Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ocak '22

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Hep Güçlüden Yana Olmak!

Sizler gibi, herkes gibi, benim de gündelik hayatın içerisinde, sokakta, yolda işde, barkta gözlemleyip zihnimin arka planına attığım –ve zaman zaman beni rahatsız eden- bazı gözlemlerim var.Hayat karşısında onurlu, dik ve dürüstçe durma çabama temel oluşturan ideolojik yanımı besleyen önemli sosyal-iktisadi ve siyasal bilgi ve gözlerimin dışındaki bazı gözlemler bunlar…
 
Birincisi; Sokakta, yolda iş de barkta pek fazla fiziksel özürlü insan göremeyişim. Gördüklerimin ise neredeyse 10’da yedisinin –hele de erişkinseler-  yalnız oluşu! Onlara nadiren ve/ veya mecburen yaklaşırken de sadece acıma duygusu içerisinde olma hali... Oysa, Türkiye'de nüfusun yüzde 12.30'u yani 8.6 milyon kişi engelli. Engelliyi, özürlüyü zayıf, göz önünde fazla bulunmaması gereken kişiler olarak algılayan arızalı bir ruh halinin ayak izleri gibi…
 
İkincisi; Hayat yitimlerinde ölü bedenlere karşı apar topar “hemen kaldırıp gömme” kültürü. Eşyalarını da panik içinde sağa sola dağıtarak kısa sürede o kişiden hemen hiçbir maddi iz bırakmama eğilimi… "Eğer ölü isen artık her şeyinle  bir hiçsin” tavrı! Öte yandan cenaze yakınlarına gösterilen (önemli ölçüde sahte) refleks ürünü aşırı ilgi, özen ve ihtimam ('Son görev refleksi')
 
Üçüncüsü; Asgari ücretli, borç-harç içinde bile olunsa gösterişe aşırı düşkünlük!  Öncelikle de farklı giysiler, binek aracı araba ve cep telefonu edinme yönünde ölesiye bir fedakârlık ve bağlılık…
 
Dördüncüsü; Hataları kabullenmeme, özür dilememe, itirafta bulunamama, anlamlı ve yerinde eleştiri hele de özeleştiri yapamama, istifa edememe kültür(süzlüğ)ü...
 
Beşincisi; Daha önce iltifatlara boğduğumuz kişiler güçten, sağlıktan, zenginlikten, meslekten, başarıdan uzaklaşıp düşünce aniden uzaklaşma (görmezden gelme hatta bir tür öç alma duygusuyla gizli hınç besleme) eğilimi… ("Düşenin dostu olmaz"/ "Düşene bir tekme de sen vur!"). Bu bağlamda insan ilişkileri de artık serbest döviz kurları gibi. Karşılıklı alışverişe ve arz-talep dengesine göre her an değişebilmekte!
 
Altıncısı, Çocuklara gösterilen aşırı ilgi-özen ve ihtimam. Onlara sorumluluk duygusu ve kişilik gelişimlerini engeller ölçüde taparcasına, koruyucu ("sanki kral ve kraliçeymiş gibi") davranmak. “Küçük zayıftır ama benim biyolojik uzantım olan bir zayıflık” ilkesini her seferinde teyit edercesine…
 
Bu ‘puzzle’ parçalarını bir araya toplayınca ortaya çıkan durum maalesef o ki; Ne pahasına olursa olsun güçlü görünme, zayıflıktan nefret etme ve daha da vahimi ne pahasına olursa olsun hep güçlüden yana olma kültürü! (Bu durumun azınlıklar halinde istisnaları mutlaka olsa da!)
 
