- Kategori
- Deneme
Hayvanlardan öğrendiklerim
Böyle bir başlık atınca, üstat sayın Ataol Behramoğlu’nun “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” adlı şiirini şartlı bir refleks gibi mırıldanmaya başladım. Ne güzeldir o şiir... Her şair; bir şiiriyle anılırsa, sayın üstat bu şiiriyle anılıyor olmalıdır.
Eğitim, denilince; aile-okul-öğretmen üçlemi gelir akla. Eğitimimizde pek çok etkenin rolü var da, hayvanların hiç mi katkısı yoktur?
İlk unutulmaz dersimi bir at’tan aldım: Babamla birlikte köyden pazara üzüm incir satmaya gitmiştik. Dönüşte bir pınar kenarında toplaşan adamlar yanına gelince soluklanmak için durduğumuzu sandım. Gördüğüm manzara unutulası gibi değildi; ayaklarının alt tarafından ağaçlara bağlı olan bir at'a bakakalmışım. Özellikle arka ayakları daha da açıktı, ayaklarını birbirine yaklaştırma olasılığı yoktu hayvanın. Başı da yukarıdaki dala gergin bir şekilde bağlıydı. Çarmıha gerilmiş at’tan bir İsa vardı gözlerimin önünde. Atın hayaları iki değnek arasına sıkıştırılmış halde, amcalar değneği döndürüldükçe döndürüyorlardı. O çocuk yaşımda çarmıhtaki atın gözlerinden akan yaşları gördüm.
İki ay sonra sünnet ettirdiler beni. Amcaların kas darbeleriyle çarmıha gerilmiştim. O at geldi gözümün önüne.
Ötesi bildik hikaye…
Büyüyünce koskoca Osmanlı padişahlarından 2.Osman’ın (Genç Osman) Yeniçeri askerleri tarafından aynı o at gibi iğdiş edilerek öldürüldüğünü öğrenecektim. Bilmem ki, hiç büyümesem miydi?
İkinci hayvan öğretmenim ‘Linda’: Çocuklarımın küçükken evde besleyip büyüttüğü ‘kaniş’ olarak bilinen köpeğin adıydı ‘ Linda’. Bahçe kapısından içeri adım attın mı, çaren yok; ne denli ivedi işin olursa olsun, onunla oynaşmak zorundasın.
Okula müfettiş geldi-gelecekmiş gibilerinden haber dolaşmaya başladı. Eve gidip not defterimi yanıma almam gerektiğini düşündüm. Kısıtlı zamanım vardı, Lindan’ın umurumda mı müfettiş? O oynaşmak istiyordu. Ayağımın altında dolaşırken ezmekten korktuğum için hafiften ayağımla şöyle itiverdim. Biraz sert mi oldu bilmem ki? Bağırarak çekip gitti.
Akşam üstü eve geldiğimde, bu sefer onunla oynamak isteyen bendim. Önce ıslıklıkla, gelmeyince ses vererek çağırdım. Boşunaydı bekleyişim; gelen giden yoktu. Avlu kapısının arkasına yatmış, yattığı yerden kendini arayışımı seyrederken gördüm onu. Yerinden kıpırdamaya hiç de niyeti yoktu hanımefendinin.
Gidip kucağıma aldığımda yüzünü sola çevirdi, ben de yüzümü sola çevirdim. Bu sefer ters yöne çevirdi yüzünü. Öğleyin tekme attığım Linda, akşamüstü oynamak istemiyordu. Barışmak için sunduğum yiyecekleri bile dönüp bakmadı.
Anladım sevgili Linda, anladım!..
Yazlık evin bahçesine karatavuklar dadanmıştı. Gezindikleri yere su kabı koydum. Ara sıra yiyecek kırıntısı da atınca, canı su-ekmek isteyen kuşların uğrak yeri olmuştu bahçe. İçlerinden birinin bir bacağı olmadığını görünce şaşıp kaldım. Tek bacaklı bir karatavuk!... Belli ki bacağının birini faka kaptırmıştı. Mayında ayağını kaptıran askerler geldi aklıma, içim dışıma savruldu, cız etti içim.
Topal karatavukla dostluğumuz her gün daha da iyiye gidiyordu. Olası ki bir iki güne kalmaz okşayacaktım onu, emindim bundan.
Patlıcanların arasında tüylerini ve sağlam kalan tek bacağını buldum. Yıkılmıştım. Bir kedinin kurbanı olmuştu. Bahçemde tehlikenin olmadığını öğretmiştim, yanılmışım. Ölüm her yerde, her an hazırmış meğer. “Ölmek, öyle kolay ki, utanıyorum/ Yaşamak, öyle zor ki, utanıyorum!” diyen şair H.Hüseyin Korkmazgil gelip geçti gözlerimin önünden.
Elektronik ortamda gönderilen bir ileti ekini anımsatmak istiyorum: gösteriminde, bir karganın yetilerini siz de izlemiş olabilirsiniz. İzlemeyenler için anımsatayım; karga, yerden aldığı bir cevizi çıkarabildiği kadar yukarıya çıkarıyor. Trafiğin çok yoğun olduğu bir cadde üzerinde ağzındaki cevizi öyle bir anda bırakıyor ki ; zamanlaması insanın zekasını zorluyor. Arabalar için kırmızı ışığın yandığı anda ceviz, beton yola düşürerek parçalanıyor. Yeşil ışık yanana kadar, karga cevizi yiyip bitiriyor. Sonra bir daha, bir daha... Karga, sanki kulağıma bir şeyler fısıldıyordu: “ İnsan, zamanı zeka ölçüsü kadar kullanır!..”
