- Kategori
- Anılar
Hiçbir hayat yeniden yaşanmaya değmez

Yazdığım başlık benim fikrim değil, Schopenhauer’in bir kuramı. Değerli MB yazarı Erol Işık Bey geleceğe değil de geçmişe gitmem konusunda şakavari bir yorum yaptı. Fakat bunun için zaman makinesine ihtiyacım yok. Dün akşam günlüğümü karıştırıp geçmişe kısa bir gezinti yaptım. Karşılaştıklarım ünlü filozofun kuramını destekler nitelikteydi. Yıllardır okumadığım için bende nostaljik bir etki uyandırdılar. Küçük bir kısmını burada paylaşmak istiyorum. Üzücü olduklarını biliyorum ama sonuçta hepsi yaşanmış ve gerçek… Doğrusu aynı hayatı bir kez daha aynı biçimde yaşamaya dayanamazdım.
27 Haziran 1998
Adana ve Ceyhan’da çok şiddetli bir deprem oldu. Dışarıda çöp dökmeye çıkan bir komşu bizim bina için “sanki yeri öptü öptü kalktı” dedi. Ben merdivenlere koşarken duvara savrulduğumu hatırlıyorum, yine de sağlammış bizim bina, yıkılmadı. Ceyhan’da yıkılan çok sayıda bina ve öğrencilerimden ölenler var. Maddi, manevi birçok değer anlamını yitirmiş gibi… Tanık olduğum dehşet verici sahnelere inanamıyorum. Galiba şimdi önemli olan tek şey hayatta kalabilmek.
17 Ağustos 1999
Korkunç bir gün daha yaşıyoruz. Sabaha karşı saat üçte telefonun sesiyle uyandık. Önce işle ilgili her zamanki konuşmalardan birisi sanıp aldırmadım. Lojmanda oturduğumuz ve petrol boru hattının faaliyeti 24 saat devam ettiği için geceleri çok sık aranıyorduk. Fakat bu defa eşim telefonu kapattıktan sonra endişeyle söylendi.
“Hayret, bütün ülkede aynı anda enerji kesilmiş. İlk kez böyle bir şey oluyor. Sanki hayat durmuş.”
Hiçbir şey anlayamadık tabii… Huzursuz bir şekilde uyumaya devam ettik. O anda yaşanan felaketin boyutlarını tahmin etmemiz mümkün değildi. Binlerce insanın enkaz altında olduğunu, yardım çığlıkları attığını bilemezdik. Onların bir yansıması olsa gerek sabaha kadar huzursuz rüyalar gördüm.
Sabah İzmit, İstanbul, Sakarya ve Yalova’yı kapsayan çok büyük bir deprem olduğunu öğrendik. Çok üzgünüz. Çocuklar küçük olmasa, otobüse atlayıp o insanlara yardıma gitmek istiyorum. Böyle uzakta olmak ve elimizden bir şey gelmemesi gerçekten çok feci…
19 Ekim 1999
Bugün güzel bir gün. Hava mevsim normallerine göre çok sıcak. Öğleden sonra öğrencilerimle birlikte Ceyhan’a kadar gelen Cumhuriyet trenini görmeye gideceğiz.
5 Ağustos 2000
Tam bir aydır sular kesik. Şu tamiratı bir an önce bitirseler de susuzluk işkencesinden kurtulsam artık…
22 Ekim 2000
Bugün genel nüfus sayımında görevliydim. Bana Ceyhan’da Küçükkırım Mahallesinde bir sokak verildi. Eşim de yardımcı olmak için benimle geldi ve sayım işini birlikte tamamladık. Bazı evler beni çok etkiledi. Çoğu yeni göç etmiş, kalabalık ailelerdi. İşsiz babalar, kilimden başka eşyanın bulunmadığı odalar. Fakat tertemiz bardaklarla çay ikram ettiler bize… İlkinde kırmamak için utanarak içtik. Sonraki evlerde tecrübe kazanıp ikramı önledik. Çocuklar da herhalde sayım günü diye temiz pak giyinmişlerdi, hepsinin yüzü pırıl pırıldı ve bayrammış gibi heyecanlıydılar.
Görevimizi tamamladık ama bu nasıl bir gündü Allahım? İçimde büyük bir sızı var. Akşam yemek yemek bile gelmedi içimden…
18 Ekim 2001
Birkaç gündür ölümün nasıl bir şey olduğunu sorguluyorum. Bu arada yaşamı da sorguluyorum. Ölüm ve yaşam anlamını nerede kazanıyor, nerede kaybediyor? Ölenler bir şey hissetmiyorsa, geride kalanlar neden bu kadar çok acı duyuyor?
Biber’in cesedini sokakta çöp tenekesinin yanında gördüğümde büyük bir üzüntü duydum. O sokakta yaşıyordu ama doğduğu günden beri bana müthiş bağlanmıştı. Geçen yıl Ceyhan’daki okulumla birlikte buradaki ilköğretim okulunda da haftada iki gün derslere giriyordum. Biber beni okula kadar takip eder, pencereye çıkar ve anlattığım dersleri dinlerdi. Okulun müdürü Recep Hoca buna kızmaz, gülerek kedinin kültürünün arttığını söylerdi.
