Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Nisan '10

 
Kategori
Öykü
 

Hayalden Gerçeğe...

Hayalden Gerçeğe...
 

ben, şehirde varım...


Bütün hayali, Bu Şehir’e ayak basmak ve bu şehirde yüksek öğrenim görebilmektir. Bu hayal öylesine büyüktür ki yüreğinde, yalnız ve yalnız şehrinde “okumak” ona yetecektir.Öylesi tarif edilmez bir istek, bir erektir ki o küçücük yürek için bu şehirde “olabilmek”, hangi alanda okuyacağından çok, “yüreğine yer eden” şehirde, “okudum” diyebilmek yeterlidir O’na.

Dilara, henüz on altı yaşındayken liseyi bitirmiştir.”Liseden mezun oldum” diyebilmek için, tahsil hayatı boyunca; ilk okulda üç şehir, orta okulda iki şehir ve lisede iki şehir olmak üzere; tam yedi şehre uğraması gerekmiştir. Lisenin son yılında durağı Serhad Şehrindedir. Bu kadar çok yer değiştirmesine rağmen, ne “gezgin” olmanın olumsuz en ufak bir izini taşır benliğinde, ne de okuldaki başarısına en ufak bir gölge kondurur azmiyle.

Her adım attığı şehirde, “ben”im demesi için, iki ay yeterlidir ona. Her yeni çevrede “varım” diyebilmesinde, ailesinin genlerinden getirdiği “göçer”lik ve “konar”lığın etkisi büyüktür elbette. Ve öylesi bir hicrettir ki genlerin öğrettiği; göçtüğünüz yerden aldıklarınız ve konduğunuz yere bırakacaklarınızı kafi görmeyecek; kendi benliğinizle de “hep sil baştan” yeniyi ve tazeyi verebilecektiniz “yaşadığınız her an”a ve “bulunduğunuz her mekana”…Bu göçüşü o küçük kız da bilir!...

Yüz yılların biriktirdiğiyle, sülalece, hicrete aşina olsalar da, Anadolu’ya gelişlerinde, babasının ve annesinin aileleri iki ayrı şehri seçip “konmaya” karar vereli çok uzun zaman olmuştur. Dilara, annesi babası kendisi ve iki kız kardeşinden kurulu ailesiyle “gurbet”e devam etmişlerdir. Bu, gurbet yolunu seçiş, Dilara’nın değil; babasının – kurduğu ailesine sormadan- gençliğinde yaptığı meslek tercihinin sonucudur. Gurbetçiliklerinin en güzel tarafı şudur: Her gittikleri yerde sevilen ve sayılan bir aile konumunda olurlar. Böylesi bir konumda bulunmanın “sevilen” hanesi annesi sayesinde; “sayılan” hanesi babasının mesleği sayesindedir.

Genç kızlığa adım attıktan ve hayatı “kendi deneyimleriyle” yorumlamaya başladıktan sonra, ailesinin bulunduğu konumu şu sözlerle özetleyecektir Dilara:” Taşrada bir saraylı, baş şehirde bir taşralı olmak”… Olgun, mücadeleci, duygu yüklü, onurlu, evlatlarına sevgi dolu anne ve babasının kurduğu; kendilerini “hiç şımartmayan” ama “sevgi şemsiyesiyle” hep koruyan ailenin Anadolu’daki profili budur. Fakat, ailenin dış görüntüsünün yanında, içinde yanan bambaşka köz vardır. Annesi ve babası akraba evliliğinin hoş karşılanmadığı bir kültürde, kardeş gibi büyütüldükleri! halde, yedi yaşından beri birbirlerini sevmişler ve sülale geleneğine kafa tutarak evlenmişlerdir. İşte, bu evlilik sülale ile ailenin arasını açmıştır. Belki de ondan; “gurbet”, bu aileye “şifa” gibi gelmiştir.

Sülale, sevgi ile kurulan bu aileye hep mesafeli yaklaşır. Bu mesafeden en fazla darbeyi- kültürlerin acı geleneği ile- “gelin” yani Dilara’nın annesi alır. Sülale Dilara’nın doğumuna- hatta, onun dört yaşına gelmesine kadar- yeni evlilerle konuşmaz. Rivayet edilir ki, ailelerin yakınlaşmasında Dilara’nın parmağı vardır. İşte, belki de o yüzden; bu aile için gurbet tatlı gelmiştir. Dilara; “gurbet o kadar acı ki…” diye başlayan şarkıyı da, yıllar boyu, hiç çözememiştir. İşte, belki de o yüzden; Dilara’nın babasının mesleği aileye bir küçük tesellidir…Ve işte, belki de o yüzden; Dilara ailesi için “başkentte taşralı, taşrada saraylı kaldık” diyecektir.Ya da yalnızca öyle “sanıldık” ve öyle “anıldık”…

Dilara, sülale içinde en fazla büyük babasını sever. Balkanlardan on yaşlarında kopup gelen Hüsnü Hamidoviç, Dilara’nın dört yaşından beri hayranlıkla takip ettiği “insan”dır. Dilara’nın özlediği “o şehirde” yaşar. Hatta, Dilara’nın annesini bile ilk bağrına basan, O olur. Seksen altı yaşına kadar yaşayan Hüsnü Bey Dilara’yı ve ailesini her gittikleri şehirde ilk- bazı şehirlerde de tek- ziyaret edendir. Her gelişinde küçük kıza ve aileye hediyeler getirir. Hele bir keresinde, aile bir mahrumiyet bölgesindeyken dedesi onlara başşehirden “portakal” getirir. Altı yaşlarındaki Dilara “Bu altın top da ne anne?” diye sorar. Annesi, gözyaşlarını tutamaz.

Küçük kız beş yaşına geldikten sonra, aile yavaş yavaş dede evine gitmeye başlar. Ve Dialara bu eve gelince daima dedesinin peşinden gider. Sürekli kitap okuyan, sürekli yazı yazan, sürekli Kur’an okuyan- ki daha ileriki yıllarda anlayacaktır ki bu kitapların bazıları eski yazı kitaplarıdır-, sürekli gülen ve sürekli tatlı tatlı konuşan Dedesine hayran olur; meraklı kız. Yıllar sonra, “Bu şehre gelip de, dedemin öğrendiği dilleri öğrenip, onun okuduğu kitapları okuyabileceğim bir okula gideceğim.” kararını, işte bu günlerde, dedesinin arkasından dolaştığı günlerde verir.

Genç kızlığa girdiğinde, hem hangi meslekleri istediğini hem de nerede, niçin bulunması gerektiğini yoğun olarak düşünürken bulur kendini Dilara… Ve bir gün anlar ki; o şehir, yalnızca “okumak” istediği şehir değil; varmak istediği, kendini ve ailesini bulmak istediği “ben”lik şehridir. "Bu şehirde okumalıyım, bu şehirde yaşamalıyım; kendim ve ailem için."

Bu şehirde istediği alandaki üniversiteyi kazandığını duyduğunda, babası Serhad ilinden Kırklar şehrine yeni tayin olmuştur. Ve 17 yaşındaki Dilara; “ben giderim” diyerek tek başına “şehre” gelmiş ve “şehre” kaydını yaptırmıştır…

“Konar listesine” kayıt yaptırdığı gün, kalbinden geçen ilk cümle: ” Allah’ım benim yapacaklarımdan dolayı annemi ve babamı utandırma.” olur. Ve taşradan, Şehre girer, Küçük Kız…

Yegâh Elif Mirzâde

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..