Evet, en büyük zaaflarımızdan biri haklının ve doğrunun değil de güçlünün yanında yer alma mantığı... Gücü elinde bulundurandan taraf olmak, ona yaranmaya çabalamak, onun gözüne girmek çoktan beri normal görünmeye başlandı. Zemin ve şartlara göre tavır belirlemek uyanıklık olarak izah ediliyor artık. Zaman ve konjonktüre (Toplu duruma) göre, senelerce savunduğu fikirlerden vazgeçip, yeni arayışlara girişmek artık çağdaşlık olarak benimsenmeye başladı. Bazı menfaatler uğruna birçok ölçü, prensip ve düsturu bir kenara koymakta herhangi bir beis görülmemeye başlandı. Bu davranış şekli, her zaman en kolay hareket tarzı olmakta, kısa vade için prim yapmakta, kazanç ve getirim (rant) sağlamaktadır. Bu mantığa göre güçlüden yana olup, pozisyon kapmak varken haklı da olsa, doğru da olsa neden zayıf sanılandan yana olunsun? Değil mi ya?' Devir ar devri değil, kâr devri.
 
Nitekim;
 
2003 yılından bu yana Cannes Film Festivali'nden ülkemize önemli ödüller getiren ve 24 Mayıs 2014’de 'Kış Uykusu' adlı filmiyle Cannes’da  'Altın Palmiye' ye ulaşan ünlü sinema ustamız Nuri Bilge Ceylan da (henüz ödülü almadan birkaç gün önce)  Hürriyet’te çıkan röportajında bu konuya parmak basmakta:  “ Kendi zayıflığınız nedir?” şeklindeki bir soruya verdiği yanıtta N.B. Ceylan, “…Kendi güçlülüğünüz nedir diye sorsanız belki yanıtlamak daha kolay olurdu. İnsan tabii ki son derece zayıf bir yaratık.  Ama bunda sorun yok. Sorun bu zayıflığı bir suçmuş gibi algılatıp, içinde yaşayan herkesin hayatını bunları gizleme refleksleriyle donatmış olan bir kültürün içinde yaşıyor olmakta. İnsanları bir araya getirmeyi sağlayan nedenler genellikle bir ideoloji, bir eylem ya da bir inanç gibi dışsal nedenler olduğu için, içte yakalanan gerçeklikler hayata geçecek derinleşecek ya da kişiyi dönüştürecek bir kıvama ulaşamıyor” demekte…. “Siz böyle bir kampa ait olmayı ret mi ediyorsunuz?” şeklindeki diğer bir soruyu ise “…Sürekli bir takım grupların, ideolojilerin içinde bir sürüyle birlikte korunaklı bir şekilde yaşamanın insan özgürlüğüyle bağdaşmadığını düşünüyorum belki. Bilemiyorum. Bünyemde bu tarz bir varoluşu kararlılıkla reddeden ne olduğunu tam olarak bilmediğim bir şey var. Belki de Çehov ve Sait Faik’i bu kadar seviyor olmamın nedeni, onlarda da sanki benzer bir ruh hali olduğunu hissediyor oluşum bile olabilir. Elbette uğruna savaşacak idealler, insanları bir araya getirecek düşünceler olmasın demiyorum.” Şeklinde yanıtlamakta.
 
Ve nihayet “- Son sözü söyleme meselesinde siyasetçi ile Türk halkı arasında da benzer bir ilişki var mı?” diye sorulan soruya yanıtı ise gümbür gümbür geliyor: “Bizim halk zayıflığı sevmiyor. Zayıflığın ne şekilde olursa olsun sergilenmesini bir erdem olarak görebilecek bir gelenek yok. Mütevazılık falan hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz. Kültürün bütün elemanları insanları şişinmeye, öğünmeye, defolarını gizlemeye itiyor. Bu da çok ağır bir yük taşımamıza neden oluyor. Gizlenecek şeyler devamlı birikiyor. İtiraf kültürü gelişse, bunları söylediğimiz zaman takdir görebileceğimizi düşünsek bunları açığa çıkaracağız. Yükten kurtulacağız. O zaman politikacı da özür dilemek için adeta fırsat kollayacak belki. Takdir göreceğini düşünecek. Ama bugün düşünmüyor, çünkü özür dilediği anda işini bitirecekler!” 
 
