- Kategori
- Gündelik Yaşam
Hüzün Yaprakları

Tarsus-Yenice yönünde, Güneybatı ufku o kadar sıkıntılı, o kadar sancılı gözüküyor ki gökyüzü sağanak doğuracak bir yağmur doğumuna hazırlanıyor adeta. Rüzgâr, doğumevi kapısında sağa sola adımlayan bir baba sabırsızlığınca, hızlı ve sürekli yön değiştirerek esip duruyor. Havaların hemencecik soğumasını istercesine aceleci, bu yıl çok fazla geçmiş olmanın endişesinden kaynaklanan bir hırçınlıkla cadde kenarlarındaki akasyalar, japon kavakları, hurmalar, palmiyeler ve çınar ağaçlarını kuvvetlice sallayıp sarsıyor. Dallarından koparıp aldığı güçsüz, solgun yaprakları savuruyor dört bir yana. Cadde boyunca kaldırımlar, park içindeki gri renkli taş yollar, çimler, dinlenme bankoları, beton ve tahta masaların üstü sanki yer yer sarıya boyanmış gibi. Baharın sonuncusu, Sonbahar’ın sarı yaprakları üçer beşer uçuşup oraya buraya düşüp, savruluyorlar. Sarı ve turuncu karışımı elbisesini giymeye hazırlanan Atatürk Parkı’nı geçip, yağmur öncesi griliğin sarı tonlarla karışık melankolik renklerle boyadığı Ziyapaşa boyunca sessiz bir hüzün tünelinde yol alırcasına ilerliyorum.
İnsanların çoğu, mevsimin bu yıl oldukça gecikmiş ilk yağmurunda ıslanmamak için bir koşmaca, koşturmaca içindeler. Bazıları ise davranışsal farklılığın varlığını kanıtlarcasına fazlasıyla sakin, Adana’da ender görülen yağmurlu bir akşamüstü olağandışılığının farkında gibiler. Örneğin, önümde aceleci rüzgâra umarsız, oldukça rahat görünen bir genç adam elleri ceplerinde yürüyor. Nemli ve sıcak Adana yazından sarı ve serin bir mevsime geçişin değişimini hissetmiş olmalı ki bir ara gömleğinin yakasını ürperti veren rüzgâra karşı biraz yukarı kaldırıp boğazını korumaya çalışıyor. Birkaç adım sonra altından geçmekte olduğu çınardan önce başına ve sonra yakasına düşüp takılan bir yaprağı eline alıyor. Küresel ve popüler kültürün mimarlığında şekillenen güncel genç çizgisinden beklemediğim bir davranış sergiliyor, şaşırtıyor beni. Renkler öyle göz alıcı olmalı ki kaldırıp yere atamıyor elindeki yaprağı. Kendini rock sertliğinden hafif romantik bir melodinin okşamasına bırakıyormuşçasına, belki de ilk kez yaşadığı bir deneyimin ipuçlarını sergiliyor. Genç bakışlar sarı ve turuncunun sıcaklığında takılıp kalıyor. İçinde zaten var olan, ancak konuşma fırsatı vermediği bir şeyleri dinler gibi, izler gibi bakıyor elindeki yaprağa. Sanki içindeki insanlık, kendine özel unuttuğu duyguları olgunlaştırıp mekanik ve karamsar duyguların yerine koyuyor, Sonbaharı keşfettin diyor ona.