Biber en son bir hafta önce beni parkta görmüş, koşarak gelip kucağıma çıkmıştı…
Ben bir kedi için bile bu kadar üzülürken, insanlar yakınlarını, sevdikleri başka insanları kaybedip bu acılara dayanıyorlar.
11 Eylül olayları çok korkunçtu. İkiz kulelerden ilkinin alevler içinde olduğunu görünce babama telefon ederek televizyonu açmasını istemiştim. Biz konuşurken canlı yayında diğer kuleye çarpan uçağı izledik. Sanki gerçek değil, bir film sahnesi gibiydi. Babamın “bunu gördün mü?” diye bağırışını unutamayacağım. Bir yandan da Newyork’ta yaşayan ve Dünya Ticaret Merkezine sık uğrayan ablamı ve kız kardeşimi merak ediyorduk. Neyse ki ikisine de bir şey olmadı.
Fakat şu sıralarda da Amerika Afganistan’ı bombalıyor ve masum insanlar, küçük çocuklar ölüyor. Bu da çok acı…
Bütün bunlar beni gerçekten etkiledi. Aslında dünyanın bu gidişi yalnızca beni değil, herkesi fazlasıyla endişelendiriyor
9 Ağustos 2002
Her şey bir aldatmaca sanki… Mevsimler bile… Kışın “keşke günler biraz daha uzun olsaydı da yazılıları okuyacak zaman kalsaydı” diye düşünürüm. Yazın ise upuzun bir günde yapacak hiçbir şey bulamam.
Sanki sanal bir dünyada yaşıyoruz. Aslında temel sorun amaçsızlık. Her şey rutin bir şekilde birbirini izliyor ve büyük şehirden uzak bu diyarda günler, haftalar hızla geçip gidiyor. Bir de şu boşluk ve anlamsızlık duygusu olmasa…
13 Nisan 2003
Bir aydır çok yoğun olduğum için yazamıyorum. Şimdi bir ay öncesine dönmek ve yaşadığım bazı olayları topluca anlatmak istiyorum. Mart ayı ortalarında Amerika Irak’a saldırdı ve yanı başımızda şiddetli bir savaş başladı. İncirlik Üssü’ne çok yakınız. O yüzden epeyce tedirginlik hissediyoruz.
Gündüzleri yoğun bir okul temposundan sonra eve gelip, akşamları televizyonda savaş haberleri izlediğim bir dönemde oğlumun şiddetli öksürüğü ve sinüzit olduğunu öğrenmemiz; bu arada eşimin görevli olarak Mardin’e gönderilmesi ve hemen arkasından Amerika’nın akıllı füzelerinden birkaç tanesinin aklını kaybederek (!) Mardin civarına düşmesi gibi olaylar sinir sistemimi bir parça yıprattı.
Bir perşembe akşamı eşim sağ salim eve döndü. Döndü dönmesine ama yarım saat süren sevincim kursağımda kaldı. Birdenbire kızımın dizlerinin şiştiğini fark ettim. Üzüntü içinde geçmişte gazeteden kupon biriktirerek aldığımız Medicana’ları karıştırdım. Tabii böylece olayı büyüttüm ve hastalığa kendimce olumsuz teşhisler koydum. Uykusuz geçen bir gecenin ertesi günü götürdüğümüz doktor “romatoit artrit başlangıcı” teşhisi koyunca içimize su serpildi. Yetişme çağındaki gençlerde olurmuş bazen, ilaç tedavisiyle geçermiş.
Bu arada annem aradı ve yumurtalıklarında küçük bir kist bulunduğunu, yakında ameliyat olacağını söyledi. Üzgün bir şekilde telefonu kapattım. İki kız kardeşim de yurtdışında yaşıyor ve Türkiye’deki tek evlat benim. O yüzden en az bir haftalık rapor almam, İzmir’e gitmem gerekiyor. Annemi tek başına babamın eline bırakamam. Bizim müdür de rapordan hiç hoşlanmıyor. Umarım yazılı sınavların olduğu döneme denk gelmez.
Neyse sonuçta oğlum iyileşti, kızım da iyiye gidiyor. Darısı annemin başına…
Amerika, Irak savaşını tamamladı. Saddam kayıp… Bağdat’ta ve diğer şehirlerde yağmalar sürüyor. Buradaki Iraklılar çok mağdurlar ve ailelerini merak ediyorlar. Her şey o kadar yakınımızda olup bitti ki, gerçekten bu savaşın bütün acılarını içimizde hissettik.
Bu kadar alıntı yeterli herhalde. Günlüğüm çok uzun ama ben sadece altı yıllık bir bölümden bazı kesitler aldım. O zamanlar gündem maddelerimiz farklıymış. Eğer yaşadıklarımızı unutmasak, belki devam edecek gücü bile bulamayız kendimizde… Evlenirken ve çocuk sahibi olurken, iyi ki gelecekte yaşayacaklarımızı çok fazla öngörmüyoruz.
Daha iyi bir dünya ve güzel günler görmemiz dileklerimle…