- Kategori
- Sosyoloji
Hristiyan emperyalizmi-doğu

Hristiyanlık barışçı bir din olarak ortaya çıktı. Roma İmparatorluğu’nun bütün haşmeti ve acıma nedir bilmez tavrıyla egemen olduğu uçsuz bucaksız topraklarda putperestlik ve yer yer insanın tanrılaştırılması eğilimlerine karşı çıkarken “güce” yaslanma şansı yoktu. Uçuk mesajları vardı ve bu uçuk mesajlarla “Kutsal Roma’nın” inanç temellerini sarsarken (İslam dininin ortaya çıkışında olduğu gibi…) ona kılıçla meydan okuyabilme şansı doğurabilecek büyük güçlerden izole bir coğrafya ve insan kütlesine seslenebilme şansına sahip değildi.
Bunun yanında önemli bir şanssızlığı daha vardı. Yahudi inanışı ortaya çıktığı bölgede çok canlıydı. Dışa kapalı ve ırksal olarak kendinden olmayana bir mesajı olmamasına karşın Musa’nın çocukları kendini beğenmişliklerini üst düzeyde yaşıyor ve yeni bir kurtarıcıyı dört gözle bekliyorlardı. Ama bu İsa olamazdı. Çünkü o kucağını kendisine gelmeye çalışan herkese açmış görünüyordu. Musa’nın çocukları bir kez daha düş kırıklığına uğramış, kendilerinden olmayan İsa’yı düşman belleyerek tepki göstermişlerdi. Putperest Roma’nın Hz. İsa ve dostlarına şiddetli tepki göstermesinde Musevilerin payı olsa gerekti.
Yaşadığı sürece barışçı mesajlar yayan İsa, bir şekilde (öldürülme ya da göğe yükselme…) insanların arasından ayrıldıktan sonra, yakın arkadaşları benzer mesajlarla Suriye ve Anadolu üzerinden Avrupa’ya doğru uzandılar. Bu süreçte çoğu din ve ideolojide olduğu gibi toplumun ezilenlerini ve inancı uğruna zarar görmeyi göze alabilen dürüst insanları etrafında toplamaya devam etti. Yayıldığı topraklarda egemen olan putperest Roma’nın zulmünden kaçarken yer altlarına yaptıkları kiliselerinin duvarlarını barışı simgeleyen güvercinler ve balıklarla süslemeye devam ettiler…
Mazlum Hristiyanlar putperest topraklarda hızla yayılırken kendini disipline etmek, savunmasını kolaylaştırmak ve inançta farklılaşmayı engellemek gibi gerekçelerle kendi içlerinde elitlerini oluşturma sürecine girdiklerinde uzun sürede kendi felaketlerinin de temellerini atmış oldular. Kilise örgütlenmesi olarak somutlaşan bu yapı kendi inanç sistemi içinde yer alan insanları ileride büyük zulümlere boğacak adımlar atacak, insanlık ve Avrupa tarihinde “Orta Çağ” denilen karanlık sürece damga vuracaktı.
Her dönemde olduğu bu süreçte de politik cinlik harekete geçerek geniş halk kitlelerine yayılan yeni dinin karşısında yer almayı bırakarak ondan yararlanma yolunu seçti. Putperest Roma Hristiyanlığın önündeki engelleri kaldırınca tüm Roma toprakları ve Avrupa kıtası Hristiyanlaştı. Din, devlet için ölümden korkmayan ve çok da maddi beklentiler peşinde koşmayan büyük bir savaşçı kitlesi oluşmasına doğal bir zemin hazırladı. Yayılmacı politikaların güden krallar, Tanrı’nın dinini yaymak ve kafirleri yola getirmek gibi bir gerekçeyle geniş kitleleri daha kolay bir biçimde savaşa sürme olanağına kavuşmuştu. Bu gerekçe daha sonraları İslam dünyasında da kendileri gibi inanmayanlarla savaşın(cihat) ana gerekçesi olacaktı.
Hristiyan kültüründeki belli başlı din savaşları, dinin kutsal toprakları olan Ortadoğu’ya dönük olduğunu söylemek mümkün. Avrupa’nın kuzey ve batısına dini yaymak amacıyla yapılan akınlar bir tarafa bırakılacak olursa; büyük çaplı ve tüm Hristiyanları temsil etme iddiası taşıyan Haçlı Seferleri Ortadoğu’da hızla yayılma eğilimi gösteren İslam’ı etkisizleştirme amacına dönük olacaktı…
İsa’dan sonra binli yıllara gelindiğinde Avrupa’nın tamamı Hristiyanlaşmış, bugünkü Rus toprakları üzerinden Asyadaki putperestler toplumlar ve yer yer Kuzey Afrika ile ilişki kurulmuştu. İslam güçlerinin Bizans sınırlarını zorlamasıyla başlayan din savaşları Hristiyanlık açısından yükselen bir tehlikeyi durdurmak amacı güderken, dar bir alanda sıkışık olan İslam güçleri açısından (tabi Hristiyan toplumlarına göre) varlık-yokluk mücadelesi niteliği taşıyordu. 1187 yılında Kudüs’ü haçlılardan alan ve sonrasında düzenlenen 3. Haçlı Seferi’nde Hristiyan güçlerini bozguna uğratan Kürt komutan Selahaddinê Eyyubi efsaneleşirken Hristiyanlığın Ortadoğu, Asya ve Kuzey Afrika’daki geleceği son buluyordu.