Yapraklar uçuşmaya, yere düşmeye devam ediyor. Yağmur öncesi sarı hüzünler yağıyor sanki gökyüzünden. Ve hüzünler… Ah o hüzünler, geçmişin filmlerinde rol alan oyuncular gibidir insan beyninin tam da ortasına kurulu Sonbahar sahnesine ilerlerken. İşte, kaldırım ortasına monte edilmiş, yeni moda camlı otobüs durağının yanı başındaki çınar ağacına hafifçe omzunu dayamış şu kadın gibi örneğin. Ara sıra kuvvetlenen rüzgâr, yaprakları daha yoğun biçimde dökmeye başlayınca başını yukarı kaldırıp ağacın dallarına doğru kaldırıyor. Ancak hemen sonra bakışlarını yere indirip ayakuçlarına dökülen yapraklara dalıp gidiyor. Kaldırım üstüne, ayaklarının ucuna düşen yapraklar belli ki sessiz bir hüzün ağırlığı yüklemiş olmalı yüreğine. Muhtemelen geçmişten bir şeyleri, yaşanmış öykülerinden birini anımsadığını sanıyorum. Gündelik uğraşlar yüzünden farkında olmadan yürünen uzun, ama uzun olduğu hiç de algılanamamış hızlı bir yürüyüşün ardından gelen sessizlik sarıyor, sarartıyor gibi içini. Günler geçtikçe yorulmuş; on, belki de onbeş Sonbahar öncesi sararıp soluvermiş bazı güzel şeyler sarı bir sis perdesi arkasında belli belirsiz canlanıyorlar. “Nasıl da ağustosböceğine saz çaldıracak kadar canlı ve neşeliydi geride kalan yeşil yapraklar mevsimi. Oysa şimdi, tıpkı yapraklar gibi güçsüzleşmiş ve anlık esen bir rüzgârla ayrı yönlere savrulmuştular.” Hüzünlendirecek kadar değerli bir şeyler yaşamaya devam ediyordu. “Ah, bir geriye dönüş olsaydı! Geriye dönüp te bir kez daha yaşasaydı yeşil mevsimleri. Hiç sararmasına, dökülmesine izin verir miydi yeşil yaprakların?” İlk damlacıklarını bırakmış olmalıydı bulutlar… Ilık birkaç yağmur damlası tam da kirpiklerinin ucuna düşüp yanaklarına süzülüvermişti bile. Sonbaharlarda hafif buruk bir tadı olmalıydı şu ilk yağmur damlacıklarının. Elleriyle gözlerini ve yanaklarını siliverdi, turuncu boyalı bir halk otobüsü durağa yaklaşırken. Birkaç dakika sonra otobüs kalkarken havalanan yerdeki yapraklar dalgalanıp yeniden ortalıkta uçuştular. Sonra yeniden spiral eksenler çizip salınarak sessizleşen durak zeminine serpildiler.
Rüzgâr esmeye, yapraklar uçuşmaya devam ediyor. Ara sokaklardan birindeyim. Adana’ya “büyük köy” denilen zamanlardan kalma bir mahallede, “müstakil” olarak nitelenen evlerden birinin önünden geçiyorum. Yaşlıca bir teyze, mütevazı balkonunda oturmuş; küçücük ama içine limon, turunç ve dut ağaçları sıkıştırılacak kadar büyük bahçesine bakıyor. Bitişik evin briket duvarının hemen kenarından sokağa taşmış bir hurma ağacının dallarındaki sarı yapraklardan hüzün meyveleri hasat ediyor gibi… Kim bilir neler düşünüyordur? Yalnız başına, rüzgâra rağmen balkonunda oturan yaşlı bir insan mutlaka hüzünlü olmalıdır diyorum kendi kendime. Çizgi roman karakterlerinin başları üstüne yerleştirilen bir düşünce balonu içine yazılıymışçasına okuyorum aslında düşüncelerini… Çünkü konuşmasam da, ondan duymamış olsam da belki on, belki de yirmi yıl önce uğurladığı hayat arkadaşını özlüyor gibi geliyor bana. Hüzünlendiğini hissediyorum bir an için göz ucuyla baktığım yorgun yüzündeki çizgilerden… Şu rüzgârla uçuşan sarı yaprakların hızla akan zaman nehrinin akıntısında geride bırakılanları, artık sakıza çalan sarı veya siyah saçları anımsatma gücüne sahip olduklarından eminim.
Yağmur, birkaç saat önce ilk damlalarını bırakıp aniden dursa da rüzgâr esmeye, sarı yapraklar dökülmeye devam ediyor. Masal sonunda beklenen üç elmadan biriymişçesine bir yaprak ta bana düşüyor gökten. Yüzüme değip belli belirsiz bir öpücük gibi dokunduktan sonra uçuverip gidiyor. Hüzünler mevsimi benim ellerime de hüzün bırakmayı ihmal edecek değildi elbette. Güneyin turunçlar, güneşler kentinden Türkiye’nin kuzey ucuna, tam da bu sıralar zengin ormanlarında sarının her tonunun yağmurla dans etmeye başladığı bir başka kente uçuruyor Sonbahar beni. Annemi, babamı, kardeşlerimi, akrabalarımı anımsıyorum. Geçen yıllar içinde bağlantılarını yitirdiğim, ama sevgilerini yitirmediğim; bilmediğim bir yerlerde mutlu yaşadıklarını dilediğim dostlarımı, arkadaşlarımı da… Rüzgârla üşüyen bedenimde uzaklardan gelen yakın sevgi ısısını duyumsuyorum. Hüzünleniyorum ama yer ve zaman uzamındaki sevdiklerimi anmak rahatlatıp mutlu ediyor beni. Gülümsüyor, Sonbahar yapraklarını gördüklerinde onların da aynı duyguları yaşadıklarını düşünüp erken bir bayram sevinciyle mutlu oluyorum. Geciken yağmur başlıyor artık; gökten ve gönülden inen damlacıklar birbirine karışıyor. Sarı hüzün yaprakları ıslanıyor; yoğun yağmur ve çöken karanlıkla birlikte artık seçilmez oluyorlar.
