- Kategori
- Deneme
Kahve Yemen'den gelmez
“Kahve Yemen'den gelir
Bülbül çemenden gelir
Ak topuk, beyaz gerdan
Hergün seyrandan gelir
(…)
Türkümüz böyle söylendiği sürece, “Kahve Yemen’den mi gelir, ya da doğru bildiğimiz yanlışlar arasında olabilir mi?” diye, sorsak ne olur, sormasak ne? Yanlışı dilden söküp atmak zor olduğunu inansam da, yazarın doğruyu yazmak, düşündürmek gibi bir asli görevi olduğunu bilirim. Dilimize yerleşen, o denli yalan yanlış deyim ve bilgiler var ki, saymaya kalksak gün akşam olur. Bunların bir kaçını anımsayalım:
“Elinin körü” deyimini, “Kes şu aptal soruları, şimdi ağzımdan kötü bir söz çıkacak” anlamında, ya da benzeri anlamlarda kullandığımızı bilirsiniz. Deyimde geçen ‘elinin’ sözcüğü Arapça ‘ehil’ olmalıydı.( yerde ikamet eden, hane halkı, halk), ‘körü’ sözcüğünün de aslı ‘gûrû’ (mezar) olduğuna göre, deyimin anlamı “senin ecdadının mezarını bile…..ederim” anlamına gelmesi beklenirdi. Arapça kökenli bu sözcük dilden düşünce, halkın uydurma gücünün devreye girdiğini anlıyoruz.
“İpe sapa gelmez”
Açıklama: ‘Ep’ Türkçede ‘sebep’ demektir. ‘Sap’ sözcüğü ise “belli bir düzen gözetlemek, derli toplu olmak, sıraya düzene sokmak” anlamına gelir. Deyimin aslı “ epsiz sapsız” olmalıydı. (Kaynak: Nurullah Ataç, “Karalama Defteri, Sözden Söze” Can Yayınları. 1991, S:129-131)
Sadece deyimler değil, bazı sözcüklerin nereden geldiğini meraksız bir toplumuz. Örneğin dilimizden düşürmediğimiz ‘gibi’ sözcüğünün çıkış noktası eski Türklere kadar gider: Türklerin ata düşkünlüğünü bilirsiniz. (Not: Araba kullanırken ara gaz vererek aniden uzaklaşan kişilere ‘topukladı’ deriz. Sanki, altımızdaki araba değil, bir at) Eski Türkler anaç atlarını, ya da savaşta veya dövüşte kullanıcısının yaşamını kurtaran atlarının ölüsünü leş niyetine atmazlardı. O atın derisini düzgün bir şekilde çıkarıp, samanla doldurarak bir heykelcik elde ederlerdi. Canlı at görünümündeki bu ata “kipi” derlerdi.
Bu sözcü dilimizden düşmeyen ‘gibi’ sözcüğünün anasıdır. (Kaynak: Sunay Akın “Önce çocuklar ve Kadınlar” Çınar yayınları. S: 22)
Kahve Yemen’den gelir’ türümüzün söylencesi:
Türkünün söylencesi Urfa aşiretlerine dayanır. Bir delikanlı kahvede çırak olarak çalışmaktadır. Kahve siparişi alırken veya sunarken, sanki bir bozlak söylüyormuş gibi “Kahve Yemen'den gelir” dermiş. Müşterilerin hoşlandığını anlayan çırak, her gün bu dizeyi, seslerini zenginleştirmeye başlar. Buraya kadar iyi güzel de, bu delikanlı mesleği itibariyle çok şanssızdır; çünkü Urfa yöresinde kahveci yamağına, kuşçulara ve hamamda çalışan delikanlıya kız vermezlermiş.
Bizim delikanlı şanssız olduğu kadar umutsuz bir aşıktır. Hem kızın aşkı, hem fakirliğin verdiği dışavurumla türküde geçen dizeler daha zenginleşir ve bu türkü dile düşer.
Sözcük olarak ‘kahve’:
‘Kahve’yi köken olarak incelendiğinde Arapça ‘qahwa' sözcüğünün dilimize geçtiğini bilinir. Türküde geçen ‘qahwa’ ve ‘Yemen’ iki anahtar sözcüğü bir tarafa bırakıp, asıl can alıcı soruyu soralım:
“Kahveyi ilk kim keşfetti?
