çıkıyor. Oysa, yavaş yavaş, sakince bırakıver düşüncelerini kelimelere, bak o zaman nasıl keyif verir size. Hem aceleniz nereye kuzum sizin de?
***
"Ödüllü sorularım vaar!" diye başlamıştım ama ikinci soruma kimse herhangi bir yanıt vermediği gibi hangi şarkı olduğunu da soran olmadı. Bu "meraksız hali" fazla bekletmeden hangi şarkı olduğunu söyleyeyim: "Göksel'in arka bahçesi" bence şu ana kadar ülkemizde yazılmış en erotik şarkı. Sözlerini şöyle bir arka bahçeden okuyun; "büyüsün iyice, büyüsün iyice..."
Efendim bu kez "ödülsüz" sorum yine bir şiir. Ama "gugula" şiiri yazıp da şairini arayacaksanız - ona da varım- ve bulacaksanız bile başka bir şiiriyle ismini yanıtlayın lütfen. Yani şairin ismini istemiyorum sizden. Şairin herhangi bir başka şiirinden dize veya dörtlükle doğru yanıtlarınızı bekliyorum. Gerçi azalarak çoğalıyorum, okur sayım düşerken daha nitelikli dostlarım oldu, en çok bu işe seviniyorum, size de tavsiye ederim.
"Acıl'ım
Uzağıl'ım
Yanımdaki boşluğu
Duyar duymaz"
***
sağlıcakla kalın, iyi bir hafta sonu herbirinize...
not: seçkim;
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=232281
not: gerçek bir çukulataseverdi. teşekkürler güzel yaşamın için..
http://www.youtube.com/watch?v=TvLtEHONp3Y
http://www.youtube.com/watch?v=2uYrmYXsujI&NR=1