Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ağustos '09

 
Kategori
Mizah
 

Herşeyi Bilen Adam

Herşeyi Bilen Adam
 

Plajda onca güzel, bikinilili kız olmasına rağmen “o” kendisini fark ettiriyordu.

Oysa nisa taifesinden olmadığı gibi, artık yaşı çoktan kemale ermiş, kesin 2 x 30 du. Belki de geçmişti bile.

Saçları Orta Anadolu bozkırları renginde ve oldukça seyrelmişti. Orta boylu idi. Vücudunda 1 gram yağ yoktu. Göğsü oldukça şişmiş, karnı da yoktu, üst satırda bahsettiğim gibi… Bi de yüzüne çok yakışan ve daha da karakteristik özellik katan yeniçeri bıyıkları vardı. El parmakları İstanbul usulü sarılmış zeytinyağlı yaprak sarma gibi kalın ve küttü. Buna mukabil bacakları İzmir usulü sarılmış zetinyağlı yaprak sarma gibi incecikti. Lacivert adidas marka mayosu vardı. Sesi çok bilmiş erkeklerin çıkardığı üzere; -size tarifini yapsam da, yine de hakkını veremeyeceğim gibiydi. Bunu baştan söyleyeyim de yiğidonun hakkını yemeyelim.- Sesi çok bağırmaktan ciğerleri paralanmış insanların sesi gibi çıkıyordu. Çenesi çok hiperaktifti; saniyede 35 kez oynuyordu. Karşısındaki yeni evli yada nişanlı yada tavşanlı çifte habire anlatıyor; çok derin konular anlattığı çiftin erkek olanını adeta esir almıştı. Genç çiftin erkek olanı oldukça yumuşak yüzlüydü. O’nu gözlerinde sahte ve itaatkâr bir gülümseme ile başını aşağı yukarı hareket ettirerek tasdik ediyordu. Genç hanım ise nişanlısı kadar itaâtkar değildi, belli ki…. Canı sıkılınca sandalyesini güneşe çeviriyordu. Fakat “o” duruma el koyup, genç hanımın sıkıntılı mı olduğunu sorup, yeniden genç hanımı engin bilgisinden faydalanmaya kibarca davet ediyordu. Anlatırken anlatırken, şemsiyelerin beton dökülmüş altlıklarını kaldırıp kaldırıp, kollarının pörsümüş altlarıyla, yine aynı kolun kaslı üst yapısını, gözleriyle genç erkeğe işaret edip, “gencim diye geçiniyosun ama bu kaslı kollar sende yok nabberrrr?” diye havasını da atıyordu.

O kadar yüzmüştü ve derinlere gitmişti ki, köpek balıkları ile karşılaşabilir diye geri dönmüştü. “O” öyle diyordu Memleket emekli bir yiğidosunu kaybetmemeliydi. Bi nevi köpek balıklarına yem olup, beyin göçü olabilirdi.

Yiğidoyu öldür, hakkını yeme; adeta yekpare attığı kulaçlarıyla yandan çarklı ada vapuru gibi kafası nokta halini alıp, hani, nerdeyse ufukta kaybolana kadar yüzüyor, sonra kıyıya “şılappp şılappp, şılappp” diye ses çıkaran yekpare kulaçlarıyla ulaşıyordu. Maalesef ayak parmaklarını yakından göremedim ama eminim parmaklarının arası perdeliydi.

Ben o’nun perdeli ayak parmaklarını düşünürken cep telefonu çaldı. “O” karşısındaki kişiye ayak tırnağının koptuğunu ve akabinde mikropların geldiğini ve aynı mikropların kaptığını ve ayağının bileğine kadar şiştiğinden bahsetti. Ben bi an kendimden nazar değdirdim diye şüphelendiysem de, şüphelerimin yersiz olduğunu düşündüm. Çünkü daha önce gerçekleşmiş bi olaydan bahsediyordu.

“O” köpek balıklarından bahsedince ben korku teorileri üretip; “şu anda deprem olsa, deniz kıyısında tsunamilere kurban gideriz haaa,” diye geçirdim içimden.

O saniyede 35 kere oynayan çenesiyle sürekli anlatıyordu. Benim gibi suskun biri için oldukça merak konusu olmuştu. Kimi zaman sağ elini açıp, sol elini yumruk yapıp yine sağ elini yumruk haline getirdiği sol eline “şırakkk” diye patlatıp, iş bitirici hallerini anlatıyor olmalıydı.

Ablam kesin bunun mesleği “usta”dır, “onda ustalık ve her şeyi bilen adam duruşu var,” dedi. Ben “asla ve katt’a, işte bir konuda daha seninle yollarımız ayrılıyor” dedim. Bana göre onun mesleği “astsubay’dı.” “Nerden çıkardın?” diye sorduğunda “bir ustada böyle atletik vucüt asla olamaz” dedim ve devamında “ bi usta ancak eşenpen eşenpennn, dışarıda rüjgâr eşerken” diye yazın yapmaya başladığı evin penlerini sonbaharda bitiren ve sevincinden bunu evin dışında davul zurnayla kutlayan ustanın tipi gibi olur” dedim. “Pos bıyıklı, elma yanaklı ve davulu üzerine oturttuğu koskocaman göbekli.” Ablam düşünceli bir edayla duraladı. Hem dedim “astsubay olduğunu düşündüğüm sportmen beyin eşi pancar turşusu renginde mayo giymiş ve zevkli, mayosunun fuşyalı kahverengili çiçekleri de vardı, saçları sonradan olma Türk sarışını rengindeydi ve hatta dipleri de siyahtı.”

“Bir ustanın eşi böyle olabilir mi?” diye sorduğumda, o sırada “sana kırmızı çok yakışıyor” şarkısı çalıyordu.

Ablam da sonunda bana hak verdi. “Fakat bu kadar hiperaktif birinin eşi nasıl oluyor da bu kadar hiperpasif oluyor” dedi. Ben “şaşırdımmm” dedim. Aramızda bi beyin fırtınası estirdik, düşünce iklimlerine gittik geldik ve çözdük. Zavallı hiperpasif eş, sevgili eşine bakarken mayışmış, beyni yorulmuş, gözleri yarı baygın sürekli bi sağa bi sola doğru devrilerek yatar, olmuştu.

Bu sağa sola devinimler sonrasında vücut sevgili eşinin aksine çok güzel mayalanmış bi hamur gibi aşmış ve taşmıştı.

Neticede kimseyi hiperpasif diye de suçlamamak lazımdı. Her şeyi ortam ve şartlar geliştiriyordu. Her şeyi herkesi kına kına, nereye kadar…

Herşeyi bilen adam dakikada 35 kere oynayan çenesiyle bi sürü şey anlattı. Kimbilir ne kadar engin bilgisi, stratejik planları vardı. Böyle engin bilgili bi büyüğüm olmadığı için hayıflandım, doğrusu.

Olsaydı kimbilir sayesinde neler öğrenir, hayat hakkında ne hükümler verebilirdim.

Ne yapalım? Bu hayat böyle, güldürmeyince güldürmüyor.

Fakat iyi yönünden bakarsam sıradan bi plaj gününde böyle “her şeyi bilen adamla” karşılaştım. Bu da bi şeref bee, bu hayatta…

 
Toplam blog
: 246
: 1012
Kayıt tarihi
: 15.02.08
 
 

..