- Kategori
- Eğitim
Hakkari dedikleri
EĞİTİM İLE İLGİLİ (ROMANLAR) ANILAR (53)
HAKKARİ DEDİKLERİ (2)
Yazarı: Selahattin Şimşek
Yazar Hakkında Bilgi:
Bir çiftçi ailesinin çocuğudur. İlkokulu bitirdikten sonra, zar zor 1939 yılında Pazarviran Köy Enstitüsüne girer. Köy Enstitülerinin amacı, kuru bilgileri aktaran ulusal sorunlara sırt çevirmiş bireyler yetiştirmek değil, en başta toplumsal sorunları çözüme kavuşturmaktır. 1944 yılında bu Enstitüyü bitirir. Sivas’ın Gemerek ilçesinin Dendil köyüne atandığında on altı yaşındadır. Köy Enstitüsünde yapıcı, yaratıcı bir eğitim-öğretim uygulaması öğrenmiştir. Gittiği köyde, okulun onarımını tamamlatıp, eğitim-öğretimi sürekli hale getirme çabalarında bulunur. On yıl bu köyde öğretmenlik yapar. Daha sonra Gemerek ilçesine atanır ama, köyden hiç ayrılmak istemez. Köylülerle beraber olmak, onların dertlerini dinlemek onu hoşnut etmektedir.
Hakkari’deki göreve isteyerek gider. O günlerde, Öğrenci Yetiştirme Yurdu müdürlüğü, Adıyaman İlköğretim Müfettişliği görevlerini kabul etmez ve “Bu yurdun her köşesini sevmeli, benimsemeliyiz, ” diyerek, Hakkari’ye gitmeyi can-ı gönülden ister. Hakkari’nin her ilçesini, her köyünü gidip görmeyi kendisine amaç edinir. Zar zor gittiği o dar ve dik yollar, aştığı o heybetli dağlar onu yıldıramaz.
Hakkari’nin Irak ve İran sınırında olan köyleri tanımak ister. Bu nedenle evden ayrılır, fakat bir daha geri dönemez. Oramar köyüne bir ilkokulu incelemeye giderken, Zap ırmağının sularında boğulur.
"Hakkari’de 1959-1960 eğitim öğretim yılı başladığında büyük bir acı yaşanır. Öğretim yılı başladığında Hakkari’ye Selahattin Şimşek adında bir ilköğretim Müfettişi atanır. Eşi ilkokul öğretmenidir. Üç de çocuğu vardır. İlk günler Hakkari’de oturacak bir ev bulamazlar. Fiziki şartları çok kötü bir yeri kiralarlar. Eve girmeden önce “Ben bu binada hayvancılık yapmak istiyorum, bu bina hayvancılık yapmaya müsait mi?” diye Veteriner Müdürlüğüne dilekçe verir. Müdüdlük yetkilileri de gelip bakarlar ve “Bu bina hayvan barındırmaya müsait değil” diye rapor verirler. Selahattin Bey sonra bu binaya girer. “Hayvanın barınamayacağı bu yerde bir İlköğretim Müfettişi barınıyor, ” diyerek bu konuyu Varlık dergisinde çok güzel işler. Selahattin Şimşek’in Varlık dergisinde sürekle yazıları çıkar. Kalemi çok kuvvetlidir.
Müfettiş Selahattin’in Hakkari ile ilgili birçok yazısı çıkar. “Hakkari Dedikleri” adlı bir kitap da yazar. Talihsiz bir kaza ile katır üstünde Yüksekova-Oramar tarafında bir nehirden karşıya geçerken katırın yatmasıyla, Selahattin Bey sularda boğulur. Ceseri de bulunamaz. Nehir suyu karların erimesinden dolayı çok gümrah akarmış. Hakkari’de bir okula adı verilir. Çok iyi bir dosttur. Olaydan sonra, eşi ve çocukları Hakkari’den ayrılır. Oğlu subay, diğer iki çocuğu öğretmen olur."
HAKKARİ DEDİKLERİ
Selahattin Şimşek, bu kitabında Hakkari’ye olan yolculuğundan bahsetmekte, yolculuk esnasında gördüğü dağların nasıl heybetli olduğundan, yol boyunca dağların ardı arkasının kesilmediğinden söz etmektedir. Sıkıntılar çekeceğini hissetmekte, aynı zamanda bu sıkıntılar onun hoşuna gitmekte ve o toprakları dolaşmanın verdiği haz ona iyi gelmektedir. Bu yolculuğu ilk önce trenle başlar. Tren en son noktaya gelince, değişik araçlarla ya da yaya olarak yoluna devam eder.