Peki, neden böyleyiz?
 
İnsanlar egolarından dolayı güçlü olmayı, öyle görünmeyi severler. Güçlünün yanında yer alarak güçlü olacaklarına, en azından öyle görüneceklerine inanırlar. Doğuştan hazza odaklı biyolojik dürtülerimiz bu yolla her koşulda ve kalıcı bir şekilde ona ulaşacağını düşünerek güven duyar. Eğer terazi dengede değilse karşıt kefedeki "varoluşsal" yönümüz ise bu tartımdan ağır yaralar alır.
 
Doğa yasalarına göre güçlü olanın daima ayakta kalmasından doğan güç istenci ise başka bir etken. Ama doğada aynı zamanda 'Symbiosis (ortak) yaşam benzeri 'zayıflar arası dayanışma' içeren (Azotum az, sen bana azotundan ver, ben de sana glikozumdan vereyim, ortaklaşa gelişelim diyen) tersi durumlar da vardır.
Diğer bir açıdan çok güçlü 'Tanrı inancı' da bu durumun önemli bir etkeni... İnsanlar tarih boyunca her zaman güce saygı duymuş, ondan korkmuş ve bazen de istemeye istemeye yanında olmuştur. Bu insanların zayıf yaratılışının da bir özelliğidir.
Kendini önemli görmek ve güven içinde hissetmek için farklı olanı "ötekileştirme" eğilimi ise bir başka etken.
Bir başka neden korkaklıktır. İnsanoğlu hele de gücü ve özgüven düzeyi düşükse kaybetmekten ve dibe vurmaktan korkar. Çünkü inandıkları şeyler uğruna taşlanmayı göze alacak kadar cesaret ve dirençleri yoktur. Acizdir insanoğlu, korunmaya muhtaçtır. Kendini daha güçlüye yamamaktan çoğu kez utanmaz! Bu durumun psikoloji bilimindeki adı “Stockholm sendromu” dur. Eğitim, kültür, ekonomik düzeyi düşük ve/veya bunlardan bağımsız olarak kişiliği zayıf insanların korku, çaresizlik, yetersizlik duygusu ve özgüven eksikliğinden ötürü güçlü olanla duygusal bağ kurması. Mahkûmun gardiyanına aşk olması!
Öte yandan, günümüzün neo-liberal, kapitalist ve küresel iktisadi yapısı da bu düşünceyi beslemektedir. Bu arenada rekabet içinde boğuşmaktan bıkan şirketlerin de ortak prensibidir: Eğer büyük olamıyorsan bir büyüğün parçası ol, yoksa piyasadan yok olursun!
Bu aynı zamanda muhafazakâr (konumunu, durumunu korumak isteyen) bir tavırdır ve çoğu kez gücün karşısında tarafsız olmak da aynı yola çıkar…
 
Aslında tüm bu durumlar zayıf hissedenlerin dayanışma ruhu içinde, örgütlü ol(a)mamalarından dolayısıyla da mücadeleyi göze alamamalarından doğan bireysel zayıflıklarının değişik görünümleridir. Aynı zamanda onları bu duruma düşüren, o konumda kıskıvrak bırakan sistemin de bir sonucudur kanımca.
Oysa,
Yıllar önce "Haklıdan yana değil, güçlüden yana olanlar korkak ve kaypak olurlar. Güç merkezi değiştikçe dönerler; fırıldak olurlar" demişti dürüstlük ve çağdaşlık abidesi rahmetli Uğur Mumcu.
Ve ne gariptir ki, madalyonun arka yüzünü çevirdiğimizde ironik bir şekilde gördüğümüz ise; sadaka ve dilenme kültürü!
 
İ.Ersin KABAOĞLU,
5 Ocak 2022, Ankara
 
Ersin Kabaoğlu (@kabaogluersin) • Instagram fotoğrafları ve videoları
 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..