Ancak Hristiyan toplumların Asya düşü bitmeyecekti. Bu toplumlar sanayi devrimini tamamlamış olarak tazelenmiş güçleriyle denizden Hindistan ve Çin topraklarına ulaşmayı başardıkları 16 yy’dan sonra bölgenin önemli bir bölümünü sömürgeleştirerek kendi toprakları olarak ilan etmeyi başardılar. Başta Hindistan olmak üzere bugün Pakistan, Bangladeş olarak adlandırılan Müslüman ülkeler ile güneydoğu Asya’daki topraklar Batılı Hristiyan ülkeler tarafından 20 yy’ın sonlarına kadar bir şekilde yönetilmeye devam edildi. Bu çok daha üstün bir konumdaydılar. Güçlü bir silah sanayisine sahiptiler ve savaşmayı iyi biliyorlardı. Üstelik bilimsel ve teknolojik üstünlük artık beyaz adamda gururu da aşan bir üstünlük psikolojisi oluşturmuş, kendisinden olmayanı “barbar” olarak tanımlamak Avrupalı beyaz adam toplumunun en alt kesimlerine kadar yayılmıştı.
Asya ve Ortadoğu sömürgeciliği din sosu taşısa da aslında artık Avrupa’ya sığamayan kapitalist sistemin emperyalist bir kimliğe bürünmesinin zorunlu sonucu durumundaydı. Yeni ham madde arayışı, üretilene pazar bulma ihtiyacı ve ucuz iş gücü talebi Batı kapitalizmini sıkıştırıyordu. Osmanlının çöküşü petrol yatakları bakımından bir hayli zengin olduğu anlaşılan Ortadoğu toprakları üzerinde Batılı devletlerin güdümünde yığınla küçük devletçiklerin doğmasına neden oldu. Bu arada Musa’nın çocukları da gelişmelerden nemalandı. Binlerce yıldan sonra küçük de olsa yeniden bir “devlet” sahibi oldular. Yakın zamanda uğradıkları katliamlar onları kenetlemişti ve Arap çöllerinde kendilerine “vad edilmiş” bu toprakların küçük bir parçasına(Büyük İsrail henüz çok uzak görünüyor…) tüm dünyaya parmak ısırtacak bir dirençle sahip çıktılar. Arapların kendilerini bu topraklardan sürüp çıkarmak için yaptıkları tüm toplu saldırılardan şaşırtıcı bir biçimde kazanarak çıkarken, varlılarıyla da Arap devletlerini iç politikalarının ve büyük devletlerin bölgesel planlarının yürütülmesinde önemli bir destek unsuru oldular.
Dünyanın diğer bölgelerine oranla din ve politika ekseniyle çok daha fazla haşir neşir olan Ortadoğu, Batı kültürünün bölgeyi kasıp kavurması sonucu kapitalizm ve sosyalizm gelgitlerinde savrularak kurtuluş ararken İslam’ı öne çıkaran arayışlar da boy göstermeye başlayacaktı. Ancak batılı akım o kadar güçlüydü ki dini referanslar bile onun terimleriyle kendini öne sürmek ihtiyacı duyuyordu. Öyle ki sonrasında bölgeyi sarsacak olan Müslüman Kardeşler örgütünün fikir babaları; Seyyit Kutup “İslam’da Sosyal Adalet” (Mısır) Mustafa Sibai ise “İslam Sosyalizmi” (Suriye) adlı kitaplar yazmak gereği duyacaklardı.
Bu arayışlar dinin bir ideoloji olarak yaşamı birey-toplum-devlet sarmalında biçimlendirmesini öngörüyordu. Laiklik kavramıyla dini çoktan kiliseye hapsetmiş olan Batı’nın pek anlayamadığı bu eğilim ardan geçen zaman içinde kapitalist ve sosyalist sistemlerin yarattığı arızalar (Rusya ve Çin’in sosyalizmden uzaklaşması…) nedeniyle güçlendi. Silahın egemen olmanın en önemli unsuru olduğunu keşfeden İslamcılık ölmenin ve öldürmeni büyülü etkisine kapıldı!.. Afganistan’daki önce Rus, ardından ABD güçlerinin başarısız operasyonlarıyla içeriği ve sonuçları çok tartışılacak olan şiddete dayalı küresel bir İslami başkaldırının farklı coğrafyalara yayılmasıyla kolay kolay sönmeyecek gibi görünen bir ölüm dalgasını veba salgını gibi tüm dünyaya yaydı.