İlk önce kamyona biner. Kamyon çok dik yamaçlardan zorlanarak çıkar. Bu dik yamacın adını merak eder ve birisine sorar. Çünkü burası Ağustos ayında bile çok soğuktur. Bu yerin ’Çuh Gediği’ olduğunu öğrenir. Türkiye’de yol olarak buradan daha yükseği olmadığını söylerler. Gediği aşınca ‘Can Kurtaran’ adlı bir yapıya rastlarlar. Burada donanlar çok fazla olduğundan böyle bir binayı yapma ihtiyacı duymuşlardır.
Bu binayı yapma sebepleriyle ilgili olarak olaylar anlatırlar: “Vakti zamanında, bu dağın güney yamaçlarında bir köyde, köylüyü sürekli ağlatan zalim bir ağa varmış. Bu köyden bir yiğit çıkmış ve ağayı bir sabah yedi kurşunla yere sermiştir. Bu yiğidin karısı ve iki çocuğu varmış. Onlar köyde artık duramaz olmuşlar. Kadın çocuklarına düşmanlık aşılamayı istemediği için bütün malını bırakarak dağa doğru kaçmıştır. Doruğa tırmanırken birden tipi çıkmış, geri dönmeyi aklından bile geçirmemiştir. Tipi daha da ilerleyince gözünün önünü göremez olmuş, yavrularını bağrına basıp oracığa oturmuş. Beklemişler, tipinin sonu gelmemiş. Karanlık basmış, önce ana sonra çocuklar sırasıyla uykuya dalmışlar ve bir daha uyanamamışlar. Bu kadın adı ‘Çuh’ imiş. O zamandan beri buranın adı ‘Çuh Gediği’ kalmış.”
Zorlu bir yolculuktan sonra Çuh gediğini aşıp Hakkari yakınlarına gelirler. Buradan sonra yol olmadığı için yazar burayı ‘Çıkmaz sokak’ olarak nitelendirir. Teftiş için gideceği okulun bulunduğu köye yaya olarak devam etmek zorunda kalır.
Yolculuk sırasında Türkçe bilen köylülerle konuşur. Tuğup köyüne gelirler. Buranın ağasının evinde misafir kalırlar. Burada dinlendikten sonra aşılması çok zor olan ‘Tal Tepesi’ ni de büyük bir gayretle aşarlar.
Diman köyüne varırlar ve bu köyde dağınık bir biçimde beş altı tane ev bulunur. En baştaki evin önünde durur ve eve bakar. İçeriden on iki yaşlarında bir çocuk çıkar. Bu çocuk yazarı ağanın yanına götürürken, yanında bayrak direği olan küçük, kara bir yapıyı gösterip, orasının okul olduğunu söyler. Okuldaki eğitmen bir güz odasını ikiye bölerek yarısını okul yapmıştır. İçeriye Atatürk’ün resmini ve Türk Barağını asmış, birkaç çocuğa da Türkçe konuşmasını öğretmiştir.
Bu köyde Mürüvvet adında bir öğrenci bulunmaktadır. Babası, annesini trajik bir şekilde tüfekle öldürmüş. Mürüvvet de haliyle bu durumdan çok etkilenmiş. Mürüvvet iyi bir öğrenci olmasına rağmen okula gitmemekte, annesini mezarı başında kalmaktadır. Bu olayı duyan yazar, bir öğrencinin bile kaybının bu küçük köyde ne kadar olumsuzluğa yol açacağını hissetmektedir.