Olaya nereden bakarsanız bakın, veriler sizi iki farklı teze götürecektir; bunlardan biri; Ahmet Efendi’nin, John McHugo, 'A Concise History of The Arabs' adlı kitabına dayalı öngörüsüdür. Buna göre, 1258 yılında Arabistanlı Şazeli dervişler bulmuşlardır. Derviş ocağından kovulan bir derviş, ıssız bir yere sürülür. Açlıktan ölmemek için ne bulduysa yerken, kahveyi keşfeder. Bu dervişin, durmadan kaşınmak gibi bir sağlık sorunu vardır. Kahve tohumlarıyla beslenince kaşıntısının gittikçe azalarak sağaldığının ayrımına varır. Dervişin ”Kahve, her derde deva “ diye mırıldandığı söylenir.
İkinci tez: 17. yüzyılda Sorborne’de İlahiyat Profesörü olan Antonius Nairone tarafından derlenen tezdir. Buna göre, kahvenin keşfi 850 yılında Yemen’de yaşayan ‘Kaldi’ isimli bir keçi çobanın sürüsündeki bir keçiye aittir. İki tez arasında yer, özneler ve özellikle 400 yıllık zaman farkı vardır. Üçüncü tez olmadığına göre, bunlardan biri doğru olmalıydı.
İzmir/Karşıyaka’da bir sahaftayım. İçeriye bir delikanlı girdi, iki elinde iki koca poşet. Dedesinden 1930-40 yıllarından kalma, yarım asırlık antik, Yedigün Ansiklopedileri mini para karşılığında satmak isteyen bu delikanlıya nefretle baktığımı kimden saklayayım?
Tezgahın üzerindeki ansiklopedilerin birini incelemeye başladım. Tesadüfen açtığım sayfada bir yazı dikkatimi çekti, göz ucuyla okumaya başladım. Nasılsa pazarlığın canlı tanığıydım. Delikanlı çıkar çıkmaz sahafa çok az bir kâr vererek satın aldım.
Göz ucuyla baktığım yazıyı evde incelediğimde, yukarıdaki tezlerin hangisinin doğru olduğu konusunu çözmüştüm. (Kaynak: Yedigün Dergisi, 1937, N: 236, cilt:10, Sayı:15 ,sayfa: 10-11)
Evet, kahvenin keşfi keçiye aittir:
Tiryakiler her kahve yudumlayışlarında kendilerine kahve sunan kişiye teşekkür etmeden önce, kahvenin kaşifi, ‘KALDİ ‘ adlı çobana ve keçisini teşekkür borcu olduğunu anımsamalılar. Olayın gelişimi şöyleymiş: ‘Kaldi’ adındaki çoban gütmekte olduğu keçilerden biri, o ana kadar bilinmeyen bir bitkinin tohumlarını büyük bir iştahla yediğini görünce, tedirgin olur. Ya ölürse?
Çobanın uykuları kaçar, üstelik keçinin gözleri kıpkırmızıdır. Hayvanın gözleri eskiden kırmızı mıydı, yoksa bu tohumları yedikten sonra mı böyle olduğunu bilemediğinden, kaygısı daha artmıştır. Çoban, o gece keçiyi izler, gördüğü sonuç çok ilginçtir; keçinin gece boyu uyumadığını, daha aktif olduğunu, bunun yanında uyuyan dişi keçileri uyandırıp, ilişkiye zorladığını görür.
Çoban, keçinin yediği tohumların zararlı olmadığından emin olmak için, ertesi gün bir başka keçinin aynı tohumları yemesine göz yumar. Gözlem sonucu sabittir, keçi aktif ve cinselliğe daha yatkındır. Artık çoban bir şeylerin ayrıma varmıştır; o bitkinin tohumlarını keçilerin yemesine izin vermeyecek, kendisi yiyecektir.