Foto: Sığla Ağacı (Liquidambar orientalis Mill)
Çukurova Üniversitesi Kampüsü, Aralık 2006
Bu yazı, 2006'da beklenilen bir yağmurla yazıldı. Bu sene özlemle bekliyoruz.
İnsanların çoğu, mevsimin bu yıl oldukça gecikmiş ilk yağmurunda ıslanmamak için bir koşmaca, koşturmaca içindeler. Bazıları ise davranışsal farklılığın varlığını kanıtlarcasına fazlasıyla sakin, Adana’da ender görülen yağmurlu bir akşamüstü olağandışılığının farkında gibiler. Örneğin, önümde aceleci rüzgâra umarsız, oldukça rahat görünen bir genç adam elleri ceplerinde yürüyor. Nemli ve sıcak Adana yazından sarı ve serin bir mevsime geçişin değişimini hissetmiş olmalı ki bir ara gömleğinin yakasını ürperti veren rüzgâra karşı biraz yukarı kaldırıp boğazını korumaya çalışıyor. Birkaç adım sonra altından geçmekte olduğu çınardan önce başına ve sonra yakasına düşüp takılan bir yaprağı eline alıyor. Küresel ve popüler kültürün mimarlığında şekillenen güncel genç çizgisinden beklemediğim bir davranış sergiliyor, şaşırtıyor beni. Renkler öyle göz alıcı olmalı ki kaldırıp yere atamıyor elindeki yaprağı. Kendini rock sertliğinden hafif romantik bir melodinin okşamasına bırakıyormuşçasına, belki de ilk kez yaşadığı bir deneyimin ipuçlarını sergiliyor. Genç bakışlar sarı ve turuncunun sıcaklığında takılıp kalıyor. İçinde zaten var olan, ancak konuşma fırsatı vermediği bir şeyleri dinler gibi, izler gibi bakıyor elindeki yaprağa. Sanki içindeki insanlık, kendine özel unuttuğu duyguları olgunlaştırıp mekanik ve karamsar duyguların yerine koyuyor, Sonbaharı keşfettin diyor ona.
Yapraklar uçuşmaya, yere düşmeye devam ediyor. Yağmur öncesi sarı hüzünler yağıyor sanki gökyüzünden. Ve hüzünler… Ah o hüzünler, geçmişin filmlerinde rol alan oyuncular gibidir insan beyninin tam da ortasına kurulu Sonbahar sahnesine ilerlerken. İşte, kaldırım ortasına monte edilmiş, yeni moda camlı otobüs durağının yanı başındaki çınar ağacına hafifçe omzunu dayamış şu kadın gibi örneğin. Ara sıra kuvvetlenen rüzgâr, yaprakları daha yoğun biçimde dökmeye başlayınca başını yukarı kaldırıp ağacın dallarına doğru kaldırıyor. Ancak hemen sonra bakışlarını yere indirip ayakuçlarına dökülen yapraklara dalıp gidiyor. Kaldırım üstüne, ayaklarının ucuna düşen yapraklar belli ki sessiz bir hüzün ağırlığı yüklemiş olmalı yüreğine. Muhtemelen geçmişten bir şeyleri, yaşanmış öykülerinden birini anımsadığını sanıyorum. Gündelik uğraşlar yüzünden farkında olmadan yürünen uzun, ama uzun olduğu hiç de algılanamamış hızlı bir yürüyüşün ardından gelen sessizlik sarıyor, sarartıyor gibi içini. Günler geçtikçe yorulmuş; on, belki de onbeş Sonbahar öncesi sararıp soluvermiş bazı güzel şeyler sarı bir sis perdesi arkasında belli belirsiz canlanıyorlar. “Nasıl da ağustosböceğine saz çaldıracak kadar canlı ve neşeliydi geride kalan yeşil yapraklar mevsimi. Oysa şimdi, tıpkı yapraklar gibi güçsüzleşmiş ve anlık esen bir rüzgârla ayrı yönlere savrulmuştular.” Hüzünlendirecek kadar değerli bir şeyler yaşamaya devam ediyordu. “Ah, bir geriye dönüş olsaydı! Geriye dönüp te bir kez daha yaşasaydı yeşil mevsimleri. Hiç sararmasına, dökülmesine izin verir miydi yeşil yaprakların?” İlk damlacıklarını bırakmış olmalıydı bulutlar… Ilık birkaç yağmur damlası tam da kirpiklerinin ucuna düşüp yanaklarına süzülüvermişti bile. Sonbaharlarda hafif buruk bir tadı olmalıydı şu ilk yağmur damlacıklarının. Elleriyle gözlerini ve yanaklarını siliverdi, turuncu boyalı bir halk otobüsü durağa yaklaşırken. Birkaç dakika sonra otobüs kalkarken havalanan yerdeki yapraklar dalgalanıp yeniden ortalıkta uçuştular. Sonra yeniden spiral eksenler çizip salınarak sessizleşen durak zeminine serpildiler.
