Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '10

 
Kategori
Öykü
 

İflah / otobüs

Bazen televizyona, gazeteye bakıyorum. Uzaktan bakıyorum, yemek yerken gözümün kenarıyla, iş yaparken gözlüğümün üstünden. Birkaç saniye kesintisiz bakıyorum. Öylesine bakıyorum ve dinliyorum istençsizce. Sonra bu bakışma bitince tekrar işime bakıyorum.
Muhabbet kuşum Şampi şarkı söylüyor sabah sabah. Birkaç saniye kesintisiz bakıyorum ona. Sonra tekrar işime bakıyorum.
Aradan belki saatler, günler geçiyor. Tv, gazeteyle mutlaka bir yerlerde yine karşılaşıyorum. Haberler çıkıyor içinden genelde. Bakıyorum, dinliyorum. Bazen diyeceğini diyebiliyor ya da yarım kalıyor. Lafını ağzına tıkadığım da oluyor yer yer. Neyse, bitince o birkaç saniyelik kahır, tekrar dünyama bakıyorum. Dünyamdayken, onun en son ne dediği aklıma gelmiyor. Çünkü önemsiz. Çünkü onun için bir şey yapamam. Eskiden olsa mutlaka vaktimi, beynimi biraz ona kurban eder, uğraşır dururdum onunla. Hey gidi. Arkama dönüp bakınca azıcık pişmanlık duyuyorum ona harcadığım zamanlardan dolayı. Yeni gençleri düşünüyorum, yeni "sıkıntı çekecek olanları"... Üzülüyorum. Gidiyorum, çay koyuyorum. Mis gibi tavşan kanı, demli bir çay... Çay demlemek kadar insanı rahatlatan, insana huzur veren birşey duymadım, görmedim, bilmedim. Bardak ve kaşıkların şıngırtısı bile ruhta bir "çocuksu ümit" yaratıyor. İyi ki varsın çay! İyi ki varsın China!
Her günüm aynı olmuyor tabii ki. Bazen de "Bir bakalım, bakalım" diye mırıldanarak bakıyorum iflah olmayacak bir hastaya bakışı gibi bir doktorun. "Günde iki paket sigara içiyorum" diyor bana. Öyle deyince onu öksürtmüyorum bile. Atletini geri indiriyor. Zaten azıcık kalmış o acıma hissim erekte bile olamıyor. İniyor hemen. "Cık cık" larla zaplıyorum onu ya da sayfalarını atlıyorum, savıyorum, atlatıyorum ya da atıyorum masanın üstüne kurtuluyorum. "Oh be" diyorum.
Dolmuşta, otobüste denk gelirsem eğer durum normalden zor oluyor benim için. Oralarda radyolar oluyor. Şöförün yanında, elinin altında düğmesi var. İnşallah müzik hiç bitmez. Ayaktayım ve tutunuyorum. Akıp giden şarkılara tutunuyorum akmayan trafikte. Yakışıklı, güzel, çirkin, kör, topal, kambur hiç farketmez akıp gidiyorlar bant boyunca. Keşke araba serviste olmasaydı. Daha rahat çay koyardım o zaman. Otobüste, insanların içinde yapamıyorum. Arabamla işe giderken sabahları açar dinlerdim; Bethooven, Bach, Mozart ve tabii ki Çaykovski. Pyotr İliç Çaykovski... Hissetmeyen ne anlar ki gerçek sanattan? Sanatı anlamayıp, ondaki görkemi görememek ne şanssızlık! Derinlere dalıp şinorkelle, 18. yüzyıl Rusyasında bir göletten çıkamayorsam müzik dinlememin ne anlamı var? Hepsi bir rüya gibi bulanıklaşıyor dalınca yine... Kuğular, balet kızlar, muntazam askerler... Ancak ve ancak Bach konusunda birçoğuyla hemfikirim. Çünkü beni de karamsar düşüncelere itiyor dinlerken. Hoş olmasına hoştur Bach. Ancak onun kemanında, violasında hoşluğun yanında başka şeyler de var. Onun kemanı baldırlarımı titretiyor, bir endişe duyuyorum dinlediğim yerde. Hızlı hızlı vuruşlar kötü bir olayın habercisi gibi. Bir tehlike var sanki ufukta?
Ufukta değil de otobüste bir tehlike olabilir mi acaba? Şöförün eli radyoya doğru gidiyor çünki. Frekansını mı değiştirecek, sesini mi açacak acaba? Kanalı değiştirecekse eğer, bu iyiye işaret. Benim kemanlar hafiften hızlanıyor. Şöförünse bütün dikkati yolda. Trafik açıldı. Sağ eli çok yavaş gidiyor radyoya. Beş saniyeyi bulur varması. Otobüs hızlanıyor. Bu iyi; işe gecikmiyeceğim. Taksiler önünden geçiyor otobüsün. Şöför sesi açıyor. Notaları tekrar tekrar si den do ya düşüyor kemanın. Çok yakın. Çarpışmaya son üç saniye... Son iki... Son bir... Aman Allah'ım... Haberler!
 
Toplam blog
: 36
: 1054
Kayıt tarihi
: 26.08.10
 
 

1983 Ankara doğumlu olan yazar, evli ve bir çocuk babasıdır. ..