Çıkınında biriktirdiği tohumları birer ikişer leblebi gibi yedikten sonra evinin yolunu tutar. Keşfinin marifetlerini o gece sınar ve vardığı sonucu arkadaşlarına anlatır. Köyün gençleri keçilerden önce dağ bayır kahve tohumu aramaya başlarlar. Tohumları yiyen her delikanlı izlenimlerini abartılı şekilde sağda solda anlatmaya başlayınca, haber dervişlere kadar ulaşır. Dervişler bu bitki tohumlarının yenmesi durumunda, uykuyu kaçırması ilgilerini çekmiştir, çünkü sabah namazına yetişememekten çoğu şikayetçidir. Kahveyi bolca için dervişler derin uykuya dalamadıkların, sabah namazına kalkmakta sorun yaşamazlar. Dervişler bu bitkinin tohumunu ezerek sıcak suda pişirip içmeye başlayınca, kahve derviş içeceği olarak gittikçe yaygınlaşır.
Dervişlerin tek katkısı kahveyi ezip, sıcak suda kaynattıktan sonra içmeleridir. Unutmayalım, kahvenin keşfi bir zaferse, en büyük madalyanın sahibi dervişler değil, önce keçinin, sonra da çobanın olmalıdır.
Peki tüm bunlar nerede yaşanır:
Yemen’de değil, Kızıldeniz’in karşı yakasındaki komşusu Habeşistan’da (yeni adıyla Etiyopya). Tohumların ünü gittikçe artmaktadır. 1414'te kahve Mekke'de içilmekteydi. Tohumlar Arabistan’a, oradan da Yemen’e ulaşır. Yemen vahalarına dikileni kahve fidanlarının daha verimli olduğu anlaşılınca, kahve üretimi Arabistan’dan Yemen’e kaydırılır. Dünyaya yayılışı (1500 yıllarında) Yemen'in ‘Muha’ limanından yapıldığından, her millet için ‘kahvenin Yemen’den geldiği’ doğruymuş gibi görünür. Öncelikle Halep, Şam…gibi Ortadoğu şehirlerinde kabul görür. Daha Mısır’da yayınlaşır. Osmanlıya (1554) yılında gelebilir.
Keçi keşfine bilimsel onay:
Amerikalı bilim adamları asırlar önce keçinin keşfini bilimsel verilere oturturlar, yani dervişlerden sonra üçüncü kez Amerikalılar Amerika’yı keşfederler. Harvard Üniversitesi'nden, Alberto Ascherio, bir yazısında şöyle diyecektir: “Kahve tüketiminin enerjiyi arttırdığını artık tartışılmıyor. Ortalama yaşları 63 olan yaklaşık 50 bin kadının yıllar içindeki kahve tüketimi incelendiğinde, düzenli olarak günde 4 fincan ya da daha fazla sayıda kahve içen kadınların, kahveyi sıklıkla tüketmeyen kadınlara oranla yüzde 20 daha az depresyona girdiğini saptandık”
‘Keçi ‘ deyip geçmeyin:
‘Keçi’ sözcüğüne dayalı çok söylemimiz vardır; ‘keçi gibi, keçi yolu, keçi inadı…..’ ve ‘keçileri kaçırmak’ deyimimizde anahtar sözcüğün ’keçi’ olduğu anımsanmalıdır. ‘İki dirhem bir çekirdek’ deyimimizin temelinde keçilerin bir başka keşfi yattığını çoğumuz bilmez.
Keçiboynuzu da Peru’nu dağlık bölgesinde yayılan keçilerin keşfidir. Bu ağacın meyveleri yiyen keçi çobanı telaşlandırdığından izlemeye başlar. Keçilerin ölmediğini, aksine daha aktif oldukları, dişilerin tepesinden inmediklerini görür. Çoban durur mu, başlar çaban da keçi boynuzu yemeye.
Daha sonra keçiboynuzu çekirdekleri suda kalınca bile ağırlıklarının değişmediği anlaşılır ve en küçük ağırlık ölçüsü olarak kullanılmaya başlanır. Çekirdeklerin her biri 0.2 grama, yani 5 tanesi bir grama denk gelmektedir. Okkanın da (1283 gram) dört yüzde birine bir dirhem denir. Eski altın paraların ağırlığı da 2 dirhem bir çekirdeğe denk düşmektedir.