Yazar köyde başka evlere gitmekte ve insanların nasıl sıkıntılar çektiklerine şahit olmaktadır. Gittiği evlerden birinde hasta bir adam görür ve ona ne olduğunu sorar. Adamı bir ayının boğduğunu söylerler. Hastayla ilgilenmeye başlar ve halen kanayan yaralarını görünce, derinden etkilenir. Ne bir doktor, ne de bir ilaç… Onlara yardımcı olabilecek hiç bir şey yok. Kimsenin elinden bir şey gelmemekte, hastalar bir köşede ölüme terk edilmektedir. Selahattin Şimşek, çantasına koyup getirdiği kitaplar yerine, ilaçlar ve sağlık araç-gereçleri getirmek ister. Keşke getirseydim diye yakınır. Köylülere yaralarını saracak hiçbir derman ulaşmamaktadır. Tarlalarını da domuzlar, ayılar telef ettiği için ekmezler. Bu hayvanlar tarlaları telef etmekle kalmayıp, köylülere de saldırmaktadırlar. Bunların derin acısı da izlerini yıllara bırakmaktadır. Her gittiği evde evde bin bir çeşit hasta, çaresiz, yatalak…
Selahattin Şimşek, gittiği köyde memurların oradan niçin kaçmak istediklerini anlatır. Oralara memur olarak değil de, turist olarak gelmek istiyorlarmış, diye düşünür. Buraya gelen memurlar, ilk önce bir şaşkınlık içerisinde olup, sosyal ve doğal çevreyle bir türlü uyuşamayacaklarını düşünürler ve buradan en kısa zamanda gitmek isterler. Gelen memurlar buraya bağlanacak bir özellik ararlar, yoksa burada kalmak onlara güç gelmektedir. Bir kaç memur avcılık yaparak buraya bağlı kalmaya çalışmışlardır. Çoğu memur askeri gazinoda oturur, buraya gelip subaylarla Türkçe konuşurlar.
Yazar, bu kitapta köylüyle memurlar arasındaki iletişim kopukluğundan da bahsetmektedir. Köylünün devlet dairesine bir işi düşse, memura onların dertlerini kendileri değil de ağaları gelip anlatmaktadır. Memurlar sürekli aynı yüzle muhatap olmak zorunda kalmakta, bundan dolayı da halk ile memur kesimi birbirine ısınamamaktadır. Hatta köylülerin de buraya gelen memurları, “Burada kışın ayılar duvarları yıkıp evlere girer, çocukları alır kaçar” diye korkutup geldiği gün kaçırdıkları görünmektedir.
Bazı köylüler, devletin doğuya bütçe ayırmadığını söylerler. Yazar da bu durumu şöyle değerlendirir: Devlet doğuya doktor göndermiş, hastane yaptırmıştır. Ama köylüler bildiğinden şaşmaz, hastayı hocaya götürür ya da doktorun verdiği ilaçları doğru dürüst kullanmazlar. Görülüyor ki tek yönlü kalkınma olmamakta, buna iki tarafın da dahil edilmesi gerekmektedir. Kalkınmanın ise her şeyden önce kültür ve sağlıkta olması gerekir.
Köyünden dışarı çıkamayanlar, başka kültürlerle etkileşimde bulunamayanlar, askerde Türkçe konuşmasını öğrenmektedirler. Bu konuda orduya büyük görev düşmektedir. Ordu da temel eğitim faaliyetleri açılmış ve büyük faydalar sağlamıştır. Yazar, doğunun kalkınmasının sadece okul yapmakla olmayacağını söylemektedir. Devlet doğuya okul yapımı için oluk oluk para akıtmış, ne yazık ki rast gele insanlara yaptırılan bu okulların çok geçmeden göçüp gitmiş olduğunu, çok yerlerde de eğitimin toprak yerlerde sürdürüldüğünü belirtmektedir. Yazar bu durumu öğretmenleri kaçıran nedenlerden biri olarak görmektedir.
İlçelere doktor, kaymakam tayinleri gelmekte, fakat kendileri gelmemektedir. İlkokul öğretmenleri gönderilmekte, onlar da iki yıl sürelerini doldurup, bir an önce gitmek istemektedirler. Doğu görevinden kaçmayıp burada kalanlar ise ilk sırada ordu görevlileri ve öğretmenlerdir.
Yazar, müfettiş olarak gittiği köye bir okulun durumunun çok kötü olduğunu görür. Sıvaları dökülmüş, bacası yıkılmış, masaların ayağı çıkmış, döşemesi ayrılmış… Gelen genç öğretmenlere bu durum gösterilince, “Üst mevkilere bildirdik” deyip sıyrılmaktadırlar ya da bu sorumluluğu kendinden önceki öğretmene yüklemektedirler. Yazar bu duruma çok kızar. Öğretmene üç aydır ne yapmaya çalıştığını, hangi işe başladığını sormaktan kendini alamaz.
Selahattin Şimşek, yurdun her yerinde Köy Enstitüleri açılmasını ister ve şöyle der: “Adını farklı koyabilirler. Yeter ki bu toprağın özlediği iş adamlarını yetiştiren bir eğitim sistemi uygulansın.”