Anavatanı Van Gölü olan bir balık türünün Nisan’ın ikinci haftasında geriye doğru göçlerini anımsarsınız. Geri dönüşü olmayan bir yolculuktur bu, zira gidenlerin % 90’ı dönmemecesine gidiyor, dönemiyor geriye. Neden Nisan ayı, neden özellikle ikinci hafta başlar bu geri gidişli göç diye hangimiz kafa yormuşuzdur? Ölümü göze alarak yumurta bırakmak!
Nasıl bir duygudur bu böyle?
Geçen yaz, yazlık evimin balkonun sol köşesine kırlangıcın birinin yuva yapışını seyrettim. O minicik gagasıyla taşıdığı özel çamuru özenle konması gereken yere koyması şaşırttı beni. Ev bark sahip olmak ne de zormuş öyle? Ertesi yılın baharında gördüğüm manzara daha da şaşırttı beni… Kırlangıcın yuvası serçeler tarafından sahiplenildiği yetmiyormuş gibi, içine yavrulamışlar. Çok geçmeden kırlangıç yuvasında minik yavrularının sesi…
Üç beş gün sonra korktuğum başıma geldi; kırlangıçlar da gelince tepemde amansız bir vatan savunması başladı... Ama serçenin yavruları henüz uçacak durumda da değillerdi. Kim bilir, kaç kilometre uzaktan yuva özlemiyle gelmişlerdi? Kendilerince evleri de hazırdı, hemencecik içine girip yorgunluk gidereceklerdi. Öyle ya; onların en doğal haklarıydı. Evlât tatlı, serçeler tehlikenin ayrımındalar…Erkek yiyecek için gitse, dişi serçe yuvanın üstünde nöbette.
Öff!.. Ne zormuş anne -baba olmak.
Kırlangıçların taciz uçuşlarının yanında, serçelerin amansız savunması devam ediyor. Savaş ne denli acımasız bir şey böyle? İstilâcı serçeleri kovsam yavruları geliyor aklıma, kırlangıçları kovsam belki yumurtladı yumurtlayacak.
Ertesi sabah gördüğüm manzara karşısında bir başka irkildim. Kırlangıçları yuvaya girip çıkarken gördüm. Anladım; haklı olan savaşı kazanmıştı.
İzmir’de bir otobüs durağında beklemekteyim. Köpeğin biri gelip oturdu yanıma. Bir genç kız, bir kadın, bir delikanlı değil; kısmete bak? Bir köpek… Köpek ve ben, bakışıyoruz.
Yiyecek beklentisi içinde olduğunu düşündüm. “Bir gevrekçi falan geçse de alıp versem” dediğim an, yeşil ışıkla birlikte zil sesi duyuldu. Yeşil ışığın iletisi belli, zilin sesi görmez yolcular için çaldığını biliyorum. Bilmediğim bir şey daha varmış; köpekten öğrendim: Köpek zil sesini duyar duymaz “E haydi hadisene, geçmiyor muyuz?” der gibi bakıyordu yüzüme.
Köpeğin aç olmadığını, “Zile daha çok var mı arkadaş, ne zaman geçiyoruz karşıya?” demek istediğini anladım. Kim bilir, belki de içinden : “Kelek herif, İngilizce öğreteceğine ‘Köpekçe’ öğrenseydin!.Ne faydasını gördün İngilizlerin?” demiş de olabilir.
“Bu gavur İzmir’de köpek kadar zeki olamadım” dediğim bir anda çarpışma sesine bakakaldım. Başımı çevirdiğimde, ters dönmüş bir motosikletin havada boşuna dönen tekerleklerinin yanında, tepemden uçmakta olan bir delikanlı gördüm.
Ve… Çığlıklar. Her yer kan!..
Yazlıklarına taşınırken bazı aileler evcil hayvanları ile birlikte geldiğini bilirsiniz. Eylül sonunda bu hayvanların çoğu kasıtlı şekilde bırakılıp gittiklerini de bilir misiniz? Sonbahara doğru bu aç, susuz ve kimsesiz hayvanlar en yakın dostlarım olduklarını elbette bilmek zorunda değilsiniz.
Yemek yerken öyle bakarlar ki yüzünüze, boğazınız dizilir, yutamazsınız lokmanızı. Paylaşmalısınız sofranızda ne varsa. Bu paylaşım pek de kolay olmaz, kedilerle köpekleri aynı yerde ve aynı anda besleyemezsiniz. Bahçenin bir yanında kedileri, bir yanında köpekleri tutmak zorundasınız.
Akşam yemeğinden sonra : “Akşam oldu hüzünlendim ben gene” şarkısını mırıldanmak bana kalır. Hele hele şairlik denen o meret his varsa yüreğinizde, o ‘hüzün’ denen şey bir başka acıtır içinizi. Karnı doyan kedi köpek çekip gider.
Nereye mi?Her hayvan terk edildiği eve döner, asla bir başka eve değil!..
Güzelse hava, kapının dışında kalan paspas üstüne kıvrılıp yatarlar. Ya hava soğuksa; merdiven altındadırlar.
Eski bir tercüman olarak ne dediklerini anlamaz olur muyum? “ Bırak hayvanlık biz de, insanlık bizi buralara getirip bırakıp gidenlerde kalsın!...