Rüzgâr esmeye, yapraklar uçuşmaya devam ediyor. Ara sokaklardan birindeyim. Adana’ya “büyük köy” denilen zamanlardan kalma bir mahallede, “müstakil” olarak nitelenen evlerden birinin önünden geçiyorum. Yaşlıca bir teyze, mütevazı balkonunda oturmuş; küçücük ama içine limon, turunç ve dut ağaçları sıkıştırılacak kadar büyük bahçesine bakıyor. Bitişik evin briket duvarının hemen kenarından sokağa taşmış bir hurma ağacının dallarındaki sarı yapraklardan hüzün meyveleri hasat ediyor gibi… Kim bilir neler düşünüyordur? Yalnız başına, rüzgâra rağmen balkonunda oturan yaşlı bir insan mutlaka hüzünlü olmalıdır diyorum kendi kendime. Çizgi roman karakterlerinin başları üstüne yerleştirilen bir düşünce balonu içine yazılıymışçasına okuyorum aslında düşüncelerini… Çünkü konuşmasam da, ondan duymamış olsam da belki on, belki de yirmi yıl önce uğurladığı hayat arkadaşını özlüyor gibi geliyor bana. Hüzünlendiğini hissediyorum bir an için göz ucuyla baktığım yorgun yüzündeki çizgilerden… Şu rüzgârla uçuşan sarı yaprakların hızla akan zaman nehrinin akıntısında geride bırakılanları, artık sakıza çalan sarı veya siyah saçları anımsatma gücüne sahip olduklarından eminim.
Yağmur, birkaç saat önce ilk damlalarını bırakıp aniden dursa da rüzgâr esmeye, sarı yapraklar dökülmeye devam ediyor. Masal sonunda beklenen üç elmadan biriymişçesine bir yaprak ta bana düşüyor gökten. Yüzüme değip belli belirsiz bir öpücük gibi dokunduktan sonra uçuverip gidiyor. Hüzünler mevsimi benim ellerime de hüzün bırakmayı ihmal edecek değildi elbette. Güneyin turunçlar, güneşler kentinden Türkiye’nin kuzey ucuna, tam da bu sıralar zengin ormanlarında sarının her tonunun yağmurla dans etmeye başladığı bir başka kente uçuruyor Sonbahar beni. Annemi, babamı, kardeşlerimi, akrabalarımı anımsıyorum. Geçen yıllar içinde bağlantılarını yitirdiğim, ama sevgilerini yitirmediğim; bilmediğim bir yerlerde mutlu yaşadıklarını dilediğim dostlarımı, arkadaşlarımı da… Rüzgârla üşüyen bedenimde uzaklardan gelen yakın sevgi ısısını duyumsuyorum. Hüzünleniyorum ama yer ve zaman uzamındaki sevdiklerimi anmak rahatlatıp mutlu ediyor beni. Gülümsüyor, Sonbahar yapraklarını gördüklerinde onların da aynı duyguları yaşadıklarını düşünüp erken bir bayram sevinciyle mutlu oluyorum. Geciken yağmur başlıyor artık; gökten ve gönülden inen damlacıklar birbirine karışıyor. Sarı hüzün yaprakları ıslanıyor; yoğun yağmur ve çöken karanlıkla birlikte artık seçilmez oluyorlar.
Foto: Sığla Ağacı (Liquidambar orientalis Mill)
Çukurova Üniversitesi Kampüsü, Aralık 2006
Bu yazı, 2006'da beklenilen bir yağmurla yazıldı. Bu sene özlemle bekliyoruz.