Eski sarraflar zengin müşterilerini memnun etmek için müşterinin istediği altının gramına fazladan bir çekirdek daha atarlar. Zamanla bu alışkanlıktan vazgeçilmiş, bir çekirdek ağırlığında altın vermektense, fazladan kumaş veya bir takım elbise verilmeye başlanır. “iki dirhem bir çekirdek “ deyimi dile yerleşir.( Kaynak: Prof Dr. Aydın Akkaya açıklaması,)
Osmanlı döneminde kahvenin serüveni:
4. Murat zamanında (1623-40) uygulanan ölüm cezasına rağmen, resmi izin vermese de halkın kahve içmesi görmezden gelinir. Unutmayalım ki, Türklerin Avrupa’da tanınması hamam ve kahveyle olur. 1683'te Türklerin uzun süren Viyana kuşatması sırasında Avrupalılar ilk kez kahveyle tanışacaklardır. Kahve, İstanbul'da 1517'de, yani 1. Sultan Selim zamanında duyulmuş, ama bu tarihten 44 yıl sonra içilmeye başlanmıştır. Avrupa'ya ise Osmanlı tüccarları sayesinde önce İtalya'ya, oradan da Fransa'ya geçmiş, zamanla tüm Avrupa'ya yayılmıştır.
Sütlü kahvenin keşfi.
Kanuni, ordusuyla Viyana önlerine dayanmıştır ama Polonyalıların 65.000 kişilik takviye güçle Viyana’nın yardımına geleceği hesapta yoktur. İlk denemelerde Osmanlı ordusu ciddi bozguna uğradığını biliyoruz. Osmanlı ordusu kaçarken geride bol miktarda erzak bırakır. Ganimetler arasında 500 çuval kahve ele geçer.
Polonya ordusunda, gençliğini İstanbul’da geçiren, Türkleri ve geleneklerini iyi bilen bir asker vardır. Bu asker, ana dili gibi Türkçe bildiğinden, çok işe yarar; ordusu içine karışır, konuşulanları karşı tarafa aktarır. Bu muhbirlik uzun süre devam eder. Savaş sonrası muhbirliğinin karşılığını alır, 500 çuval kahve ona bağışlandığı gibi, Avustralya vatandaşı olur, ülkenin en büyük madalyasıyla ödüllendirilir.
Polonyalı muhbir asker, G. Franz Kolschitzky, İstanbul’da gördüğü gibi bir Türk kahvehanesi işletme açar ama tadındaki acılığından dolayı kahveyi yerli halka beğendiremez. Her gelen ‘acı’ demektedir. Ballı suda kahve pişirse de, yerli halkı kahveyi sevdiremez. Sonra, kahveyi krema ve daha sonra krema ile süt karıştırarak dener. İşte bu yöntem tutacaktır. Böylece sütlü kahve içimi gittikçe yaygınlaşacaktır. ( Gurbüz Evren, Bütün Dünya, Eylül- 2013)
Şiirsel protestolar;
Yaklaşık yarım asır sonra, bir tüccarın çok miktarda kahve satın alarak, büyük umutla İstanbul’a getirir. Hayalleri uzun sürmez, kahvenin fiyatını, alış fiyatına(5 para) indirir ama kahvenin fiyatını bile soran olmaz. Hayalleri suya düşer, esnaf kahrından dükkanın camına şöyle bir dize yazar: “Kahve Yemen’den gelir, yolları ırak. Beş para yetmiyor, on para bırak”
Şair ruhlu müşterin birine cevap hakkı doğmuştur: “Kahve Yemen’den gelir, yolları sapa.Beş para yetmiyorsa, dükkanı kapa”
Kahve sektörünün bugünkü durumu:
Bugün kahvenin yetiştirilmesinde ve pazarlanmasında Yemen’in adı bile yoktur. 17. yüzyılda Hollandalılar Cava'da kahve yetiştirmeğe başladılar. İngilizler, kahveyi Jamaika adasına götürdüler. Oradan Güney ve Orta Amerika'ya geçti. Yüksek topraklarda ekilmesi ve toprağın suyunun çekilmiş olması şarttır. Bu tür toprak ve iklim, Brezilya'nın yamaçlarında bulunmaktadır. Bugün dünya kahve üretiminin dörtte üçünü Brezilya sağlanmaktadır.
.